Salı

Türkiye Keşke İran Olsa!

İran, bu ülkede en çok korkulan kelimelerden biridir. Sanki "öcü!" demek gibi bir şeydir İran demek. Kemalistler "Türkiye İran olmayacak!" sloganını diline dolamıştır. İslamcılar, Şii olan bu ülkeye fazla temkinli, yer yer düşmanca yaklaşırlar. Dünya konjenktörü malum: İran; Kuzey Kore gibi totaliter, baskıcı rejimlerle aynı kefede değerlendirilir. Bir entellektüel Amerikalı tanıdığımın "Benim İranlı arkadaşlarım var!" cümlesinde tezahür ettiği gibi; bir İranlı ile tanışık olmak radikal bir durum olarak, sadece entellektüel ortamlarda hava atılacak bir hoşgörü ve kozmopolitlik göstergesi olabilir ancak.



Cihanın yarısı İsfahan


Peki İran nedir? İran'dan korkalım mı? İran gibi olmaktan daha kötü bir kabus yok mudur gerçekten? Neden Türkiye İran olmayacak! diyoruz da, Türkiye Kuzey Kore olmayacak! demiyoruz?

Bana sorarsanız, İran olmaktan daha kötüsü Türkiye olmaktır, Mısır olmaktır, Afganistan olmaktır, Hindistan olmaktır, Özbekistan olmaktır, Brezilya olmaktır, Arjantin olmaktır, Meksika olmaktır. İran olmaktan daha kötüsü 3. dünyanın emperyalist ağlarında, totaliter demokrasilerinde yaşamak zorunda olmaktır. Böylesi mekanlarda öteki olarak soluyacak hava bulamamak, kimliğin ve emeğin aşağılanmasına, kadının nesneleştirilmesine, ücretli köleliğin sürdürülmesine boyun eğmek zorunda olmaktır. Boynuna kadar banka kredisi ve kredi kartı borçlarına batmış olmak demektir. Kötü hastanelerde ve okullarda sürünmek veya özel hastane ve okullarda soyulup soğana çevrilmektir. Rekabetçi vahşi kapitalizmin ekonomik, siyasi, askeri, kültürel boyunduruğu altında, AVM'lere, cips-kolaya ve televizyon dizilerine "gönüllü" adanan lümpen yaşamlar demektir. Sizin olmayan bir savaşta ölmek ve sakat kalmak demektir. Ne tarihten, ne müzikten, ne sanattan, ne şiirden ne de doğadan haz alamamak demektir. Evet, o yüzden bu kışkırtıcı başlık: Türkiye keşke İran olsa!

Peki tüm önyargılarımızın ötesinde İran nedir?

 İran kendi başına bir gezegen. Onu anlamak için tarihte çok çok geriye gitmek gerek. Daha ortada ne Büyük İskender ne Roma ne Bizans ne Osmanlı varken burada bir dünya imparatorluğu vardı. Daha Batı, Doğu’yu keşfetmemiş ve sömürmeye başlamamışken, Daryus İran’ın bağrından çıkıp ta Anadolu’ya, Kserkes ta Yunanistan’ın içlerine seferler düzenliyordu.

Hindistan’dan Ege’ye ve Mısır’a kadar bir dünya imparatorluğu ilk defa İran’da ortaya çıktı. Sanatı, mimarisi, etik anlayışı, duruşu, adaletli tavrıyla Pers İmparatorluğu İran’da kendisinden sonra gelen tüm devletlerin örnek aldığı bir imparatorluk oldu. İran’ın eski dini, ateşe tapanlar ve onların kitabı Avesta, İslam sonrasında bile hiçbir zaman tam olarak yok olmadı. İslamı kabul ettikten sonra, Araplar’ın kibirli ve hükmeden tavrına karşı İranlılar Şii oldular. Arap dünyası ile fiziksel olarak yakın olsalar da düşünsel olarak uzak kalmaya devam ettiler.

İran, Afganistan ve Hindistan üzerinden gelen felsefi, düşünsel akımları kendi dünya görüşüyle yoğurup ortaya dünya literatürünün en güzel örneklerini çıkardı. İbn-i Sina, Firdevs, Sa’adi, Hafiz, Şems-i Tebrizi, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah, Nizam-ül Mülk ve nice düşünür, bilim adamı, siyasetçi, astronom ve matematikçi İran’da yetişti. Özellikle Abbasi ve Selçuklu Dönemi’nde İran kültürü, edebiyatı, bilimi çok ilerledi. Antik Yunan felsefesi eserleri buralarda Doğu dillerine çevrildi, Hasan Sabbah’ın tarikatı bu sayede ortaya çıktı.

Şairlerin ve şiirin ülkesi İran. Gül ile Bülbül’ün, Kerem ile Şirin’in, en büyük destanlardan Şehname’nin, şarabın, sorgulamanın ve tevekkülün ülkesi İran. Şiiri romanın karşısına koyup hangisi gelişkin zihinlerin ürünü acaba diye soran kıtakıllılara verilen en güzel yanıt İran Edebiyatı. Goethe’nin bile dönüp dönüp okuduğu şair Hafız’ın ülkesi İran.

İran, bu onursuz ve acımasız dünyanın yarattığı ateşten çemberin -nispeten- dışında, kendi yağında kavrulmaya çalışan bir nevi Küba'dır. Kredi kartlarının geçmediği bir ülkedir İran. Acımasız ve ahlaksız küresel ekonomik yaptırımlara direnmektir İran. Yanlış anlaşılmasın. İran daha az masum, daha az suçlu değildir. Yoksulluk ve yolsuzluk İran'da da vardır. Ama İranlı bürokratları Rusya'ya karşı propoganda faaliyetlerinde rüşvete alıştıran İngiliz ajanları değil midir? Şimdi kendinin ak kaşık olduğunu iddia eden tüm Avrupalı devletler, İran'daki petrol ve doğalgaz kaynaklarını kontrol etmek için ne akılalmaz dolaplar çevridiklerini anlatırlar mı bize? Çifte standartlardan en muzdarip ülkelerdendir İran. Bu yüzden haksızlıktır İran'a duyulan nefret, tiksinme, aşağılama...

İran'da kadınlar? Tüm dünya kadınları gibi, İran'da da kadınlar ezilir. Kemalistlerin "Türkiye İran Olmasın" vurgusunun en önemli referansı başörtüsü mevzudur. İran'da kadınlar, başlarını ve boyunlarını kapatan bir örtüyle gezmek zorundadırlar. Ama hadi eğri oturup doğru konuşalım! Türkiye'deki kadınların durumunun "öcü İran'dan" çok daha iyi olduğuna inanacak mıyız şimdi? Oklavayla dövülerek öldürülen, sokak ortasında bıçaklanan, kocasından mütemadiyen şiddet gören kadınlar her yerde. Sürekli tehdit ve korku altında yaşamakta olan kadınların sayısını kimse bilmiyor bile. İş hayatında, evde, okulda, hastanede, trafikte, her yerde bıyık altından aşağılanmamış, küçük görülüp sözlü veya fiziki tacize uğramamış tek bir kadın bulamazsınız bu ülkede. Kendi özgürlük algısını salt olarak başörtüsünün varlığı/yokluğuna bağlayan Kemalist hanımlar nedense esas dişe dokunan kadınlık meseleleri hakkında pek konuşmazlar. Neden mi? Yeterince dürüst olamazlar. Kendilerinin de orada burada aşağılanıp hor görüldüğünü kabul edemeyecek kadar çarpık bir gururları ve körü körüne bağlı oldukları ve asla sorgulamadıkları bir ideolojileri vardır. Halbuki, İran kadını, Türkiye'dekinin aynadaki yansımasından başka nedir ki? Ortada bir mücadele varsa, bu ortak bir kavgadır. Kimsenin kimseye yukarıdan bakacak ve dersler verecek durumu yoktur.


Gülü seven bülbüle kulak versek..


Sadet...

Bazen kendimize bir düşman yaratırız, kendimizde görmekten korktuğumuz şeyleri o düşmana yansıtır ve ondan nefret ederiz. Bu nefretle beslenir, kendimizi daha üstün ve ahlaklı sayarız. Nefret bize tutunacak bir dal olur. Bomboş zihnimizden ortaya saçılan sabun köpükleri olur. Günün sonunda, bakarız ki, nefret ettiğimiz şey nefret ettiğimizi sandığımız şey değildir. O başka bir şeydir. O başka şeyi tanımak için önce insanın kendine dönmesi gerekir, kendine dönmek de her baba yiğidin harcı değildir. Bazen dünyanın tüm pisliği içimize çökmüştür de haberimiz yoktur. Şems-i Tebrizi'nin dediği gibi: Bil ki güneşe bakmaya cesareti olmayan gölgede kalmaya, gölgeyi ışık sanmaya mahkumdur. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

*Yazının bir bölümü bu yazarın şu yazısından alınmıştır: http://ikicihanaresinde.blogspot.com/2011/06/erik-zaman-iran.html

 

Cuma

Yolsuzluk, Yoksulluk ve Faillik


URSULA K. Le GUIN: Sonuçta lafı Anarres'e getireceğiz!

Tarihteki önemli anlardan biridir. Zamanın Tanrı'nın değil, İnsanın olduğu an. Tarih yüzyılı olarak bilinen 19. yüzyıl düşüncesinde karşımıza çıkan en önemli devrimlerden biridir bu. İnsanın zamanı olarak tarih demek, tüm insan etkinliğinin biricik sorumlusunun, aşkın bir varlığın bilinemez bir planı olduğunun düşünülmesinden vazgeçilmesidir. Antik Yunan'da Tanrılar'ın, Hristiyanlık sonrasında ise tek Tanrı'nın oyuncağı olan [cennetten kovulmuş, günahkar, tarihe düşmüş] insan, sonunda kendi eyleminin faili olabilmiştir.

Bu durum hem sevindirici hem üzücü. Sevindirici; çünkü insan kendi kapasitelerinin ve eylem gücünün, dolayısıyla, tarihi yönlendirme gücünün farkına varır. Bu, insana özgüven verir, özgür iradesinin olduğuna dair bir his kazanır. Kendi etkinliği üzerine düşünmeye iter onu faillik durumu. Kötü bir sonucu da vardır failliğin. Faillik, bir çeşit lanetdir. Sonuçlarından sorumlu olunan eylemleri göğüslemek ve öngörülemeyen kötü sonuçlara katlanmak zorunda kalır insan. Kendi etkinliğinin kötü sonuçlarını üzerine atacağı, kolaylıkla sıyrılabileceği, 'sorumlusu ben değilim' diyebileceği aşkın bir günah keçisi (Tanrı) yoktur çünkü artık tarihin içinde.

