Çarşamba

Toni Erdmann ve Performans Toplumu

Toni Erdmann filminin iki uç karakteri..(Kaynak: IMBD)

2010'ların kapitalizmini ve modern bireyin kendine uyguladığı şiddeti kendi deneyimimizin ötesine geçerek anlamamızı sağlayan iki yeni esere değinmek istiyorum bu yazıda. Birincisi, Byung-Chul Han adlı Almanya'da yaşayan Güney Koreli bir filozofun "Şiddetin Topolojisi" adlı kitabı. Diğeri ise, 2016 yapımı "Toni Erdmann" isimli Alman filmi.

Birbiriyle hiç bir ilgisi yokmuş gibi gözükse de, esasında ikisinin de ortak noktası bize içine doğduğumuz neo-liberal dünyanın, ahlaksızlıkta ulaştığı sinir bozucu absürtlüğü göstermesi..Byung-Chul Han, bunu psikanaliz, ileri kapitalizm ve bireyin içine yerleşmiş şiddet bakımından akademik olarak incelerken; Toni Erdmann'ın senaryosu, belki daha da çarpıcı olarak, kurumsal bir küresel şirkette çalışan duygusuz ve hissizleşmiş bir kadına müdahale etmek zorunda kalan komedyen bir babanın gözünden aynı konuları işliyor.

Han'ın kuramı genel hatlarıyla şu: Freud ve sonrasında gelen psikanalistler, insan psikolojisine dair çözümlemeler yapar ve ruhsal rahatsızlıkları tanımlarken, aslında kendi içinde bulundukları "disiplin toplumu"nu tanımlıyorlardı. Disiplin toplumları, genel olarak, 20. yüzyıl boyunca yaşamış Batılı kapitalist toplumlardır. Han'a göre, bu toplumlarda yetişen bireyler üzerinde uygulanan şiddet "dış" kaynaklıydı. Yani hukuk, toplum, eğitim, devlet gibi güçlü ideolojik araçların kişi üzerinde baskı kurduğu, eylemlerini yönlendirmede ve seçmede dominant bir rol oynadığı toplum modellerinden bahsediyoruz. Bireyler, bu güçlü ideolojik aygıtlar tarafından dışarıdan dayatılan kuralları (doğruları ve yanlışları) öğrenir ve bireyin üstbenliği bunlara göre şekillenerek kişiyi baskı altında alırdı. Üstbenliğin yeterli kalmadığı veya benliğin aşırı baskılandığı durumlarda, psikolojik sorunlar ortaya çıkıyordu. Bu sorunların çözümü ise bilinçdışına itilen deneyim ve yaşantılarda aranabilir ve sorunlar çözüme kavuşurdu.
byung chul han ile ilgili görsel sonucu
Byung-Chul HAN, Filozof (1959-)

Han'a göre, 21. yüzyıl insanını anlamak ve ruhsal sorunlarına çözüm bulmak için artık bir "disiplin toplumu"nda yaşamadığımızı kabullenmek şarttır. Ona göre, Freud'un üstbenlik, benlik ve altbenlik kuramı bu yüzyıl insanını açıklamak için doğru araçlar değildir. Bunun nedeni, artık bir disiplin toplumunda değil bir "performans toplumu"nda yaşamamızdır. Performans toplumu, adı üzerinde bir tanımlama. Bireylerin özel ve iş hayatlarında -ki bunları birbirinden net olarak ayıramayız artık- gösterdikleri "performans"larla başarılı veya başarısız addedildikleri toplumlardır bunlar. Şirketlerin çalışanlarına koydukları kota baskısı, akademisyenlere dayatılan yayın ve atıf baskısıyla örnekleyebileceğimiz, neoliberal mantığın bireye dayattığı "ölçülebilir" (ancak ahlaki veya insani olmayan) kriterlere erişmenin bir çeşit "kurtuluş" olarak sunulduğu toplumlar bunlar. Bireyin iş yerindeki performansından, sosyal medyaya kendini sergileme biçimlerine kadar geniş bir yelpaze içinde tanımlanabilir perform etme hali. Böylesi bir "değerler" sistemine sahip toplumun ruhsal sorunları Burn-out ve depresyondur. Genellikle depresyona eşlik eden Burn-out yani tükenme sendromu kişinin kendini gönüllü olarak sömürmesinin bir sonucudur. O halde, karşımızda sadece yeni bir hastalıklar dizisi değil, aynı zamanda yeni bir birey vardır. Bu birey, kendini özgür zannettiği ölçüde,-çünkü artık üstbenliğin baskısından kurtulmuştur- kendini sürekli dönüştürmeye, geliştirmeye, esnek ve başarılı olmaya, performansını artırmaya yani güle oynaya bir özsömürüye doğru yelken açmaktadır. Han'ın deyişiyle, artık bir "İdeal-Ben" vardır, daha doğrusu artık "İdeal-Ben" tasarımıyla hareket eden birey vardır.

