Cuma

Yolsuzluk, Yoksulluk ve Faillik


URSULA K. Le GUIN: Sonuçta lafı Anarres'e getireceğiz!

Tarihteki önemli anlardan biridir. Zamanın Tanrı'nın değil, İnsanın olduğu an. Tarih yüzyılı olarak bilinen 19. yüzyıl düşüncesinde karşımıza çıkan en önemli devrimlerden biridir bu. İnsanın zamanı olarak tarih demek, tüm insan etkinliğinin biricik sorumlusunun, aşkın bir varlığın bilinemez bir planı olduğunun düşünülmesinden vazgeçilmesidir. Antik Yunan'da Tanrılar'ın, Hristiyanlık sonrasında ise tek Tanrı'nın oyuncağı olan [cennetten kovulmuş, günahkar, tarihe düşmüş] insan, sonunda kendi eyleminin faili olabilmiştir.

Bu durum hem sevindirici hem üzücü. Sevindirici; çünkü insan kendi kapasitelerinin ve eylem gücünün, dolayısıyla, tarihi yönlendirme gücünün farkına varır. Bu, insana özgüven verir, özgür iradesinin olduğuna dair bir his kazanır. Kendi etkinliği üzerine düşünmeye iter onu faillik durumu. Kötü bir sonucu da vardır failliğin. Faillik, bir çeşit lanetdir. Sonuçlarından sorumlu olunan eylemleri göğüslemek ve öngörülemeyen kötü sonuçlara katlanmak zorunda kalır insan. Kendi etkinliğinin kötü sonuçlarını üzerine atacağı, kolaylıkla sıyrılabileceği, 'sorumlusu ben değilim' diyebileceği aşkın bir günah keçisi (Tanrı) yoktur çünkü artık tarihin içinde.

Faillik tanımını Gezi direnişinde hem ruhen hem bedenen yaşadık. Tüm varlığımızla baskının ve zorbalığın, yoksulluğun ve yolsuzluğun, ezilmişliğin ve sindirilmişliğin, gözden çıkarılmışlığın ve görmezden gelinmenin karşısında durduk. Güzel Haziran boyunca durduk. Tarihi, bir kaç hırslı ve ezik sözde 'liderin' değil, halkların emek emek örüyor olduğunu birebir içimizde duyumsadık. Dayanışmanın, 'iyi'nin tarafında olmanın, zorbalığa karşı durmanın, kurban vermenin ve ötekini kabullenmenin verdiği ahlaki hazzı yaşadık. Kendimizi ilk defa olarak bir fail olarak hissettik. Ve bununla gururlandık.

Sonra biraz zaman geçti, sular duruldu. Ölümler oldu, polis şiddeti devam etti, yaz geldi, millet dağıldı, yoruldu, ciğerimizi ve gözümüzü yakan gaz kokusu yetti artık. Taleplerimiz var dendi, eşitlikçi ve dayanışmacı ve başsız bir ortamda forumlar kuruldu. Konuşuldu, konuşuldu, konuşuldu..Ama tarihin faillerini dinleyen karar alıcılar var mıydı ortada? Ortalık duruldu. Failliğimizin tadı yavaş yavaş damaklarımızdan kaybolmaya başladığında, geri dönüp 'Gezi günleri'ne baktığımızda, artık geride bıraktığımız bir ütopyanın özlemi dolmaya başladı içimize. Elimizdeki tek somut kazanım bu olarak açıklandı bazıları tarafından.

Karar alıcılar, yani bizim zorbalarımız, oldukları yerde duruyorlardı. Sarsmıştık onları ama devirememiştik. En basitinden hiç bir emniyet müdürü görevinden falan alınmamıştı (göstermelik bile olsa).