Faillik tanımını Gezi direnişinde hem ruhen hem bedenen yaşadık. Tüm varlığımızla baskının ve zorbalığın, yoksulluğun ve yolsuzluğun, ezilmişliğin ve sindirilmişliğin, gözden çıkarılmışlığın ve görmezden gelinmenin karşısında durduk. Güzel Haziran boyunca durduk. Tarihi, bir kaç hırslı ve ezik sözde 'liderin' değil, halkların emek emek örüyor olduğunu birebir içimizde duyumsadık. Dayanışmanın, 'iyi'nin tarafında olmanın, zorbalığa karşı durmanın, kurban vermenin ve ötekini kabullenmenin verdiği ahlaki hazzı yaşadık. Kendimizi ilk defa olarak bir fail olarak hissettik. Ve bununla gururlandık.

Sonra biraz zaman geçti, sular duruldu. Ölümler oldu, polis şiddeti devam etti, yaz geldi, millet dağıldı, yoruldu, ciğerimizi ve gözümüzü yakan gaz kokusu yetti artık. Taleplerimiz var dendi, eşitlikçi ve dayanışmacı ve başsız bir ortamda forumlar kuruldu. Konuşuldu, konuşuldu, konuşuldu..Ama tarihin faillerini dinleyen karar alıcılar var mıydı ortada? Ortalık duruldu. Failliğimizin tadı yavaş yavaş damaklarımızdan kaybolmaya başladığında, geri dönüp 'Gezi günleri'ne baktığımızda, artık geride bıraktığımız bir ütopyanın özlemi dolmaya başladı içimize. Elimizdeki tek somut kazanım bu olarak açıklandı bazıları tarafından.

Karar alıcılar, yani bizim zorbalarımız, oldukları yerde duruyorlardı. Sarsmıştık onları ama devirememiştik. En basitinden hiç bir emniyet müdürü görevinden falan alınmamıştı (göstermelik bile olsa).

Sonra geldi yolsuzluk davası. Herkesin bir gizeme bürünerek adından söz ettiği 'The Cemaat' kendi iç çekişmeleri yüzünden bir anda bizim zorbalarımıza karşı savaş açtı. Evlerde bulunan milyon dolarlar, ayakkabı kutuları, para sayma makinaları...Çürümüş ve kokmuş olduğunu bildiğimiz ama bir türlü gösteremediğimiz sistemin pislikleri bir anda gözümüzün önüne seriliverdi. Emniyet müdürleri görevden alınıyor, bakanlar istifalarını sunuyor, kabinede büyük revizyon yapılıyor, başbakan yine yurtdışı 'gezisine' kaçıyor, başbakan yardımcısı irite olmuş 'gafil avlandık' diyerek bir nevi suçunu itiraf ediyor, cumhurbaşkanından gık çıkmıyor falan filan..

Bizim iki ay boyunca tüm varlığımızla milyonlarca insan olarak yapamadığımız şeyi, 'The Cemaat' bir günde yapabiliyor. Açıkçası, bu bir hayalkırıklığı yarattı bende. Fillerin tepişmesi olarak nitelenen bu durumu ben çiğdem çitleyerek izlemek istemiyorum. Ellerimi ovuşturup oh ne güzel birbirlerine düştüler demek de istemiyorum. Ne halleri varsa görsünler!

Ama tüm çıplaklığıyla bu acı karşılaştırma bir yılgınlık yaratıyor.

Benim okumam şöyle (biraz karamsar): Halkın ne kadar güçsüzleştirildiğini ve milyonlar olarak sokaklara çıkıp tüm gücümüzle dirensek bile tarihin failleri olmakta ne kadar zorlandığımızı gördük. Zorbaları ancak zorbaların devirebileceğini, sonuçta, mevcut yapı içinde kalmaya devam edildikçe zorbalık rejiminin bir elden diğerine geçeceğini idrak ettik. Biz sokaklarda canımızı, gözümüzü, kafatasımızı, ciğerimizi ve polisin aşağılayıcı tavrıyla haysiyetimizi kaybederken; birilerinin yatak odasında paracıklarını say say bitiremediğini ve biz ne yaparsak yapalım bu kokuşmuşluğu -cemaatın istihbarat aygıtlarına sahip olamadığımıza göre- ortaya çıkaramayacağımızı gördüm. Devlet aygıtının içinde zorbalar ve daha zorbalardan başka bir şey olamayacağını gördüm. Ve bu beni yine ve yeniden aynı sonuca getirdi:

Fichte şöyle demiş: "Ahlak adı altında onca zaman nafile aranan şey, sosyalizmdir". Sadece kapitalizmi yıkmak ve yerine sosyalist devleti kurmak olamaz artık mesele. Devlet aygıtı tarihten silinmedikçe veya tamamen farklı bir şeye dönüşmedikçe, zorbalar ve zorbalıklar halkların tarihinin failleri olmaya devam edecek. Kendi tarihimizin öznesi olmak için, topyekün bir reddediş ve tertemiz bir başlangıç gerekiyor. Tüm ütopyalar, aynı zamanda bir dystopyaya yöneliştir ama GEZİ ütopyasının 'sürdürülebilir' olması için devletsiz, polissiz, askersiz, başsız, bankasız, şirketsiz, özel mülksüz olabilecek kadar -onların deyimiyle- radikalleşmekten (aslında belki normalleşmekten) başka çare yok; çünkü artık bize bir oyun alanı kalmamış, tüm köşeler tutulmuş. Sistem içinde bir kurtuluş umudu falan kalmamış. "İmkansız böyle bir şey, ütopik!" dediğinizi duyar gibiyim. Olsun, tahayyül etmeden, tezahür edemez ütopyalar sonuçta..

Ursula Le Guin 'Mülksüzler'de Odocuları Anarres denen gezegene göndermekte bulmuştu çareyi. Urras'ta kalanlar zorbalık ve vahşi kapitalist düzen altında 'yaşamaya' devam ediyorlardı. Anarres'tekiler ise çok zorlu ama onurlu bir yaşam sürüyorlardı. Özel mülkiyetin ve merkezi yönetimin olmadığı, herşeyin paylaşıldığı, sivil toplum tarafından idare edilen ve dilde bile iyelik eklerinin olmadığı bir toplumdu Anarres toplumu. Bize kalan iki seçenekten biri böyle bir şey. Hiç bilmediğimiz ve görmediğimiz bir yaşam biçimine adım atıp 'duvarın'/'çemberin' dışına yanımıza hiç bir şey almadan çıkmak veya zincirlerimizle yaşamaya devam etmek, küçük hazlara sığınarak sürdürmek hayatı, kendi küçük adalarımızı ve gezegenlerimizi yaratmak, kendi dokunulmaz mekanlarımıza hapsolmak, bir kaç ruh eşimizle dertleşmek, şiirler ve romanlar okumak, akşam bir tek atmak, sevişmek...

Perşembe

Süslenen Bir Canlı Olarak İnsan

Bu sabah gözümü açtığımda birazdan anlatacağım düşüncelerle uyandım.

İnsan nedir? sorusuna cevap aramanın geçmişi oldukça kabarık. Sokrates'in ünlü 'yolunmuş tavuk' hikayesini herkes duymuştur. Bir gün Sokrates dinleyicilerine sorar: İnsan nedir? Cevap hazırdır:
İki ayağı üzerinde yürüyen, tüysüz bir canlıdır. Bunun üzerine Sokrates ertesi gün elinde tüyleri yolunmuş bir tavuk ile agoraya gelir. İşte size İnsan! diyerek, verilen cevabın ne kadar yetersiz ve gülünç olduğunu gösterir.

İnsan (kadın ve erkek bedeni). Kaynak: wikipedia

İnsanı tanımlayan bir sürü tanım bulabilirsiniz. Farklı bilim dalları veya feylezoflar farklı cevaplar verirler. Ne var ki, çoğu akıl yürütme, dil, ahlak, vicdan, alet yapma gibi insanı diğer hayvanlardan 'üstün' kılan özellikleri üzerinde dururlar. Evet, bakın biz insanlar farklıyız. Biz doğru ve yanlışı birbirinden ayırabiliyoruz. Bakın, bizde acıma duygusu var ve vicdan sahibiyiz. Biz aklımızı kullanarak rasyonel düşünceye ulaşabiliyoruz. Olayları değerlendiriyor, yorumluyor, ona göre mantıklıca davranıyoruz. Sadece ve sadece hayvansal dürtülerimizin peşinde sürüklenmiyoruz. Biz, insanlar, dil denilen araçla anlaşıyoruz. Dili öyle bir ustalıkla kullanıyoruz ki, edebiyat, şiir dediğimiz üstün düşünce ve ifade formlarını yaratıyoruz. Hiç bir hayvan burada saydıklarımızı yapamaz. Bu özelliklerimiz bizi onlardan üstün tutar. Tanrı'nın yarattığı evrenin güzelliğini ve mucizesini takdir edebilecek ve aklıyla bilebilecek kapasiteye sahip tek canlılarız biz. Dolayısıyla, diğer tüm canlılar, insanın altında yer alan ve insana hizmet eden yaratıklardır.

Buraya kadar her şey ne kadar mantıklı değil mi? Kulağa hoş geliyor. Kendi türümüzü seviyoruz. Tabii bu bir çeşit 'ırkçılık', adına 'türcülük' denen ama benim geleceğim nokta bu değil!

Devam edelim: İnsanı tanımlama ve yine narsistik bir şekilde ona övgüler düzme yollarından biri de insanın alet yapabilme özelliği. Genel argüman şöyledir: İnsanın ne pençesi vardır, ne de keskin dişleri, ne zehirli bir kuyruğu ne de hızlı koşan bacakları. Onun sahip olduğu en önemli şey soyutlama yeteneğine sahip aklı ve başparmağı! Bu sayede kendisini hayatta tutabilecek aletleri üretebilir. Nitekim üretmiştir de! El baltaları, okuçları, hançerler, kılıçlar, ateşli silahlar, bombalar, insansız hava araçları gibi..

İnsanın ilk yaptığı aletlerden: El baltası (GÖ 1m-500bin)

Tabii son zamanda yapılan araştırmalar ortaya çıkardı ki, alet kullanan ve yapan tek canlı insan değil! Soyutlama yeteneğimizi ister istemez paylaşmak zorunda kaldık. Şempanzeler, bonobolar, kargalar...


Alet yapan karga. Hepimizin dibi düşmüştü bunu ilk gördüğümüzde.