Bireyin tarihsel serüvenini şöyle özetliyor Han:

Hükümdarların modern öncesi toplumunda kelle uçurucu bir şiddet egemendi. Vasıtası, kandı. Modern disiplin toplumu hala bir olumsuzluk toplumudur. Ona hakim olan bir disiplindir, "sosyal ortopedi"dir. Şiddet türü deformasyondur. Ne cellatlar ne de mesleki deformasyonlar, geç modern başarı ve performans toplumunu tarif etmeye yeter. Bu topluma artık olumluluğun şiddeti egemendir ve bu yeni şiddet, özgürlükle mecburiyet arasında ayrım yapmaz. Patolojik tezahürü ise depresyondur."
En büyük paradoks Han'a göre bugünün şiddetinin -ki artık bu içselleşmiş, bireye eşlik eden özşiddettir- kendini bir özgürlük maskesi altında sunmasıdır çünkü birey eylemlerinde özgür ve bağımsız olduğu yanılgısı içinde hareket eder. Kendisini İdeal-Ben tasarımına adamış ve bunun için hayatın her alanında performans gösteren bireydir artık. Han'ın dediği gibi, "bu, insanın hem gardiyan hem tutuklu olduğu bir çalışma kampıdır."

Performans ve gösteriye dayalı sözde bir özgürlüğün serpildiği dünya artık, ne hukukun, ne ahlakın, ne dinin, ne devletin ne de eğitimin, sadece ve sadece sermayenin egemenliğine teslim olmuş bir dünyadır. Kitabın belki de en dramatik paragrafı günümüzün AVM'leşmiş topografyasını şöyle özetler:
"İktidar ve ihtişam politik alanı çoktan terk etti ve sermayenin iç mekanına taşındı. Reklamlar liturjik methiye ilahilerinin kapitalist versiyonudur artık. Yeni ürünleri metheden yıldızlar, günümüzün melekleridir. Haşmeti öven kapitalist ilahilerdir. İhtişam, kendini yalnız sermayeye adamış iktidarların güzel yüzüdür. Sermayenin iktidarına gösterilen rızanın adı, şimdi tüketimdir."
İşte Toni Erdmann karakteri bu sisteme sokulan bir çomak olarak karşımıza çıkar. Performans toplumu içinde yaşamaya devam eden alternatif bir dinozordur Toni Erdmann. Küresel ekonomi, kurumsal uluslararası şirketler, petrol fiyatları, politika-sermaye ilişkisi, outsourcing gibi neoliberal kavramlar, ezik şirket stajyerleri ve geri kalmış ülkelerin ebediyen yoksul kalacak insanları...Hepsi Toni Erdmann'ın kızı sayesinde gözlemleyebildiği hissiz bir varoluşa ait yabancı varlıklardır..

Bu dünyada sonuna kadar hissizleşmiş, hatta gaddarlaşmış, ikiyüzlü, yalancı insan suretli mahluklar gezinir. Toni Erdmann sayesinde içine girdiğimiz bu gezinme bize ileri kapitalizmin belki de en sömürülen, daha doğrusu kendini en başarılı olarak sömüren insanıyla yüz yüze getirir: Beyaz yakalılar.

İyi eğitimli, uluslararası çalışabilen, yabancı dil bilen, iyi okullara gitmiş, "başarılı" addedilen takım elbiseli veya döpiyesli insan görünümlü mahluklardır bunlar. Yaptıkları işin, doğaya ve topluma hiç bir faydası yoktur. Tek fayda, şirket yöneticilerine ve sahiplerine olan kar ile ölçülür. Filmin bir sahnesinde, Toni Erdmann'ın kızı Ines, bir sözleşme sayesinde bir sürü insanın işinden olacağını ve bunun şirket için iyi olduğuna değinir. İnsanların işini kaybetmesi sadece bir imzaya bakar, şirketin çıkarınaysa bu iyi bir gelişmedir. Kapitalist dünyada bu bir gerçekliktir, şirketi ilerleten bir adımdır. İşini kaybedenlerin ne adı, ne sanı, ne ailesi ne de yoksul olmama hakkı vardır..Ines için bu üzerinde fazla düşünülmemesi gereken acı ama kaçınılmaz bir realitedir.

Bu hissiz kız İnes, tabii ki, tüm bu insanlık-dışı yaşayışının bedelini ödemektedir. Mutsuzdur, hiç gülmez, hep gergindir ve içi kan ağlamaktadır. Babası ona "mutlu musun? diye sorduğunda, babasından ısrarla mutluluğu tanımlamasını ister. Böyle büyük kavramları gelişigüzel kullanmaması için onu azarlar. Esasında, bu soruya cevap veremeyecek kadar kibirlidir, gururludur ve insanlığından uzaktadır. Artık babası duruma katlanamayıp ona "Bist Du eigentlich Mensch?" (Sen insan mısın be?) dediğinde bile üzerinde hiç durmaz. Hissisliği ancak ve ancak "başarılı" bir toplantı sonunda patronu ona "Du bist ein Tier" (Sen bir hayvansın) dediğinde dağılır. İlk defa bir şeylerin ters gittiğini kendine itiraf edecek dürüstlüğe ulaşır bilinci. Bu noktadan sonra, şirketin geri kalmış ülkeleri sömürüsü ve yine şirketin çalışanlarını sömürüşü, dahası kendini depresyon noktasına kadar özsömürüşü görünür olmaya başlar kendi gözünde. Tam da Han'ın dediği gibi, kendisinin hem gardiyan hem tutuklu olduğu bu çalışma kampında, öz şiddetine boğulduğu içsel dünyasında yaşamaya devam ederken, bu uyanışla belki de hayatında ilk defa olarak otantik ve özgür bir eyleme imza atar. (Spoiler vermemek için burada kesiyorum.)