Neyse ki, diğer zihinsel kapasitelerimiz sapasağlam yerinde ve onları kimseyle paylaşmak zorunda değiliz. Öyle mi acaba? Tilkiler veya balinalar öyle avlanma teknikleri geliştirmişlerdir ki, önceden planlama, neden-sonuç ilişkisi kurma, karmaşık sosyal davranışlarda bulunmayı gerektirirler. Yunuslar, sözgelimi, birbirleriyle bizim algılayamayacağımız ses dalgalarıyla iletişim kurar ve bilgi paylaşırlar. İnsanların da dil yeteneği hayatta kalmayı sağlayan bilgileri işaret, ses ve hareketlerle sembolleştirerek kullanılmasıyla zaten aynen böyle başlamıştı. Berkay arkadaşımın sorduğu gibi, kim iddia edebilir ki, gelecekte yunuslar insanlara benzer bir dil geliştiremez diye?

Peki, ya vicdan? Hayvanların ahlakından söz edebilir miyiz? Genel hayvan davranışlarına baktığımız zaman, bizim anladığımız ve geliştirdiğimiz anlamıyla bir doğru-yanlış anlayışı ve ahlak yasası hayvanlarda yoktur demek yerinde olacaktır. Yoksa yine mi aceleci davrandık? Şunu bir izleyin (Frans de Waal, Hayvanlarda ahlaki davranışlar, TED- Türkçe altyazılı):




Evet? Empati, eşitlik ve adalet duygularının insanlara özgü şeyler olmadığını görmüş olduk. Tabii ki, hayvanların yalnızca küçük bir kısmında böyle karmaşık sosyal ve bilişsel duyguların geliştiğini görüyoruz; ama tek bir örnek bile yeterli değil mi? Üzüm ve hıyar ayrımı yaptığınızda, arkadaşı da üzüm yiyene kadar üzümü reddetme asaletini gösteren şempanzenin insanlığa -hele de bugünün rekabet ve yarış odaklı- bana göre 'dindar ama ahlaksız' vahşi kapitalist toplumuna öğreteceği bir şeyler yok mudur?

Şimdi gelelim asıl meseleye. İnsanlığın geçmişini arkeolojik kanıtlara dayanarak araştıran biri olarak, son zamanlarda kafamı kurcalayan bir şeyler vardı. Belli ki, bilinçaltım bu mevzuyla bir süredir uğraşıyormuş ki sabah uyanır uyanmaz bu düşünceye maruz kaldım. Mevzu şu: Süslenme (self-decoration).

İnsanlık tarihine (Homo sapiens öncesi ve Homo sapiens tarihi) baktığımızda, ilk gördüğümüz nesneler kesmeye, biçmeye, parçalamaya, koparmaya yarayan yontma taş aletler! Sözgelimi el baltaları veya okuçları. Alt ve Orta Paleolitik Dönemlerde arkeolojik buluntuların hemen hemen tamamı yontma taş aletlerden oluşuyor. Sonra bir şeyler oluyor ve bir bakıyorsunuz, MÖ 35,000 civarlarından itibaren yontma taş aletler dışında süs eşyaları bulmaya başlıyorsunuz. Özellikle delikli deniz kabukluları. Bunlardan o kadar çok topluyorlar ki, her kazılan alanda veya mağarada, bazen mezarlarda hediye olarak deniz kabuğundan delikli boncuklar buluyorsunuz. Mağara resimleri, müzik aletleri, küçük heykelcikler de bu dönemde bir anda ortaya çıkıyorlar, ama amacım bunları irdelemek değil. 

Bu dönüşüm ve yenilik neden önemli?

Her şeyden önce, insan, yaşamını idame ettirmesini sağlayacak alet-edevat yapmanın ötesine geçiveriyor bir anda. Soyutlama yeteneğini, aklını, mantığını kullanarak neslini sürdürmüş ve zaman içinde evrimleşerek Homo sapiens halini almıştı zaten. Ancak, başka bir zihinsel kapasite ortaya çıkıyor: Sanat. Sanat, onun için yemek yemek, su içmek, çoğalmak, hayatta kalmak gibi bedeninden kaynaklanan doğal bir ihtiyacı değil aslında. Ama öyle ki, bugün ister kapitalist ister geleneksel olsun sanatsız bir toplum dünya üzerinde bulamıyoruz. Burada sanatın ortaya çıkışı, zihinsel kapasitedeki bir sıçrayış veya özbilinç duygusunun gelişmesi gibi şeyler üzerinde durmak istemiyorum. Tabii ki, bunların sanatın vazgeçilmezliği ve süslenmenin ortaya çıkışı ile çok ilgisi var.


Üçağızlı Mağarası, Hatay'da Üst Paleolitik tabakalarda bulunan delikli deniz kabukları (MÖ 20,000-18,000)

Natuf Dönemi'ne ait El Wad'dan kolye (MÖ 12,500 civarı)

Benim geleceğim nokta, insanın kendini süsleme ihtiyacı. İnsanın kendini, bedeninde doğal olarak var olmayan, ancak doğada bulduğu hammaddeleri dönüştürerek ürettiği bir takım nesnelerle veya boyalarla süsleme arzusu ve bunun onda yarattığı haz. Estetiğe, güzelliğe verilen önemin bir anda öne çıkması. Benlik, kimlik, grup, aidiyet, göze hoş gelme, beğenilme ve takdir görme gibi sıradan istek ve arzuların dışavurumunda bir patlama yaşanması. Hayatını idame ettirmede ona fayda ve kolaylık sağlayacak alet, edevat, konut, silahları geliştirmek yerine vaktini, emeğini süse harcamak. Bence insanı hayvanlar dünyasından ayıran ve üzerinde hiç durmadığımız, çünkü bizi onlardan üstün kılmayan, biraz gülünç ve zayıf bir özelliğimiz bu bizim.

Evrimsel psikolojiyle düşünüp insanların Üst Paleolitik Dönem ile birlikte daha rekabetçi hale gelen eş seçiminde kendilerine yardımcı olacak yapay yardımcı elemanları daha fazla değerlendirmeye başladığı önerilebilir. Nitekim, hayvanların bir çoğunda karşı cinsi etkilemeye yarayan, kendi bedenlerinden kaynaklanan özellikler vardır. En bariz örnek, erkek tavuskuşunun rengarenk tüyleri gibi. Dolayısıyla, estetik  bir anlayışın, güzelliğin çekici olmasının yalnızca insanlara ait olabileceğini iddia etmiyoruz. Ama survival derdinin dışında üretttiği nesnelerle kendini güzelleştirmeye bu kadar zaman harcayan başka bir canlı da bilmiyorum. Bir yerde, güzellik hazzının, insanın en temel ihtiyaçlarını bile geride bıraktığını görebilirsiniz. Acı çekeceğimizi bile bile estetik ameliyat yaptırmak, diş hekimine gitmek, ağda yaptırmak, upuzun topuklu ayakkabılar giymek, kulağımızı deldirmek, diyet yapmak, daracık pantalonlar giymek gibi...

Allahaşkına hangi aklı başında canlı böyle şeyler yapar? İşte etin kemiğe dayandığı nokta burası. İnsanı; rasyonel, mantıklı, ahlaklı, üretken ve yaratıcı üstün bir varlık olarak tasavvur edeceğimize, acaba -tüm bunlara ek olarak- tuhaf ve gülünç davranışlar gösteren, tüm muhteşem akıl ve dil kapasitelerine rağmen vaktinin büyük bir kısmını kendini süslemeye ve kendini sevmeye adamış, bir türlü görünmek istediği kadar rasyonel olamayan bir memeli olarak mı tanımlasak acaba?

Hayvan süsleyen tek hayvan da biziz herhalde!
Sonuç olarak, amacım süslenmeyi aşağılamak değil. İnsanın, biricik insansı özelliklerine vurgu yapmaktı. İlahi bir İnsan tasavvuru yerine böyle 'dünyalı' bir insan tanımını benimsesek, doğaya ve evrene daha hakkaniyetle ve sevgiyle yaklaşmış olmaz mıyız? Bedeninin çirkinliğini yapay nesnelerle örtebilmenin binbir yolunu bulan insancık, kendi ruhundaki çirkinliklerden sıyrılmak için ortaya dinler, yasalar, yasaklar atmadan önce ilk önce onları yargılamadan tanımak ve kabul etmek gerektiğini bilemez mi? İnsan; artık içinde olduğumuz bu Antroposen ve post-postmodern çağda kendi zayıflıklarını ve erdemlerini kabullenerek, evrendeki diğer canlıları kendine denk görmeye başlayamaz mı? Yani raad olun arkadaşlar, sadece insansınız. Ne eksik, ne de fazla. Kendini bilmemizi salık veren Sokrates'in öğüdünü tutmak o kadar zor mu?

Pazar

Yaşamın ve Ölümün Matematiği




Ne demişti Erdoğan: “Bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor, dünyanın altını üstünü getiriyorlar ama öbür tarafta Mısır’da üç yüz kişi ölüyor, bunların elli üç tanesi namaz kılarken ibadet esnasında öldürülüyor, dünya sessiz.” Başbakan, sözlerinin en hafifinden talihsizlik olarak değerlendirileceğini biliyor olmalı. Ölümleri salt nicelik olarak ayırmaz. Bu nedenle yaptığı asıl vurgu ibadet sırasında öldürülmeleri. Dananın kuyruğunun koptuğu yer burası, çünkü ölümleri ayıran sayılar değil ideoloji.
İktidarlar için ölüm ideolojiktir, sayılar ve istatistik ideolojiye yarar sağladığı ölçüde geçerlidir. Erdoğan bir kişinin ölümü için de ağlayabilir. Ancak, Esma için ağladığında –ki bu en doğal hakkıdır- bunun Mısır’daki İhvan ya da Türkiye’deki kendi oy tabanı için yapmadığına kimse beni ikna edemez; hele ki kendi ülkesinde kendi emriyle çocukları öldürürken. Eğer Erdoğan bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişiye karşı Mısır’daki ölü sayısına işaret ediyorsa, biz de ona yalnızca Haziran ayında binden fazla kişinin öldüğü Irak’ı hatırlatalım. Sahi, Irak konusunda, tek bir damla gözyaşını geçelim, neden tek bir söz dahi edilmiyor?
Çünkü yaşam, günlük siyasi ve ekonomik çıkarlar temelinde ideolojikleştirildi, eşitlik ve özgürlük temelinde değil. Yaşamın, toplumsal ortaklığa, beraber yaşamaya dayanan özü parçalandı ve yaşam yerine ölüm yüceltildi. Bazı ölümler değerli bazıları değersiz hale geldi. İktidarın bütün eylemlerini meşru görmesi topluma da yansıdı. Polis şiddetiyle ölen birinin ardından “ateistmiş”, Aleviymiş”, “Kürtmüş” diye yapılan yorumlar Nazi dönemindeki Yahudi katliamını meşrulaştırmaya benziyor (hoş, bunu zaten hep meşru gören insanlar da hep aramızda).
Nazi dönemi benzetmesi boşuna değil. Ülkeyi, TOKİ’siyle, HES’iyle, nükleer santral projeleriyle, Hitler’in mimarı Albert Speer’in benzeri Ağaoğlu’suyla, baştan aşağı bir talan projesine dönüştüren ve bunu ilerleme-kalkınma-büyüme olarak adlandıran bir hükümetimiz var. Bu proje hükümeti, ülkeyi yalnızca mimari ve şehir-bölge planlama anlamında değil, ekonomik, demografik ve siyasi anlamda da yeniden düzenleme çalışıyor. Sünni-Alevi, zengin-yoksul ayrımları keskinleştiriliyor, Hitler’in de sık dile getirdiği çok çocuk yapma söylemi sürekli tekrarlanıyor. Bu noktada yaşam ve ölüm arasına yeniden ideolojik bir çizgi çiziliyor. Projeye dâhil olmayan her şeyin, ağacından insanına, yok olması bir sorun yaratmıyor.
Rant, çıkar ve ideoloji uğruna ölen her bir ağaçla insanı dirilterek adaleti sağlayacak olan tarihin meleği, ilerleme-kalkınma-büyüme kılıfındaki gerici rüzgâra kapılmış çaresiz durumda uçuşuyor havada. Öbür yandan, ölümle yaşam arasına ideolojik ve sayısal bir çizgi çizmeyenlerin, eşitlik ve özgürlük peşindekilerin, bu uğurda hayatını kaybeden insanları tek tek anması boşuna değildir. Bu, ölümü değil, tam tersine yaşamı yüceltmek içindir. Bu, daha iyi bir yaşam uğruna kendini feda edenlerin adını yaşatarak, onların mücadelesini devam ettirmek demektir.
Bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi derken, altı kişi olduk: 20, 22, 26, 27, 18, 19, 22. 30’unu göremeden deniz feneri olan bu insanların ışığı, sorumluluklarımızın kılavuzu olmalı. Daha iyi bir yaşam için organize olup, iktidarın ayrıştırıcılığına karşı sokaktaki özneleri aynı zeminde birleştirecek politik yapılar üzerinde düşünmeliyiz. Eşitlik ve özgürlüğün zemini ahlaki bir koşulsuzluk taşır. “Ama” koşulu yoktur. “Benim Kürt arkadaşlarım var ama…” gibi önermeler içeremez. Bu nedenle, halkların siyasal, kültürel ve ekonomik eşitliği ve özgürlüğü temelinde tanımlanarak, sokaktaki öznelerin çeşitliliğini yansıtan ve onların sesi olan politik yapıların birliğine ihtiyaç var.
Yaşama, adalete, eşitliğe ve özgürlüğe ibadetin gereği, her yer Toki’nin betonuyla kaplansa da, taşları kırarak çıkacak fidanlar her zaman var olacaktır. Konu, tarihin meleğinin havada savruluşunu durdurmak ve onu yeryüzüne indirmekse, yaşamın bu mücadelesi hep devam edecek. Ama fidanları ormana dönüştürecek olan, ortak bir zeminin iradesi olabilir. Tek bir çatı altında toplanmaktan çok, ilk etapta nefes aldıracak, ölümün değil yaşamın matematiğini hatırlatacak bir zemin. Elbette zor iş bu, ama zaten cehennemi yaratmak kolay, cenneti hem yaratmak hem de sürdürmek zordur. Cenneti yaratma sürecinin yolu da, en başta bu ülkede cehennemi yaşamışların, yani ezilenlerin ve dışlananların yolundan geçiyor. Bu ülkede “of be iyi ki varlar” dedirten insanların; Kürtlerin, eşcinsellerin, sosyalistlerin, Alevilerin, kapitalizm karşıtı Müslümanların vs. zaten hep bir nefes alma mücadelesinde olmaları tesadüf değil.
Bu mücadelelerin ortak bir iradesini ortaya koyacak zeminin nasıl yaratılacağının, iktidarın sahnelediği ölümün matematiği yerine ortak yaşamı yüceltecek toplumsal sahneyi nasıl kuracağımızın üzerinde düşünmenin zamanı çoktan geldi.

Cuma

Gezi Notları 3: İnsanın Tini Olarak Özgürleşme

E. Delacroix, La Liberté guidant le peuple

Tarihin devrimsel anlarında yaşamış kişileri hep kıskanmışımdır. Devrimin içinden, eylemin içinden, henüz koşul ve sonuçlar gözle görülemezken, bir sonraki anda ne olacağı kestirilemezken, bir amaç uğruna körü körüne bir sonraki adımı atan eylem insanlarının hislerini hep anlamak istemişimdir. Nasıl oluyor da, tarihin ilham verici öyküleri anın içinden, belli belirsiz bir amaçla ama hiç bir öngörü olmadan yazılabiliyordu?

Neyse ki, tarih yüzümüze gezi direnişiyle güldü. Önemli bir fail olarak Sırrı Süreyya Önder'in ismini burada anmayı görev bilsem de, o dahil kimsenin kestiremeyeceği, toplu bir özgürleşme hareketi olarak gezi direnişi tarihe sihirli formüller biçmeye fütursuzca devam edenlerin yüzüne tokat gibi geldi.

Elimizde değil; direniş boyunca -nafile olduğunu bile bile- şu soruları sorduk durduk:

- Gerçekten bir şeyler değişecek mi?
- Peki bütün bunlar nereye varacak?

Bu pek elzem sorulara cevap niyetine, rastgele tarihsel olaylardan çıkarımlar yapıp, olmazsa olmaz bilimsellik iddiası sağlayan neden-sonuç ilişkileri kurup kendi çapımızda 'analizler' yaptık, velhasıl bol bol bilmişlik tasladık. Evet, doğru, eylemin ve tarihi anın tam içinde olsak bile, insan aklının karşı koyamadığı bir zaafı var: Geleceği tahmin etmek ve planlamak hastalığı. İnsan bilincinin içinden sıyrılmayı başaramacağı bir realite bu. Halbuki, acı gerçek, en rasyonel ve amaca yönelik hareket eden bir fail bile olayların ve genel olarak tarihin gidişatını yönlendirebileceğini iddia edemez. Bu öznelerin tarihte hiç bir rolü yoktur, daha büyük güçler, görünmez eller vardır anlamında söylenmiş bir önerme değil. Tabii ki, tarih denilen şey insan edimlerinin toplamından ve ziyadesiyle çatışmasından oluşur. Öznesiz tarih zaten olamaz; ancak tarihin bir çizgi üzerinde ilerleyen, sürekli rasyonel olanın gerçekleştiği ve önceden kestirilebilen bir süreçler dizisi olduğu varsayımını kafamıza kim, hangi vesileyle yerleştirdi bilemiyorum ama bu virüsten bir an önce kurtulmamız gerekiyor. Her ne kadar feylozoflarca çoktan terk edilmiş bir düşünce biçimi olduğunu görsek de, teleolojik/ereksel tarih anlayışının zihnimizde ve dilimizde korunduğunu teslim etmemiz gerek. Tarih ne doğrusal, ne döngüsel, ne sadece diyalektik, ne sadece rasyonel, ne sadece olumsal, ne de sadece teleolojik. Yüzyıllar boyu kafa patlatıp durmuş düşünürler, amma ve lakin, tarihin işleyişine dair sihirli bir formül yani evrensel örüntüler tespit edememişler.

Bu çok çok iyi bir haber! Tarihin kestirilemezliği, yani olumsallığı, bir yanda; benzer koşulların benzer sonuçlar doğurması, yani nedenselliği ve rasyonelliği, diğer yanda. Tarihin diyalektiği diyebileceğimiz, olumsallık vs. nedensellik faktörleri, esasında, adını doğru koymak gerek, insanın (hem tikel hem de tümel olarak)  büyük harflerle İNSANIN en büyük ve gerçek paradoksunun bir dışavurumu olarak okunabilir. Yani lafı dolandırmadan, olumsal ve rasyonel olmayı başaran, bu şekilde yaşamını mantıklı bir şeymiş gibi sürdürmeye çalışan bizlerin tarihinin önceden bilinebilen bir şey olmasını bekleyemezdik zaten. Ne tam rasyonel ne de tam irrasyonel canlılar olarak BİZ, edimlerimizle tarihi yarattığımıza göre, yakın gelecekte de tarihin sırrının çözülmesini beklememiz nafile olur. Rahat bir nefes! Ohhh..



Gelelim baştaki sorularımıza. Çok şükür ki, gezi direnişi ile ilgili sürekli sormaktan kendimizi alamadığımız, peki şimdi ne olacak? sorusunun yanıtını en yetkin tarihçi veya feylozof bile veremez. Verdiğini de iddia etmemeli. Gezi direnişinin kendisinin tarihin olumsallığının mükemmel kanıtlarından biri olarak karşımıza çıktığının altını çizmek isterim. Bu yüzden çok değerli, bu yüzden biricik, bu yüzden içinden kavranması zor, tarihsel karşılaştırmalarla sıradanlaştırılması yanlış. O yüzden, nereye varacağını kestiririm diyerek, bize Paris Komünü'nü, Prag Baharı'nı, Arap Baharı'nı, Tahrir'i, Londra Ayaklanmaları'nı, Bolşevik İsyanı'nı, Cumhuriyet Mitingleri'ni falan, tarihte yaşanacak her şey yaşanmış gibi, rasyonellik ve nedenselliklere sırtını dayayarak salık veren analistlere -ne kadar güzel veya karanlık bir gelecek resmi çizerlerse çizsinler - bir noktadan sonra mesafeli yaklaşmamız gerekli.

Direnişin bizlere yaşattığı en güzel duygu özgürleşmek oldu. Tarihin tini diye bir şey varsa, Hegel'e kulak verecek olursak, o zaman daha da özgürleşeceğiz. İnsanlar tikel olarak özgürleşmeyi bir telos, bir amaç, rasyonel bir emel olarak yaşadıkları müddetçe, tarihin tinini de yaratmış olmazlar mı? Özgürleşmenin karşısındaki her şeyi ve herkesi bizi özgürleşmeye daha da yakınlaştıran failler olarak görebiliriz. Evet, çok tanıdık diyalektik.