Han'ın kitabı ufuk açıcı, açık ve ikna edici. Ancak, devrimci değil. Han, bize bu sistemde insanın hem fail hem kurban olduğunu söylüyor. Kimsenin bu içselleşmiş şiddetten kaçamadığını söylüyor. Öyle mi gerçekten? Belki Han'ın tezinin tek zayıf halkası burası. Ve belki de Almanya'dan yazıyor oluşu Han'ın bazı görülerini kısıtlamış durumda. Artık fiziksel şiddetin kalmadığını, kendi deyimiyle "makro şiddetin" kalmadığını ilan ederken fiziksel şiddetin günbegün yaşanmaya devam ettiği "Ortadoğu" coğrafyasında yaşayan biri olarak acı acı gülmemek zor. Diğer yandan, gerçekten HERKES bu sistemde gardiyan ve tutuklu mu? Hiç sanmıyorum. Dışarıda gezen birileri var. Bunlar gittikçe tekelleşen dünya sermayesinin tezahürlerimizin ötesinde güçlere sahip insanları. Büyük bankaların CEO'ları, üst düzey yöneticileri, büyük uluslarası şirketlerin sahipleri, büyük yatırımcılar...Hangi ekonomik kriz olursa olsun bundan karlı çıkanlar, fayda sağlayanlar, krizlerin bitmesini istemeyenler, devletleri bile dolandıran bankalar, ve onların kredilerini sigortalayan şirketler..

Hayır, Han, herkes acı içinde değil dünyada. Herkes depresyon ve Burn-out tehlikesi içinde değil. Bir avuç insan ve şirket milyarlarca insanın rızkını hiç utanmadan ve sıkılmadan çalıyor. Tarihin en büyük ve en aleni hırsızlığı, ihtişam içinde ve ahlaki olarak olumlanarak, dahası, hiçbirimizin onayı olmadan gözümüzün önünde cereyan ediyor. Evet, bugünün bireyi bu sistemin değirmenine su taşıyor, doğru..Ancak, gerçek failler dışarıda! Bir yerden başlamak istiyorsak, Toni Erdmann gibi, kör gözün parmağına, en can yakan soruyu kendimize sormalıyız: "Biz insan mıyız be?"

KAYNAK: Han, Byung-Chul 2016 Şiddetin Topolojisi. Metis: İstanbul.


Pazar

Eski Ahit ve 11. Tez

Marx'ın dillere pelesenk olmuş meşhur sözü, Feuerbach üzerine 11. tezi: "Filozoflar dünyayı yalnızca farklı biçimlerde yorumlamışlardır, esas olan onu değiştirmektir." Bazılarının yorumuna göre Marx burada felsefe yapmanın sınırını çizerken, bazılarına göre ise filozofların yalnızca dünyayı yorumlamakla kalmayıp onu değiştirme sürecine katılmaları gerektiğini vurgular. Marx'ın Hegel'le alışverişini düşünürsek, ikinci görüş daha akla yatkın. Her ne kadar filozof ya da Hegel'in deyişiyle "Minerva'nın Baykuşu" her şey olup bittikten sonra havalanıp olan biten üzerine düşünse de, bu düşünüş ve yorumlama, zihinleri dönüştürme gücüne sahip olduğu ölçüde, gelecekte olup biteceklere de biçim verme kapasitesine sahip olabilir.  Ne olursa olsun, Marx'ın bu sözüyle ne demek istediğini Eski Ahit'i okurken sanırım daha iyi kavradım. 

Felsefe tarihinde, Eski Ahit'teki bazı öyküler üzerine tonlarca kitap, makale ve tartışma bulunabilir. Örneğin meşhur "İbrahim'in oğlunu kurban edişi" teolojik ve etik tartışmalardan varoluşçu felsefeye, filozofları ve teologları epeyce meşgul etmiştir. Bugün de İbrahim'le Tanrı arasındaki muhabbet özellikle çağdaş Fransız felsefecilerin şık kavramları üzerinden tartışılmaya devam ediliyor. Olabilir. Ancak Eski Ahit'i okumaya başlayınca bazı şeyler tuhaf gelmeye başlıyor. 