Özgürleşmiş, bedel ödemiş insan.
Kaynak: http://www.itusozluk.com/gorseller/gezi+park%FD+direni%FEi/509230

Tarihin tini diye bir şey var mıdır bilemem ama insanın bir tini var. Ethem Sarısülük özgürleşerek öldü. Tıpkı Hrant'ta ve çok önceleri Sabahattin Ali'de olduğu gibi katili serbest, hatta ödüllendiriliyor diyebilirsiniz; ancak aynı suda iki kere yıkanamayız. Bu akarsuyun suyu nitelik değiştiriyor, tadı, kokusu, görüntüsü, kimyası aynı kalmıyor. Bize 'şeylerin' değişmediğini göstermek için çok çabalayacaklar. Daha yeni pençesinden kurtulduğumuz sinizmin ve 'böyle gelmiiiiş böyle gideeeer' kabullenişinin içine bizi çekmeye çalışacaklar, neo-liberalizmin 'her koyun kendi bacağından asılır' sözde evrensel gerçeğiyle bizleri çok değerli dayanışmamızdan koparmaya uğraşacaklar. Sezar'ın hakkı Sezar'a: Ne de olsa onlar da tarihin failleri! Ama biz akıntıya karşı kürek çekmiyoruz, akıntı biziz. Öyle ki, biz işçiyiz, emekçiyiz, memuruz, beyaz yakalıyız, Türküz, Kürdüz, Ermeniyiz, feministiz, eşcinseliz, öğrenciyiz, kadınız, türbanlıyız, çocuğuz, Aleviyiz, ateistiz demiyoruz. Biz bunların tümünü olma halini yaşamadan, tümünü olabilme durumunu anlayan dünyalılarız diyoruz. Doğayı insanın hükmettiği bir nesne olarak değil, eşitimiz, dengimiz olarak görüyoruz. Kendimizi hiç bir şeyin üstünde veya altında görmüyoruz. Böyle yeni bir ahlakımız varken, içinde bulunduğumuz akıntı bizim müşterek tinimiz. Eğer ki, tarihin tinini özgürleşmek olarak tek tek failler olarak kurgulayabilirsek, bunun önünde hiç bir Napolyonumsu duramaz. Kurtuluş uzaklarda değil; kurtuluş anın içinde, şu anda ve burada. Tıpkı Bandista'nın şarkısında dediği gibi, kurtuluş, özgürleşmenin tadının çıkarıldığı her yerde. Böyle olduğu için de, kurtuluş; halihazırda direnişe katılan herkesin aklında ve bedeninde! Ölü ve diri!

Çarşamba

Gezi Notları 2: Orwell'in Köpekleri ve Devletin Meşru Şiddeti

Bu blogta devletin varoluş ve meşruiyet sorunları daha önce de tekrar tekrar sorgulanmıştı.* Hatta Orwell'in Animal Farm metninin bir incelemesinde 'köpekler' üzerinde de kısaca durulmuştu. Gezi direnişi vesilesiyle Orwell'in otoriter rejimlerdeki kolluk kuvvetlerine ilişkin oluştuduğu 'köpekler' karakterine tekrar göz atabiliriz kanımca.

Pink Floyd DOGS şarkı sözleri için: http://www.pink-floyd-lyrics.com/html/dogs-animals-lyrics.html

Bilindiği gibi, Hayvan Çiftçiliği'nde domuzlar, köpekler ve koyunlar baş rollerdedir. Otoriter yönetimi DOMUZLAR (ki bu kitapta hem Stalin'e hem de Napolyon'a göndermeler yapan NAPOLYON karakteri kendinde tüm erki toplama hırsıyla yanıp tutuşan lideri temsil etmektedir), devletin kolluk kuvvetlerini, yani mevcut iktidara karşı her türlü muhalefeti ve sorgulayıcı bakış açısını zor kullanma ve şiddet yoluyla bastıran KÖPEKLER, cahil bırakılmış (çoğu zaman okuması bile olmayan) ve balık hafızalı yönetilen (şöyle oku: sömürülen) halkı da KOYUNLAR temsil eder.

Gezi direnişinin en öne çıkan yanlarından biri polis şiddeti oldu. Yapılan anketler gösterdi ki, insanların %50'si aşırı güç kullanan polisin parka yaptığı şafak baskınlarından sonra yerinde duramayıp sokağa çıktı. Polis olmasaydı, muhtemelen bugün hala park işgal altında olacaktı ama milyonlarca insan sokağa dökülmemiş (ve yurttaşlarımız ölmemiş, gözünü kaybetmemiş, dövülmemiş) olacaktı. Ama tabii naif böylesi beklentiler.

Neden?

Devlet denilen aygıt (bildiğimiz bürokrasi, kayıt kuyut işleri), ki köklü bir geçmişi vardır, bir takım adamlar-kadınlar tarafından kontrol edilir. İktidar, adı üstünde, iktidarsızlaştırılmak istendiğinde, bunu savunacak ve kendisinin meşru kıldığı bir yol icat etmiştir: Kolluk kuvvetleri. Eski zamanlarda meşruiyetini göksel olandan aldığını iddia eden iktidar sahipleri yerine, artık meşruiyetini halkın oylarıyla aldığını iddia eden bir modern sistem almıştır. Demokrasi adı verilen bu sistem, yeterince dengeli olarak kurulmadı ve işlemiyorsa o zaman, çoğunluğun azınlığı ezdiği bir dikta rejimine dönüşebilir -ki Şekil 1a: Türkiye ve benzerleri.

Buradaki önemli nokta, kolluk kuvvetlerinin halka karşı herhangi bir yere hesap verme zorunluluğu olmadan şiddet ve baskı amacıyla kullanılabilmesi. Öyle ki, devletin kendiliğinden meşru kıldığı polis şiddetine karşı halkın 'taş atması' gibi sembolik sayılabilecek eylemler, devletin ağzında 'işte asıl şiddet budur' diye lanse edilir (çünkü meşru değildir!). Çok mantıksız ama işte böyle. Devletin hukuku devleti korur, halkı değil. Tıpkı çalışma yasasının işvereni koruduğu ve işçiyi ezdiği gibi. Hukuk, burada her türlü devlet şiddetini haklı çıkarmaya yarayan bir araca evrilmiştir. Halkın tek gücü kendi bedeni ve dayanışmasıdır. Sonuç olarak kolluk kuvvetleri, devletin pis işlerini eyleme döken bir maşa işlevi görürler. Bu nedenle halkın direk karşısına çıktıkları için devletin halkıyla fiziksel temasa geçişinin simgeleridir. Tam da bu nedenle sevilmezler veya acınası durumdadırlar, çünkü bir çok kere duyduğumuz gibi onlar 'emir eridir'. Onlardan yaptıklarını sorgulama veya emre itaatsizlik beklemek biraz abesle iştigal olabilir. Yine de, gezi olayları sırasında 4 tane polisin intihar ettiği bilgisi doğru olarak teyit edildi; ancak bu vakaların gerçek nedenleri nedir bilemiyoruz (bkz. http://siyaset.milliyet.com.tr/polis-intiharlari-ailevi-sorunmus/siyaset/detay/1721284/default.htm).

Kaynak: http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/yilda-ortalama-50-polis-intihar-ediyor-h24079.html

Şimdi Orwell'de bu kolluk kuvvetlerinin ortaya çıkış mevzusu ilginçtir; bize biraz içgörü sağlayabilir. Şöyle ki, aslında kitap boyunca köpeklerle ilgili pek fazla pasaj yoktur. İlk devrim yapıldığında oradadırlar ama henüz kolluk kuvveti değillerdir. Hikayedeki kilit olay, Napolyon'un 3 tane yavru köpeği annelerinden ayırıp yanına aldığı sahnedir. Uzun zaman bir daha bu köpeklerden haber alamayız. Ta ki Troçki olduğu aşikar olan SNOWBALL (başka bir domuz) çiftlikten kovulana dek. Napolyon, Snowball'un halkı eğitme, okuma-yazma öğretme, üretim yapma, teknoloji üretme gibi politikalarının kendi mutlak iktidarına büyük bir tehdit oluşturduğu görüşündedir. Snowball'u önce itibarsızlaştırır, yalan propogandalar yapar, sonra da köpekleri yardımıyla onu çiftlikten zor kullanma yoluyla kovar. Bir daha Snowball'dan haber alamayız. Böylece çiftlik hayvanları için tam bir karanlık çağ başlar.

İktidarını sağlamlaştıran Napolyon, bundan sonra köpeklerini mütemadiyen koyunlar üzerinde kullanmaya devam eder. Koyunlar ne zaman 'acaba?' diyecek olsalar ya da ne zaman 'Snowball haklıydı' diye düşünmeye başlasalar köpekler ortaya çıkar ve gerek psikolojik gerekse fiziksel şiddetle koyunların herhangi bir isyan (yeni bir devrim) yaratmasına izin vermezler.

Yalanlar ve gerçekler

Sonuç olarak: Kitapta her ne kadar köpeklerle ilgili fazla pasaj olmasa da, iktidarın meşru şiddet kaynağı olarak köpekler aslında tarihin gidişatında ve iktidarların otoriterleşmesinde çok çok önemli bir rol oynuyorlar. Ne var ki, köpeklerle savaşmak ve düşmanı salt onlarmış gibi görmek iktidarın işine gelecektir, çünkü daha önce de dediğimiz gibi, onlar sadece bir maşadır. Maşayla ilgilenmenin, enerjiyi ona yönlendirmenin anlamı vardır tabii ki, ancak asıl düşman köpekler değildir. Asıl düşman domuzlardır. Domuzlara ve her daim türemeye meğilli NAPOLYONlara karşı daha yapısal ve temelden baskı oluşturmak gerekir. Çok bilindik örnek: Gandhi'nin tuz yürüyüşü...Devrim ne zaman olur bilinmez, Hayvan Çiftliği'nde devrim hiç beklenmedik bir anda oluvermişti. yılların kötü muamelesine karşı dolmuş ve Old Major sayesinde bilinçlenmiş olan hayvanlar yem verilmeyi unutuldukları bir günde isyan bayrağını çekmiş ve insanların sömürüsüne karşı Hayvan İsyanı'nı başlatmışlardı. Tarihte tekerrürler olur mu bilmem, ama bazen döngüselliğe meğil ettiğim oluyor. İnsana karşı zafer kazanan hayvanlar, Napolyon'u da yenebilirler mi dersiniz?