Öncelikle İbrahim'ın oğlunu kurban etme öyküsü, devasa Eski Ahit külliyatında hepi topu iki-üç sayfayı kaplıyor. Evet, diğer birçokları gibi görkemli ve etkileyici bir öykü, ancak bin küsür sayfada felsefe tarihinin atladığı bakalım neler var Eski Ahit'te. 



Şimdi cehennemde yanmayı garantiliyorum belki ama, Eski Ahit'in büyük çoğunluğu, aralara İbrahim'inki gibi görkemli öyküleri serpiştirildiği, bir halkın aba altından sopa gösterilerek nasıl sömürülmesi gerektiğine dair yöneticiler için yazılmış bir el kitabı gibi.  Örneğin "Mısır'dan Çıkış" bölümünde ilan edilen bayramlarda, halkın seçilmiş kâhinlere hangi sunuları, hediyeleri vermesi gerektiği, hangi hayvandan hangi eşyadan kaç tane verileceği sayfalarca betimleniyor. 

Önce elbette bir sunak yapmalı: "Benim için toprak bir sunak yapacaksınız. Yakmalık ve esenlik sunularınızı, davarlarınızı, sığırlarınızı onun üzerinde sunacaksınız." (Mısırdan Çıkış, 20,21). "Toprağınızın seçme ilk ürünlerini Tanrınız RAB'bin tapınağına getireceksiniz." (23,24). "Rab Musa'ya şöyle dedi: 'İsraillilere söyle, bana armağan getirsinler. Onlardan alacağınız armağanlar şunlardır: Altın, gümüş, tunç; lacivert, mor, kırmızı iplik; ince keten, keçi kılı, koç derisi, akasya ağacı, zeytinyağı, baharat, başkâhinin göğüslüğü için oniks ve kakmak taşlar. Aralarında yaşamam için bana kutsal bir yer yapsınlar. Konutu ve eşyalarını sana göstereceğim örneğe göre tıpatıp yapın.'" (24,25). Bundan sonra RAB, saf altından mekânını, içindeki altından eşyaları tasvir eder tüm detaylarıyla. Sonra günlük sunulara geçilir: "Düzenli olarak her gün sunağın üzerinde bir yaşında iki erkek kuzu sunacaksınız. Kuzuyla birlikte bir litre sıkma zeytinyağıyla yoğrulmuş bir kilo un ve 1 litre şarap sunacaksınız. Öbür kuzuyu akşamüstü, beni hoşnut eden koku, yakılan sunu olarak, sabahki gibi tahıl sunusu ve dökmelik sunuyla birlikte bana sunacaksınız," (29).

Eski Ahit'te ne tür armağanlar sunulacağı, yapılacak yeni sunakların hangi malzemelerden yapılacağı, günahlara karşı Tanrı'ya ne tür malların bedel olarak ödeneceğiyle ilgili en ince detaylarıyla (örneğin Esenlik Sunusu ve Günah Sunusu'nda hangi büyükbaş hayvanların böbrek üstü yağlarının ayrılarak sunulması gerektiği gibi, Levililer 4) abartısız yüzlerce sayfa var. Elbette aralarda, bu buyruklara uyulmadığında halkın Tanrı'nın hangi gazabıyla karşılaşacağına dair bol bol uyarı ve tehditle beraber. Yeri gelmişken: Eski Ahit'in Tanrı'sı intikamcı ve acımasız. Sunulardan ve armağanlardan kalan sayfalar, Tanrı'nın kurallarına uymayanların nasıl taşlanarak öldürüleceği, halkının vaat edilen topraklara giderken önüne çıkan diğer halkları nasıl çoluk çocuk toptan öldürmesi gerektiği üzerine buyruklarla dolu. Ayrıca kendi deyimiyle "kıskanç" bir Tanrı ve sürekli küsüp kendi halkını cezalandırıyor. Şöyle bir bölüm var mesela: Söz Dinlemez Oğul: "Eğer bir adamın dikbaşlı, başkaldıran, annesinin ve babasının sözünü dinlemeyen bir oğlu varsa, annesi ve babası onu kent kapısında görev yapan ileri gelenlere götürecekler. Onlara şöyle diyecekler: 'Oğlumuz dikbaşlı, başkaldıran bir çocuktur. Sözümüzü dinlemiyor. Savurgan ve içkicidir.' Bunun üzerine kentin bütün erkekleri onu taşlayarak öldürecek. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız." (Yasanın Tekrarı 21,22). Ama Eski Ahit'in Tanrı'sının bitmek bilmeyen öfkesi başka bir yazının konusu. Meseleye dönersek Eski Ahit, hiyerarşik bir toplumun nasıl kurulacağı, iktidarın toplumsal sınıflardan nasıl faydalanacağına dair artık şifre de diyemeyeceğimiz bariz yönergeler içeriyor. Binlerce yıl boyunca filozofların bunu atlayıp, iki sayfadan oluşan İbrahim'in oğlunu kurban edişine (ya da edemeyişine) odaklanışı artık nasıl bir hipnotik süreçle açıklanır bilemiyorum. Biz Marx'a ve dönemine kurban olalım yine de. 

Schelling: İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine

"Özgürlüğün gerçek ve canlı kavramı, onun iyiliğe ve kötülüğe olan yetkinliğidir."

zgürlüğün içinde bir arzu uyanır, dik ve sarp bir yamaçta başı dönen birini gizemli bir ses gibi aşağıya düşmeye çağırır; ya da eski bir söylenceye göre, Sirenler’in derinlerden yankılanan karşı konulamaz şarkısının, oradan geçmekte olan denizcileri girdaba sürüklemesi gibi."

"Bireysel eylem, özgür varlığın içsel zorunluluğundan kaynaklanır ve bu zorunluluk, sık sık yapıldığı gibi, mecburiyete dayalı ampirik zorunlulukla (ki bu da aslında yalnızca kılık değiştirmiş rastlantısallıktır) karıştırılmamalıdır. Peki ama özdeki bu içsel zorunluluk nedir? Burada söz konusu olan, zorunluluğun ve özgürlüğün birleşmesidir. Bu öz, cansız bir şey olsa ve insanda yalnızca verili bir şekilde bulunsa, bu özden meydana gelecek olan her eylem yalnızca zorunluluktan meydana gelmiş, böylece hesap verilebilirlik ve özgürlük ortadan kalkmış olur. Bizim bahsettiğimiz içsel zorunluluk bizzat özgürlüktür; insanın özü bizzat insanın kendi eylemidir; zorunluluk ve özgürlük, tek bir öz olarak birbirinin içindedir, yalnızca farklı açılardan bakıldığında farklı görünürler, örneğin kendi içinde ele alındığında özgürlük olan, biçimsel olarak ele alındığında zorunluluk gibi görünür."

"Tüm eylemlerin inkâr edilemez zorunluluğuyla beraber, kendinin farkında olan her birey, kazayla ya da rastlantısal olarak iyi ya da kötü biri olmadığını kendisine itiraf etmek zorundadır; örneğin kötü bir birey, kendisini kesinlikle zorla bu duruma getirilmiş hissetmez, tersine eylemleri kendi istencine uygun biçimde gerçekleşir, istencine karşı değil. Bir kişi kaza ya da rastlantı sonucu iyi olmaz, ayrıca herhangi bir zorlama ya da baskı, hatta cehennemin kapıları bile onun temel tutumunu sarsamaz. Ortaya çıktığında zorunlu hale gelen özgür eylem, yalnızca öz farkındalık ve ideal bir şey olarak bilinçte oluşmaz, çünkü özgür eylem, yalnızca bilinci değil özü de önceler, hatta bizzat her türlü özü ve bilinci meydana getirirAncak bu eylem, insanın tamamen bilinçsiz olduğu bir eylem değildir; örneğin yanlış bir davranışını mazur gösteren ve “ne yapalım ben böyleyim” diyen birisi, bizzat bu kişi olmasının kendi suçu sonucunda gerçekleştiğinin farkındadır, tıpkı başka türlü davranamayacağı konusunda haklı olduğu gibi."

"Kötülüğün genel olanağı, gösterildiği gibi, insanın kendi benliğini özel bir araç olarak görmek yerine, onu her şeye hükmetmek isteyen bir evrensel istence yükseltmesinde ve içindeki tinselliği bir araca dönüştürme çabasında yatar."

"Dürüstlük, ödevin katı bir şekilde yerine getirilmesi olarak son derece biçimsel olabilir, sert ve zalim bir karakteri olabilir. Bu katı tutum, doğadaki yaşamın katılığı gibi, ilk kez gerçek zarafetin ve ilahiliğin yeşereceği tohumdur; öte yandan sözde daha soylu olan ve bu tohumu küçümseme hakkını kendinde bulan ahlak, hiç meyve üretmeyen cansız bir filize benzer."

"Kendisinde kötülük yapacak malzeme ya da güç olmayan kişi, iyilik için de hazır değildir. Olumsuz ahlakımızın savaştığı tutkuların her biri, bir erdemle aynı kökü paylaşan güçlerdir. Her türlü nefretin ruhu sevgidir ve en şiddetli öfkede kendini gösteren, en içteki merkezin kışkırtılan dinginliğidir. Uygun ölçüde ve organik bir dengede olduğu sürece tutkular erdemin gücüdür ve onun doğrudan aracıdır."

"Tin, hem içindeki logosu hem de sonsuz özlemi algılayarak ve aslında kendisi olan sevgi tarafından mecbur edilerek, sözünü söyler, böylece akıl ve özlem, özgürce yaratan, her şeye gücü yeten istence dönüşürler, doğanın başlangıçtaki düzensizliğini, sanki bu düzensizlik kendilerinin eseriymiş gibi düzene sokmaya çalışır."