* http://felsefepopisi.blogspot.com/2012/03/schiller-ve-orwellde-domuzlar-kopekler.html
* http://felsefepopisi.blogspot.com/2012/12/roboski-hadisesi-devlet-eyledi-canlar.html

Pazartesi

Gezi Notları 1: Kadınlar, Risk ve Evrimsel Psikoloji

Evrimsel psikoloji diye bir şey var. Bazılarına göre ayakları yere basan, sağlam bir disiplin; kimilerine göre ise düpedüz uydurma ve test edilebilirliği olmayan ama disiplinmiş gibi sunulmaya çalışılan spekülatif bir hobi. Gerçeği söylemek gerekirse, hangisi doğrudur, ben henüz karar verebilmiş değilim. Bazen davranışlarımıza ilişkin ilginç açıklamalara sahip olduğunu düşünsem de, deneylerle test ettiğini söyledikleri şeyler biraz şaibeli olduğu için henüz bilimsellik kritelerlerini tam olarak karşılamadığı belli bu alanın. Evrimsel psikoloji yolunda ilerleyedursun, ben burada indirgemeci evrim düşüncesine ve evrimsel psikolojinin en bilindik önermesine gezi protestoları ışığında eleştiriler yönelteceğim.

Evrimsel psikoloji şöyle buyurur: Kadınlar, çocuklarıyla ilgilenmeleri gerektiğinden ve bir sonraki neslin devamı gibi önemli bir sorumluluğu sırtlarında taşıdıklarından dolayı, erkekler kadar hayati risk içeren aktivitelerde bulunmazlar. Bu, onların doğası gereği böyledir. Nokta. Burada 'doğası gereği' sihirli kelimelerine dikkatinizi hemen çekiyim.

Gerçekten insana çok mantıklı geliyor, değil mi? Bebeği 9 ay taşıyan kadın, onu doğuran kadın, emziren kadın, onunla ilgilenen, her türlü ihtiyacına koşturan, şefkat gösteren kadın. Hemen araya sıkıştırıyım: Bakiresine kız, olmayanına kadın, çocuğu olana anne diye nitelendirilen binbir suratlı ve isimli bukelamun gibi bir canlı bu kadın. Biyolojik evrimin ona bahşettiği bu yetenekler, tamamıyla bir sonraki neslin korunması için. Ya da Richard Dawkins'in 'selfish gene' kuramına inanacak olursak, genlerin üzerimizde oynadığı gizli bir oyun bu! Aslında bütün mesele, genlerin soylarını devam ettirebilmesi, gerisi teferruat! Kadın, böylece programlanmış bir makina misali, bebeğinin hayatta kalması için kendi hayatından büyük fedakarlıklar veren ve neslin devamı için kendisini hayati hiç bir tehlikeye sokmayan bir yaratığa indirgeniyor. Hissettiği duygular, çocuğa karşı duyduğu sevgi, gösterdiği şefkat, kendini ve çocuğunu koruma 'içgüdüsü' hepsi VERİLİ. Geriye kalan sadece uygulama! E, ama sanırım uygulamada bazı hatalar oluyor!

Tarihsizlikten musdarip her bilimsel uğraşta olduğu gibi, burada da Buzul Çağı'nın sonunda evrimleşmiş ve Homo sapiens sapiens olmuş insanın evrensel bir takım davranış örüntüleri olduğu varsayımına baştan inanmak zorundasınız. Açıklama da mantıklı! Daha ne istiyorsun? diyebilirsiniz.

Ne var ki beni tatmin etmeyen şeylerden bir tanesi pratik yaşamdaki gözlemlerim. Diğeri ise metodolojik sorunlar. Metodolojik olarak belli, bu önermeyi/varsayımı nasıl test eder ve ispatlarsın? Hata yapma/sapma payın nedir? Kadınların davranış örüntülerini ortaya dökerken ne kadarının tarihsel koşullardan, ne kadarının biyolojik koşullardan kaynaklandığını söyleyebilir misin? Evrensel davranış örüntüleri olduğunu söylerken, kapitalizm/modernite öncesi veya kapitalizm dışı toplumlarda bu davranış kalıplarının kesinlikle var olduğunu ispatlayabilir misin? Memeliler alemine bakarak, 'biz de memeliyiz' gerçeğiyle yola çıkarak, birebir analojiler yapmak ne kadar sağlıklıdır? Uzar gider bu sorular.

Gelelim pratiğe. Bebeğini öldüren anne, çocuğuna şiddet uygulayan anne, beklenen fedakarlıkları göstermeyen anne, kendini hayati riske atan kadın, eve kapanmayı reddeden anne, sokakta direnişe katılan anne, bir düşünce uğruna her türlü riski alan anne, deney tüpünün başından ayrılamayan anne hangi kategoriye girer?

Evrimsel psikoloji yanılmış mıdır? Yoksa bu kadınlarda mı bir tuhaflık vardır?

Bir kere baştan teslim edelim: Kesinlikle bu kadınlarda bir tuhaflık vardır. Muhafazakar zihniyetler kadını eve hapsetmeye çok meraklıdır. Bunun meşru yolu da kadını yumuşak karnından vurmaktır: Bebek! Kadın olmasa (ki burada artık kadının adı anne olmuştur), bebek hayatta kalamaz. Bebeğiyle ilgilenmeyen kadın düşünülemez. Böyle bir şey varsa, o toplumda kabul edilemez, böyle bir anne hor görülür, ayıplanır, ayıplanmalıdır. Toplum ahlakı bağlamında yargılanmalıdır, dışlanmalıdır, ötekileştirilmelidir ki başka örnekler ortaya çıkmasın! Kadını, anne olarak adlandırdıktan sonra bebeğiyle ilgilenmesi gerektiği evrensel bir kural olarak kabul edileceğinden, kadının çocuğun hayatını (ve tabii ki kendisininkini) tehlikeye atmaması gerektiği salık verilecektir. Öyle ki, bu artık öğrenilen değil de, genlerimizle içimize işlenmiş bir 'içgüdü' olarak sunulacaktır. Böyle bir 'içgüdüsü' olmayan kadınlar ya kendilerini suçlayacaklar ya da öyle değilmiş gibi davranmaya çalışacaklardır. Yaratılan toplum baskısıyla öğrenilen bir davranış, sanki programlanarak kadın olana aktarılan bir ilahi durummuş gibi lanse edilecektir. Edilmektedir. Edilecektir diyebiliriz..

Ve bu masum görünümlü cici yalana ilk başta kadınlar inanmaktadır! Korkularımızın öğrenilmiş olması gibi, risk almama ve evine bağlı kalma da bize öğretilmiş olmasın? Evet, belgesellerde ben de izledim. Memeliler nasıl da yavrularıyla ilgileniyorlar. Öldüklerinde başında durup 'üzülüyorlar'. Bunları görünce evrimsel psikolojinin en azından anne-yavru ilişkisinin özel bir şey olduğuna dair önermesi yanlış gelmiyor. Ancak evrimsel psikoloji bir adım ileriye gidip 'kadınların hayati risk al(a)maması' diyor. Burada soru işaretleri ortaya çıkıyor. Risk alan ve böylece özgürleşen bu tuhaf kadınları evrimsel psikoloji nereye koyuyor? Görmezden mi geliyor? Bunları tarihsel koşullara mı sevk ediyor? O zaman kendisiyle çelişmiyor mu?

Başa dönüyoruz: Davranış örüntülerinin ne kadarı tarihsel koşullarla ne kadarı biyolojik koşullarla belirleniyor?

Bunun cevabını bekliyorum.

O zamana kadar kadınların risk alamaması gibi indirgemeci ve muhafazakarlara göz kırpan 'bilimsellik' iddiasındaki spekülatif önermelere itibar etmeyelim derim; çünkü işte gözümünün önünde ampirik veri yığınları:

Kırmızı sütyenden gaz maskesi yapan kadın

Her şeyi kıvılcımlayan görüntü. Bir şehir planlamacısına sıkılan biber gazı

Kimyasal Tayyip pankartıyla bir öğrenci

Direnişin simgelerinden biri, Taksim'de TOMA'ya direnen siyahlı kadın.

Çarşamba

Gözlerime İnanamadım!: Nesne-özne dikotomisi üzerine atıp tutmalar

Felsefecilerin, özellikle kıta Avrupası’nın felsefe geleneğinin, özne-nesne ikiliği üzerine ve bilincin işleyişi (fenomenoloji) üzerine ürettiği düşünceler, ortaya attığı fikirler ve bu dikotomiyi aşmanın yolları üzerine kafa patlatması bir kaç yüzyıldır sürüyor. Felsefe tarihçilerinin geleneksel olarak Descartes ile başlattıkları ve Kant ile zirveye taşıdıkları ‘özne felsefesi’ akımı şimdilerde sarkacın geri salınımıyla ‘nesne felsefesi’ne dönüşüyor gibi (bkz. Meillassoux, Bryant vb.).  

Kant’ın tanımladığı ‘kurucu özne’ anlayışı yerini yavaş yavaş ‘kurucu nesne’ye bırakıyor galiba. İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan post-critical düşünceye göre, dünyayı bilincimizde oluşan bilgilerle biz kuruyorduk. Hatta her birimiz farklı inşa ediyorduk, her birimiz dünyayı farklı okuyorduk ve dolayısıyla farklı yaşıyorduk. İçine düştüğümüz (Falling) dünya nesnel bir gerçeklikti tabii ama duyularımız, duygularımız, yaşantılarımız, deneyimlerimiz ve içinde bulunduğumuz her türlü bağlam bizim ‘dışımızdaki’ dünyayı nasıl okuyacağımızı belirliyordu. Bu görüşe göre, dünya nesnel olarak bilinemez, çünkü dünyayı bilebilen veya bildiğini iddia eden tek şey zaten öznelerdir. Öznenin bilebildiği dünya dışında başka bir dünya olmadığına göre ve özneler özne olmaktan çıkamayacaklarına göre evrensel olarak bilinebilen nesnel bir dünya diye bir şey mümkün olamaz. En temel tanımlar ve ölçü birimleri bile dünyayı nesnel olarak bilmenin göstergesi değildir, bunlar da öznenin tanımladığı dünyayı bilme araçlarıdır, hepsi kaçınılmaz olarak özneldir!
Eyvallah!
Post-modernist (bazı felsefeciler post-critical demeyi tercih ediyorlar) düşünüşde nesnel olarak bilinebilen bir dünya yoktur. Nesne-özne etkileşiminin olduğu ama öznenin içinde bulunduğu bağlamlar ve deneyimleri ışığında bilebildiği bir dünya vardır. Ayyy gözlerime inanamadım! derken işte öznelliğin sınırlarına dair bir ipucu yakalamış oluruz. Duyu organlarımız dışımızda bir dünyaya ilişkin veriler topluyor ve beyne iletiyor, ve beyin bunları aynı şekilde alıp bilgiye mi dönüştürüyor? Hayır! Beyin, kendi geçmiş deneyim, yargı ve önyargılarıyla harmanlayarak veriyi bilgiye dönüştürüyor. Yani nesnellikten öznelliğe geçmemiş bir 'bilgi' mümkün değil. Eğer duyularımızın ilettiği veri, şimdiye kadar edindiğimiz bilgilere aykırıysa 'gözlerime inanamıyorum!!' gibi saçma bir cümle kurarak bu durumu ifade etmeye çalışıyoruz. Sonuçta dediğimiz gibi, en nesnel ölçüler bile (zaman, mekan, uzunluk, hacim, renk etc..) öznenin ortaya attığı kategorilerdir. Yarın öbür gün bir uzaylı gelse, onların evreni bilme kategorilerinin bizimkinden 180 derece farklı olduğunu görürüz heralde. Sadece farklı duyu organlarına sahip olduğu için de değil! Şunu düşünün ki, gözün gördüğü renkler aynı biyolojik evrimden geçmiş tüm insanlar için birebir aynı olmalı değil mi? Bundan daha nesnel ne olabilir? Peki o zaman neden bazı kültürlerde ‘mavi’ diye bir renk yok? Neden aynı objeye bakan farklı gözler farklı renkler görüyor? Kültürlerarası renk algısıyla ilgili bir sürü deney ve yayın var, internetten açıp bakın. Renk bile kültürel olarak tanımlanan bir şeydir.