 "Sevgi, kendi başına var olan, ama gerçekte öteki olmadan var olmayan ya da var olamayanları birleştirir. Sevgi, zaten birbirlerine ihtiyacı olan şeylerin bir araya gelmesi değildir. Gerçek sevgi, kendi başlarına var olabilen şeylerin, yine de başkası için ve başkasıyla var olmasıdır. Sevgi, parçaların bir bütün oluşturması değil, başka bir parçaya ihtiyacı olmayan bütünün, yine de -buna rağmen- başka bir bütünle var olmasıdır. Bu aynı zamanda sevginin özgürlükle olan özsel bağını gösterir."

Pazartesi

Nesne-yönelimli ontoloji: Mükemmel Bir Felsefi Suç

Felsefede yeni bir hayalet dolaşıyor. Postmodernizm ve onun görkemli filozoflarından bu yana yepyeni bir felsefi düşünüşten pek söz edilmiyordu, bazıları söylenecek her şeyin söylendiğini, düşünülecek her düşüncenin düşünüldüğünü belirtiyordu hatta. 

Şimdilerde yeni bir düşünce biçimi doğuyor felsefede, hatta çoktan doğdu desek yeridir; çünkü ciddi bir literatür oluştu bile bu konuda. Bu yeni felsefi düşüncenin kabul gören genel adı "Object-Oriented Ontology", yani kısaca "OOO". Türkçe'de "nesne yönelimli ontoloji", yani "NYO"olarak çeviri önerisinde bulunabiliriz. Önemli temsilcileri Quentin Meillasoux, ve sonra fikir ayrılıklarıyla birlikte gelişen iki ana dalı temsilen Graham Harman ve Levi Bryant. NYO, insan olan ve olmayan şeyleri felsefenin görünür alanına alarak, insan merkezcilikten uzaklaşma arayışında. Ancak tek meselesi bu değil, bir koca adım daha ileri giderek, şeylerin kendindeliğini, bağımsızlığını, birbirine indirgenemezliğini, onların içsel ve bize görünür olmayan "ilkel bilinçlerini" kabul etme eğiliminde. Yani, şeylere "şey" deyip geçmeyin; onlar biz onlara bakışımızı yöneltmediğimiz sürece "kendilerine çekilmiş" (withdrawn) durumdalar, bu onların bizim algımızın ve düşüncemizin ötesinde bir varlıkları, eyleme kapasiteleri ve hatta hatta ilkel bir psikeleri olmadığı anlamına gelmez! (Bana inanmıyorsanuz Harman'ı okuyun, aynen de böyle diyor!).

Graham Harman (1968- ;NYO'nun en önemli filozofu)

Biraz daha açalım:


NYO, modern düşüncenin Kartezyen ikiliklerine, özellikle Doğa-Kültür, Özne-Nesne ve Fail-Yapı ayrımına, modernizmle birlikte yükselen “bilen özne” tahakkümüne, bu düşünceye sonradan eklenen Kantçı “kuran özne”nin ayrıcalıklı konumuna karşı tavır alır. Unutulmamalı ki, Kant felsefesinin en önemli yönlerinden biri, dış dünyayı kendi zihinsel kapasiteleri ve duyu organlarıyla algılayan, ve böylece şeyleri fenomen (kendini görünür kılan şey) olarak bilen özneyi evrenin merkezine yerleştirmesidir. Dış dünya, bir özne tarafından “bilinmediği” sürece, nesnesi bile olmayan bir belirsizlik alanı olarak kalır (Albayrak 2015: 3). Bunun yarattığı en önemli sorun, öznenin bilme kapasitesinin her şeyin üzerine çıkması, özneye ayrıcalıklı bir konum verilmesi ve nesnenin bilen bir özne olmadan bir öneminin olamayacağı, dolayısıyla öznesiz bir nesne tasarımına karşı oluşudur. NYO’da, bilen bir özne olmadan da nesnenin bağımsız varlığı kabul edilir, yani öznenin karşısına dikilen bir nesne (Gegenstand) olmadan da, ondan tamamen bağımsız olarak nesne kendi içinde otonom ve eyleme kapasitesi olan bir varlıktır. NYO’ya temel oluşturan düşünce, Heidegger’in “Varlık ve Zaman” eserinde çeşitli aletlerin varlık durumlarını tartıştığı bir pasajda saklıdır. Heiddegger, nesnelerin kendine çekilmiş (withdrawn) ve bilinemez gerçekliklerini onların insana olan faydalı varlık durumundan (elönünde-bulunma; Vorhandenheit) ayırmak için “Zuhandenheit” (elaltında-bulunma; readiness-to-hand) kavramı altında inceler. Harman’a göre, bu elaltında-bulunma varlık durumu sadece insanlar ve nesneler için değil, tüm nesneler arasındaki ilişkiler için geçerlidir, yani, her nesne kendini göstermeyen, karanlık ve yüzeyin altında gizli kalan içsel bir varlığa sahiptir (Harman 2002). NYO, böylece, şeyleri, insanın bilme gücü ve isteğinin bir parçası olmaktan çıkarmakla, nesnelere tarihte geniş bir hareket alanı sağlamış olur. 
Heidegger'in çekici kırılmış...