Daha da ilginci belki de sinestezi olarak bilinen tıbbi durumdur. Sinestezi 'sorunu' olan insanların bir duyu organları uyarıldığında otomatik olarak başka bir duyu organı da uyarılıyor. Mesela renkleri ses olarak, sesleri görüntü olarak, harfleri veya rakamları renk olarak algılıyorlar. Uzatmayalım: Duyu organlarımızın niteliği aynı gibi gözükse de, işleyişleri ve beyinde yarattıkları etki bambaşka olabilir. Bir tane dünya var belki ama milyarlarca farklı dünya kavrayışı ve algısı var. İşin komik yanı bir çok insanla aynı şeylere gülmemiz veya sinirlenmemiz bir çeşit mucize. Diğer yandan, 'evet seni çok iyi anlıyorum' gibi sıradan cümleler kurarken çok dikkatli olmamız gerek. Böyle bir şey ne kadar mümkün merak ederim, orası ayrı konu...



Ehh, gerisini siz düşünün! Evrensellikten, aklın bir yolu olduğundan, genel-geçerlikten, yasalardan, ebedi-ezeli olan şeylerden bahsederken iki kere düşünmek gerek gerçekten.

Bir bebeği düşünün. İçine tam anlamda ‘düştüğü’ dünya zaten kültürlenmiş bir dünya. Aslında içine düştüğü şey dünya değil, kültür. Daha gözleri tam olarak görmezken baktığı dış dünya onun için bilgisini duyu organlarıyla ve yaşantılarla topladığı bir kolajdan ibaret olmalı. Daha sonra ilk yaptığı şey bazı nesneleri ayırt etmek, eline alarak, ağzına götürerek tanımaya çalışmak. Onun için nesnelerin hiçbir adı yok, işlevi yok, anlamı yok. Pencereden dışarı baktığında ‘işte ağaçlar’, ‘işte apartmanlar’, ‘işte hayvanlar’ demiyor. Aslında tam olarak pencereden baktığında ne ‘gördüğünü’ bilmemiz mümkün bile değil. Aynı manzaraya baksak da, onun 6 aylık gözleriyle bizim 30 yıllık gözlerimiz bambaşka şeyleri görüyor. Biz herşeyi isimlendirip kategorileştirirken ve böylece yargılarda bulunurken (‘yaşlı bir ağaç’, ‘yüksek kaldırım’) o dünyayı belki de gerçekten nesnel olarak algılıyor. Yargı vermeden, önyargılara sahip olmadan, şeyleri kategorilere ayırmadan, iyi-güzel-doğru gibi ahlaki yorumlarda bulunmadan dünyayı belki de olabilecek en nesnel haliyle kaydediyor. Bir yerlerde okumuştum, çok hoşuma gitmişti: Bir nesneye isim vermek onu daha iyi bilmemizi sağlamaz, onunla aramıza mesafe koymamıza yol açar diye. İsim verdiğimiz her ŞEY bir NESNE’ye dönüşüyor çünkü özne için. Yani bu açıdan bakılınca nesnesiz özne, öznesiz nesne olamaz şeklinde bir sonuca varabiliriz. Bir bilen olduğu zaman şeyler, nesneye dönüşüyor. O zaman özne-nesne dikotomisini sona erdirmenin pek de bir başarı şansı yok gibi, ama belki böyle bir uğraşın pek bir anlamı da yoktur.
İsmin mor renk tadında!

Aynı şey ‘nesne felsefesi’ için de geçerli. Her şeyi kuran özne değil de, özneyi kuran nesneyse eğer, o zaman yine aynı hatalara (hata demeyelim de aynı çıkmaz sokaklara) girmiyor muyuz? Anladığım kadarıyla çevreci akımlardan beslenen bu düşünce, öznenin biricikliğini, nesneler arasındaki üstün ve ayrıcalıklı konumunu alaşağı etmeye çalışırken (ki bu değerlidir tabii) yine özne odaklı bir bakış açısına varmıyor mu? Yani özneden kaçmak mümkün mü? Dünyayı bilebilmenin tek yolu kendi öznelliğimiz içinden bakmaksa, yine ölçüleri ve ölçekleri biz belirliyorsak ve dünyanın hakikatini bilme derdi tek bizde varsa; nesneler ne kadar bizi yönlendirirse yönlendirsin, davranışlarımızı ne kadar etkilerse etkilesin, kendimizi ne kadar saklamaya, küçültmeye, nesneleri özgürleştirmeye çalışırsak çalışalım sonuçta BİLEN ve bildiğini İDDİA EDEN sadece özneyse bu etkinliğin varacağı nokta eskisinden ne kadar farklı olacaktır?

Batı felsefesinin ulaştığı zaman-mekan-tarih bilinci noktasından geri dönmesi düşünülemeyeceğine göre, özne-nesne ayrımının bizi daha çok meşgul edeceği belli. Hiç birimiz bebekliğimizdeki ‘safa yakın’ bilinç durumuna geri dönemeyeceğimize göre, yani birbirini sürekli olan etkileşim içinde kuran özne-nesne evreninde, bilinç ve bilgi dünyasında dolaşmaya devam edeceğiz. Bunun dışında başka bir nesnellik alanı aramak zaten nafile (bunu artık sağır sultan duydu heralde, gerçi bizim üniversitelerde duymayanlar kalmış). Yani kendinde-şeylerin bilgisine ulaşamayacağız. Ha, kendinde şeylerin bilgisi diye bir şey de yok. Şeyler sadece varlar. Bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak varlar. Onlara sen varsın diyen bir özne olmasa bile! İnsanlar ortaya çıkmadan önce dünyada yaşamış fosilleri düşünün. İnsan diye özbilinçli bir canlı evrimleşmemiş olsaydı da, onlar bu dünyadan gelip geçmiş olacaklardır. Yalnızca bilinemeyeceklerdi. Orası ayrı! İşte öznenin haddini bilmesi için bence bunu idrak etmesi gerekli. Herşey sonuçta Erich Fried’un şu şiiri ile anlatılabilir sanırım:
Was es ist
Es ist Unsinn
sagt die Vernunft
Es ist was es ist
sagt die Liebe

Es ist Unglück
sagt die Berechnung
Es ist nichts als Schmerz
sagt die Angst
Es ist aussichtslos
sagt die Einsicht
Es ist was es ist
sagt die Liebe

Es ist lächerlich
sagt der Stolz
Es ist leichtsinnig
sagt die Vorsicht
Es ist unmöglich
sagt die Erfahrung
Es ist was es ist
sagt die Liebe


Türkçesi (www.erichfried.com adlı siteden alınmıştır)

Saçma
diyor akıl
Ne ise odur
diyor sevgi

Mutsuzluktur
diyor hesap
Acıdan başka şey değildir
diyor korku
Çıkmazdır
diyor anlayış
Ne ise odur
diyor sevgi

Gülünç
diyor gurur
Hafifmeşreptir
diyor ihtiyat
Olanaksız
diyor deneyim
Ne ise odur
diyor sevgi

Görmek


En garip sorulardan biri bence hep şudur: Atomlar nasıl oldu da belirli bir düzenek haline gelip, yine kendileri, yani atomalar üzerine düşünen bir yapı oluşturdular? Yani, insan bilincine kadar giden organik süreç nasıl ortaya çıktı?
Böyle sorunca elbette diğer canlılara, kedilere, köpeklere, bitkilere, amiplere haksızlık ediyoruz. İzlediğimiz belgesellerden belli ki, birçok hayvanla aramızda tek bir "tık" var, yani öyle aman aman bir fark yok, dil dışında. O nedenle, canlıları da alalım aramıza ve yeniden soralım: Atomlar ya da atom atom altı parçacıklar, nasıl oldu da, kendilerini, varolan varlığın içinde yeni imkanlar açacak bir yeniden üretim düzeneğine, yani canlılara dönüştürdüler?
Burada en çok kafamı kurcalayan, bana gerçekten "mucizevi" gelen nokta, canlılarda görme algısı.
Görmek ne demek? Bunun için belki önce, görmenin hiç olmadığı bir dünya düşünelim. Bunu ancak düşünmemiz gerekebilir, imgelem dünyamızda, duyularımızı en aza indirgeyerek yapabileceğimiz bir düşünsel etkinlikte bir dünya tasavvur etmemiz gerekebilir. O dünyadaki en ilkel canlıda, görmeyi, tek hücrelilerle başlayan süreçte, dış dünyaya tepki veren, değişen dış dünyaya göre sinyaller veren sensörler düşünmemiz gerekebilir. Görmek: ilkel organizmalardan günümüze, evrenin kendi başınalığına bir son veren başka bir evren.
Merleau-Ponty'lerin yanıldığı nokta da sanırım tam buydu: görmenin hayvansal-bitkisel ve hücresel boyutuna inmemek. Tam bu satırları yazdığımda içeri giren bir kara kelebek, kendisine gelen uyarılara göre hareket ederken hem görüyordu hem görmüyordu. Yani karşısındakinin ne olduğunu bilmiyordu ama kendi yaşamsal stratejisi için, kendisine göre en uygun hareketi seçebiliyordu. Elbette bizim ekstra üretimlerimiz olan mum gibi şeyleri hesaba katamayıp ölmedikleri sürece. 
Kısacası görmeyi, sadece insanın şu ya da bu objeyi görmesi ve tanımlaması olarak aldığımız zaman, bu, son derece mucizevi bir eylem. Ama bu eylemin evrimsel tarihinde, görmek, yalnızca bu anlamda görmek değil, belirli sensörlerin, dış dünyadaki iletilerine tepki vererek hareket etmesini içeriyor. Ama aslında görmenin olağanüstülüğü tam da bu noktada ortaya çıkıyor: Belli ki görmek, salt insana özgü olmayan, canlının evrimine özgü, kendini dış dünyaya göre konumlandırma ve kendini ona göre hareket ettirme sanatı. Canlılık ve görmeyle ilgili esas soru da belki de burada ortaya çıkıyor: Dış dünya dediğimiz şey nedir? 
Büyük ihtimalle iç dünya ve dış dünya diye bir şey, "objektif" dünyada, yani dünyanın, evrenin kendi işleyişinde yok. Canlılığın, organizma olmanın en temel özelliği ise, kendine başta böyle bir iç ve dış dünya düzeneği kurgulamasında yatıyor.  Taa tek hücrelilerden günümüze kadar gelen süreçte, biz organizmalar olarak, belli ki, kendimize ait olağanüstü bir evren yaratmışız. Evrenin kendisinde olmayan renkleri görüyor, evrenin kendisinde olmayan sesleri duyuyor, evrenin kendisinde olmayan kültürleri kuruyoruz. O zaman, canlılık, evrenin içinde kendi kendine kurulmuş bir çılgınlık mı? Ama matematik hayır diyor şimdilik, çünkü kendi evrenimizden çıkardığımız hesaplarla, taa Mars gezegenine, bizim olmayan evrene, bir alet indirebiliyoruz. Burada, dış-objektif evren ve iç-subjektif evren arasında gitgeller başlıyor. Biz canlılara atfedilen bütün teolojik ve teleolojik varsayımları geçsek de -ki doğru düşünmek için onları geçmek gerekiyor- bu noktada yine de başa dönüyoruz:
İyi de, atomlar nasıl oldu da belirli bir düzenek haline gelip, yine kendileri, yani atomalar üzerine düşünen bir yapı oluşturdular?