NYO’da bu görüş nesneyi ön plana çıkarırken insanı arka plana itmek şeklinde bir düşünceyi yansıtmaz; onun yerine insanları da “nesneler” (şeyler) alanına dâhil ederek, onların üstün konumuna son verir. Böylece eski felsefelerin özne ve nesne olarak ayrı olarak ele aldığı entiteleri kapsayan tüm “şey”leri birbirinden bağımsız, birbirine indirgenemez ve eşit parçalar olarak görmek niyetindedir. Aynı zamanda, sürekli bilmeyle haşır neşir olan bir felsefenin (Epistemoloji) yerine varlıkbilimle (Ontoloji) uğraşan yeni bir felsefe getirmenin faydasına inanır. Böylece, “bilen ve kuran özne”nin hâkimiyeti ve felsefi düşüncede en az Descartes’ten bu yana baskın olan insan merkezci yaklaşım (anthropocentrism) son bulacaktır. Bunun yerine insanın merkezden çekildiği, insan olmayan her şeye faillik alanın açıldığı, dolayısıyla onların da bağımsız ve görünür kılındığı, yeni bir dünya tasarımı ortaya çıkacaktır. Böyle bir posthumanist evren tasarımında nesneler, insanlardan bağımsız olarak var olmakla kalmayacak, buna ek olarak insanlar olmadan da eyleme kapasitesine sahip olacaktır. Sözgelimi, bir sıvı insanlar olmadan da akabilir, yıldızlar ve kara delikler oluşur, toprak erozyona uğrar, dalgalar kıyıyı aşındırır, bir gemi batığı durdukça bozulur ve başka bir şeye dönüşür. Tüm bunlar felsefede nesneyi merkeze çekmenin gerekliliğini gösterir.    

Buraya kadar her şey yolunda. Okuması, üzerine düşünmesi bir hayli zevkli yeni heyecan uyandıran bir kavrayış.. Bir bakıma, insanın sırtındaki ağır yükleri de biraz alan rahatlatıcı bir düşünüş biçimi. Postmodernizmin kişiyi "birey" ilan eden, buyurgan ve talepkar parmak sallamasından bir anda özgürleştiriyor insanı. Herşeyle bir ve eşit olma, şeylerin kendilerinin başının çaresine bakabileceği, biz olmadan da evrenin devingen kalacağı ve işlerin yolunda gideceği fikri bana huzur veriyor açıkçası. Bir Japon Zen bahçesine bakar ve evrimsel, ezeli-ebedi huzuru bulur gibi bir hisse kapılıyorum...Derken, Kilis'e roket atılıyor, Ege'de bir mülteci teknesi batıyor, Afganistan'a bir drone saldırısı oluyor ve çocuklar ölüyor, bedenler ve zihinler paramparça oluyor...


Bana göre, NYO'nun zayıf karnı onun materyali ve ilişkileri simetrik bir düzene yerleştirmeye çalışırken, insan ilişkilerinin ve insanın kendisinin yarattığı eşitsiz ve adaletsiz tarihsel koşullara sırtını dönmesidir. Bu görmezden geliş, aslında her şeyi görünür kılmaya çalışan bir ahlaki tutumun, üzerine pek konuşulmayan ahlak dışı (amoral) duruşudur. NYO, istemeden de olsa, tarihte insanı kenara iterek, insanlığın en acil soru ve sorunlarına gözünü yummaktadır (ya da en azından kayıtsız kalmaktadır). Tüm düşünce biçimleri içinde geliştiği tarihsel bağlamın insan bilincinde yarattığı yeni etkiyle ortaya çıkar. O halde soralım: Günümüz dünyasının apaçık gerçeği nedir?

Günümüz dünyasının, yani içinde büyüdüğümüz ileri kapitalist dünyanın apaçık gerçeği sosyal eşitsizlik ve adaletsizliktir. Holding patronlarının bile kapitalizmden şikâyet ettiği bir çağda, insanın her gün maruz kaldığı eşitsizlik ve adaletsizlik duygusunun, felsefede bir sorun olarak tarif edilmeye son verilmesi, ironik bir ifadeyle, kendini bilmezliktir. Her şeyden önce, insan merkezcilikten uzaklaşma çabasından başlayalım. İnsan bilincinin bugün geldiği noktada, insan merkezcilikten uzaklaşma alınacak en ahlaklı tutumlardan biri elbette. Ne var ki, insanı merkezden çepere alma, insanın önemli bir fail olmaya devam ettiği dünyada, onun ahlaksız ve adaletsiz eylemlerinin de çepere alınmasına yol açıyor ne yazık ki. Belki burada yapılan hata, insanı topyekûn ve homojen bir entite olarak görme hatasına düşmek olabilir. İnsan; hayvanlar ve bitkilerin karşısına konduğunda homojen bir entite olarak görülebilir; ancak tüm olayların gerçekleştiği tarihsel bağlamında insanlar ırklarına, etnik kökenlerine, sınıflarına, cinsiyetlerine, yaşlarına, inançlarına ve karakterlerine vs. göre birbirinden ayrılan heterojen bir gruptur. Toplumlar ve bireyler arasında herhangi bir hiyerarşik ayrım, çatışma yokmuş ve bu dinamiklerin tarihsel olaylara etkisi yokmuş veya azmış gibi varsaymak, tarih biliminde yapılacak en büyük metodolojik hatalardan biri olur.
Böyle bir kayıtsızlık, ancak dünyanın realitesiyle yüzleşmeyen, ona dokunmayan ve onu bir sorun olarak tanımlamaktan uzak duran (ahlaksız değil ama) ahlak dışı bir kuramsal düşüncenin ürünü olabilir. Sözün kısası, Türkiye, Orta Doğu ve dünyanın diğer yoksulluk, adaletsizlik, işsizlik, savaş ve kölelikle boğuşan toplumları için ahlak dışı bir öğreti fazla “lüks” ve steril kalmaktadır. Açıkçası, benim bu yeni felsefi yönelimle ilgili biricik sorunum budur.   

Eleştirel kuramın önde gelen teorisyenlerinden M. Horkheimer (1982, 244), sosyal kuramın gerçek misyonunu “insanların köleleşmesine yol açan koşullardan onları özgürleştirmek” olarak tanımlar. Horkheimer (1982, 215), sosyal kuramın tarihteki görevini şu pasajda işler:


 «Eğer teorisyenin ve nesnesinin ezilen sınıfla dinamik bir bütünlük oluşturduğu görülebilirse, çalışmalarının sadece somut tarihsel durumun tanımlanmasından ibaret olmayıp o durum içinde onu değişmeye zorlayan etkenlerden birini oluşturduğu da anlaşılabilir: bu onun asıl işlevidir.»


Bu perspektiften NYO'ya baktığımızda, onun tarihin insanı köleleştirici koşullarını değiştirmeye zorlayacak ve ezilen toplumsal kesimlerin özgürleşmesini sağlayacak durumu yaratmak gibi bir derdi varmış gibi değil. NYO, insan olmayan faillere verdiği önemle hayvan ve bitkilerin insan tahakkümünden kurtulmasının aracı olabilir; ancak, insanı topyekûn çepere itmesiyle insanın insan tahakkümünden kurtulmasının bir aracı olamaz. Onun yerine, şeylere odaklanarak, insan-insan ilişkilerinin hiyerarşik, eşitsiz ve adaletsiz görünümlerini görünmez kılan bir yöne doğru kayma tehlikesi bulunmaktadır. Hatta eleştiriyi bir doz artırıp şeylerin (materyalin) bu kadar ön plana çıkarılmasının ileri kapitalizmin, neoliberallerin ekmeğine yağ sürdüğünü bile önerebiliriz. Şeylerin sorgusuz-sualsiz çılgınca tüketimine dayanan bir ekonomik sistem içinde, felsefenin de, pat diye, nesnelere ve onların mistik içsel kapasitelerine yönelmesi ilginç bir tesadüf değil mi? 

Reel dünyada karşılığı olmayan eşitlikler kurmasının dışında, NYO düşüncesinde, şeylerin otonomluğuna, içsel bağımsızlığına ve canlı eyleme güçlerine olan “inanç” da eleştirilebilir. Harman’a (2011: 103) göre, kayalar ve elektronlar gibi bilinçsiz entitelerin bile ilkel psikeleri onlara bir deneyim alanı açmaktadır. NYO'yu eleştiren Cole (2015: 321), şeylerin NYO’da bu kadar radikal bir biçimde kişileştirmesini (personification), Marx’ın Kapital’de bahsettiği “metanın mistik karakteri”yle karşılaştırır. Cole, NYO’nun da şeyleri kişileştirerek mistik bir karaktere büründürdüğünü, bunun da dünyanın gerçek meselelerine odaklanmayı engellediğini savunuyor. Katılmamak elde mi?

Sonuç olarak, NYO, zihinde heyecanlı titreşimler yaratan "cici" bir düşünce biçimi, felsefede radikal bir dönüşün de habercisi kuşkusuz. Ama ileri kapitalizmin parçalanmış ahlaksız dünyasının ahlak-dışı kalmayı yeğleyen "mükemmel bir suçu" aynı zamanda. Belki felsefeler hep böyleydi; realiteden kaçışın en estetik hali. Dünyayı çekilir kılan da budur belki..Son tahlili size bırakırım..




Kaynakça

Albayrak, M. B. 2016 Kant’ın Kopernik Devrimi. Bilim ve Gelecek 143: 2-9.
Bryant, L. R. 2011 The Democracy of Things. Ann Arbor: Open Humanities Press.

Cole, A. 2013 The Call of Things. A Critique of Object-Oriented Ontologies. Minnesota Review 80: 106-118.

Cole, A. 2015 Those Obscure Objects of Desire. Artforum Summer 2015: 318-323.

Harman, G. 2002 Tool-Being: Heidegger and the Metaphysics of Objects. Peru: Carus Publishing.

Horkheimer M. 1972 Critical Theory: Selected Essays. New York: The Continuum.