Pazartesi

Sünnet Meselesi



Kimi zaman insanın kendi türüne yabancılaşması gerekir ki, türünün, nasıl tuhaflıklar, aptallıklar ve zalimlikler yapabildiğini ve bunları zorunlu gelenek olarak yutturabildiğini görebilsin. 
Acaba insanlığın bir bölümünün, sünnet pratiğini yeniden ele almasının zamanı gelmedi mi?
Her yıl hala milyonlarca kız ve erkek çocuğunun maruz kaldığı ve yaşamı boyu kendisinde iz bırakan bu zorbalığı birisi mantıklı bir şekilde açıklayabilir mi? 
Öncelikle şurası açık ki, bu pratik, doğal bir müdahale değil. Yeni doğan bireyin, hem de evrimsel olarak en kritik organında, belirli bir fazlalıkla doğduğunu düşünmek saçmalık. Tarihsel olarak ortaya çıkışındaki öne sürülen hijyen argümanları da, sünnetin götürdüklerini düşününce çok yavan kalıyor.
Her şeyden önce, sünnet operasyonuna maruz kalanlar, çocuk yaşta, yaşamsal imkanlarının en önemli parçalarından birini kaybediyor: Yalnızca bedenlerinden kopan bir et parçası değil, cinselliklerinin de önemli bir parçası, kendilerine sorulmadan ellerinden alınıyor. Bedenlerine ilişkin en önemli bilgilerden birinden mahrum kalıyorlar. Sünnet olanların, cinselliğin, sünnet olmadan nasıl bir şey olabileceğini hiçbir zaman bilemeyecek olmaları,  aynı zamanda fiziksel ve ruhsal bir sakatlama, varoluşsal bir iğdiş değil mi?
Sünnetin; gelenek, din ve devlet üçgeniyle çocukken sakat bırakılmasının, çocuklara uygulanan sadistçe bir pratik olmasının ötesinde başka bir anlamı ve işlevi olmalı.
Bu pratik, eril-erkek egemen bir geleneğin ve otoritenin, bir yaşam tarzı (sünnetin diğer anlamı) olarak ve çocuk bedenini sakat bırakarak, kendini insan ruhunda mühürlemesidir. Eril iktidarın, otoritesini koruma, sağlamlaştırma ve yeniden üretme adına, çocuklarına iğdiş edilme korkusunu ve kompleksini sadistçe aşılamasıdır. Elbette bunu, hijyen ve ilim kılığında yapar. Fenni Sünnetçi, yani fene, ilme hakim, teknik sünnetçi kavramı bu bakımdan önemlidir (Foucault neden bu sünnet meselesine pek değinmemiştir, bilinmez).
Bu pratiğin, İslam'la doğrudan alakalı olmadığını vurgulamak gerek. İslam'dan önce, Antik Mısır'da, Semitler'de olan sünnetten, Kuran'da bahsedilmez bile. Tanrı, işini gücünü bırakıp, "çocukların pipisini ve klitorisini kesiniz" diye buyurmamıştır. Hatta İslam'da gerçekleşecek olası bir reform sürecinde, sünnet meselesi ciddi bir şekilde tartışma konusu olabilir. Ama belli ki şimdilik, sünnet; hijyen, gelenek, yetişkinliğe adım, erkekliğin sembolü gibi "olmazsa olmaz" işlevleriyle bireysel ve toplu (sağolsun belediyeler) iğdiş seremonisi olmaya devam edecek.

Perşembe

Rabia'nın Çok Acıklı Hikayesi

Hikayenin gücü önemlidir. Her kim ki toplumsal bir analiz yapma iddiasına sahiptir, o toplumun hikayelerine kulak vermelidir. Hikayelerin gücü çok büyüktür. Toplumun ideolojisini hem anlatır, hem yaratır hem de yeniden üretirler. Bilimsel veri gibi sıkıcı ve kuru değildir, öğrenmesi kolay, dinlemesi zevkli ve aktarılması kolaydır. Hikayeler –ister gerçek ister hayalgücü olsun- kültürsüz doğan çocuğu kültürleştirmenin ve ona kendi bildiğimiz doğru ve hakiki dünya görüşünü aşılamanın en önemli aracıdır.

Hikayeler, özellikle Tanrısal bir dokunuşla taçlandırıldığında, koskoca bir toplumu harekete bile geçirebilirler. Veya tam tersi…
İşte bir örnek:
Geçenlerde takvim sayfasının arkasında okuduğum Rabia’nın hikayesi beni bu yukarıda aktardığım düşüncelere sevk etti. Toplumsal kanaatı genel-geçer bir olgu gibi nakleden bu hikayeyi bilmeyenler için özetlemek isterim:
Rabia, yoksul ve kimsesiz bir kızdır. Köle olarak satılır, kötü muamele görür, çok acı çeker. En sonunda yaşlı bir adamın yanında köle olarak eşek gibi çalıştırılır. Ama Rabia, Allah’a dua etmekten hiç vazgeçmez. Ona -veya bu adaletsiz dünyanın haline- HİÇ İSYAN ETMEZ. Bir gece yine Allah’a dua ederken, Allah ona konuşur. Bunu gören efendisi onu özgür bırakır. Rabia da Hz. Rabia olur, ermişler arasına katılır. Tanrı yolundan ayrılmaz…
 
Bu hikayeden çıkan ders nedir?
Bu hikayeden benim çıkardığım ders, dünyadaki adaletsizliğe, insanın insana çektirdiği acılara ve yaptığı haksızlıklara, hukuksuzluklara, isyan etmenin yanlış olduğudur. Egemen sınıf tarafından üretilmiş bu hikaye ile başkaldırı doğru olmayan bir davranış olarak –Tanrı aracılığı kullanılarak ve böylece meşrulaştırılarak- salık verilmektedir. Yoksulluk, tarihsizdir. Hep vardır, hep var olacaktır. İnsanın insana yaptığı kötülük verili bir durumdur. Hep vardır, hep var olacaktır. Ezilen insansan eğer, tek yapabileceğin şey varlığı yokluğu belirsiz, transandantal bir ‘yüce varlığa’ yakarmak ve böylece senin acılarını paylaşan, anlayan bir büyük varlık tasavvuru ile dünya üzerindeki acı dolu yaşama dayanmaya çalışmaktır. Bu dünya üzerinde seni kurtarabilecek hiçbir güç yoktur. Merak etme, öldükten sonra çektiğin acılardan ve yaşadığın haksızlıklardan dolayı takdir görecek ve ‘cennet’ adı altında hayal ettiğimiz ve aslında var olmayan bir mekanda bir elin yağda bir elin balda yaşayacaksın.
Bu hikaye kimin hikayesi? Sizce bu hikaye gerçekten yoksulların, acı çekenlerin, ezilenlerin hikayesi mi? Hayır! Bu hikaye, egemenin, ezenin, muktedirin hikayesi. Muktedirin ağzından, onun içinde yaşamaya alıştığı ve sürdürmeyi istediği dünyanın hikayesi. Yoksulluğu tarihsiz kılarak, Tanrı imgesini kendine şahit koşarak, ezilene –bir metafizik ‘varlık’tan başka- sığınacak hiçbir şey bırakmayan, daha doğrusu bırakmaktan korkan, muktedirin hikayesidir Rabia’nın hikayesi. Rabia, isyan etseydi, efendisine karşı mücadeleyi kazanabilirdi ve elindeki tek hayatta özgür bir kadın olmanın tadına varabilirdi. Hayır, Rabia’nın özgürlüğü isyan etmediği için ona bahşedildi. İşte, siz milyonlar!! Siz de isyan etmeyin! Bakarsınız, Rabia gibi Tanrı eliyle özgürleşirsiniz!
Arkadan pis pis sırıtan efendiyi görür gibi oluyorum.
Marx, boşuna demedi. Din, ezilenler için vardır. Muktedirin ve egemenin dine ihtiyacı yoktur. Din, ezilmişlerin iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir..Din insanlığın afyonudur:

"Religious suffering is, at one and the same time, the expression of real suffering and a protest against real suffering. Religion is the sigh of the oppressed creature, the heart of a heartless world, and the soul of soulless conditions. It is the opium of the people."  
 
Kurtuluş ve özgürleşme sadece bu dünyada olabilir. Ezilenin hikayesini dillendirmek o yüzden çok anlamlı. Dinsiz bir dünya hayal etmektense, belki de, ezilenlerin kendi hikayelerini anlatmasının ve nesilden nesile aktarmasının imkanını sorgulamalıyız. Egemenin çıkarını koruyan ve onun kötülüğünü meşru kılan bir Tanrı imgesine hiçbir kölenin, işçinin, emekçinin, işsizin ve çiftçinin ihtiyacı olamaz.