Sonra geldi yolsuzluk davası. Herkesin bir gizeme bürünerek adından söz ettiği 'The Cemaat' kendi iç çekişmeleri yüzünden bir anda bizim zorbalarımıza karşı savaş açtı. Evlerde bulunan milyon dolarlar, ayakkabı kutuları, para sayma makinaları...Çürümüş ve kokmuş olduğunu bildiğimiz ama bir türlü gösteremediğimiz sistemin pislikleri bir anda gözümüzün önüne seriliverdi. Emniyet müdürleri görevden alınıyor, bakanlar istifalarını sunuyor, kabinede büyük revizyon yapılıyor, başbakan yine yurtdışı 'gezisine' kaçıyor, başbakan yardımcısı irite olmuş 'gafil avlandık' diyerek bir nevi suçunu itiraf ediyor, cumhurbaşkanından gık çıkmıyor falan filan..

Bizim iki ay boyunca tüm varlığımızla milyonlarca insan olarak yapamadığımız şeyi, 'The Cemaat' bir günde yapabiliyor. Açıkçası, bu bir hayalkırıklığı yarattı bende. Fillerin tepişmesi olarak nitelenen bu durumu ben çiğdem çitleyerek izlemek istemiyorum. Ellerimi ovuşturup oh ne güzel birbirlerine düştüler demek de istemiyorum. Ne halleri varsa görsünler!

Ama tüm çıplaklığıyla bu acı karşılaştırma bir yılgınlık yaratıyor.

Benim okumam şöyle (biraz karamsar): Halkın ne kadar güçsüzleştirildiğini ve milyonlar olarak sokaklara çıkıp tüm gücümüzle dirensek bile tarihin failleri olmakta ne kadar zorlandığımızı gördük. Zorbaları ancak zorbaların devirebileceğini, sonuçta, mevcut yapı içinde kalmaya devam edildikçe zorbalık rejiminin bir elden diğerine geçeceğini idrak ettik. Biz sokaklarda canımızı, gözümüzü, kafatasımızı, ciğerimizi ve polisin aşağılayıcı tavrıyla haysiyetimizi kaybederken; birilerinin yatak odasında paracıklarını say say bitiremediğini ve biz ne yaparsak yapalım bu kokuşmuşluğu -cemaatın istihbarat aygıtlarına sahip olamadığımıza göre- ortaya çıkaramayacağımızı gördüm. Devlet aygıtının içinde zorbalar ve daha zorbalardan başka bir şey olamayacağını gördüm. Ve bu beni yine ve yeniden aynı sonuca getirdi:

Fichte şöyle demiş: "Ahlak adı altında onca zaman nafile aranan şey, sosyalizmdir". Sadece kapitalizmi yıkmak ve yerine sosyalist devleti kurmak olamaz artık mesele. Devlet aygıtı tarihten silinmedikçe veya tamamen farklı bir şeye dönüşmedikçe, zorbalar ve zorbalıklar halkların tarihinin failleri olmaya devam edecek. Kendi tarihimizin öznesi olmak için, topyekün bir reddediş ve tertemiz bir başlangıç gerekiyor. Tüm ütopyalar, aynı zamanda bir dystopyaya yöneliştir ama GEZİ ütopyasının 'sürdürülebilir' olması için devletsiz, polissiz, askersiz, başsız, bankasız, şirketsiz, özel mülksüz olabilecek kadar -onların deyimiyle- radikalleşmekten (aslında belki normalleşmekten) başka çare yok; çünkü artık bize bir oyun alanı kalmamış, tüm köşeler tutulmuş. Sistem içinde bir kurtuluş umudu falan kalmamış. "İmkansız böyle bir şey, ütopik!" dediğinizi duyar gibiyim. Olsun, tahayyül etmeden, tezahür edemez ütopyalar sonuçta..

Ursula Le Guin 'Mülksüzler'de Odocuları Anarres denen gezegene göndermekte bulmuştu çareyi. Urras'ta kalanlar zorbalık ve vahşi kapitalist düzen altında 'yaşamaya' devam ediyorlardı. Anarres'tekiler ise çok zorlu ama onurlu bir yaşam sürüyorlardı. Özel mülkiyetin ve merkezi yönetimin olmadığı, herşeyin paylaşıldığı, sivil toplum tarafından idare edilen ve dilde bile iyelik eklerinin olmadığı bir toplumdu Anarres toplumu. Bize kalan iki seçenekten biri böyle bir şey. Hiç bilmediğimiz ve görmediğimiz bir yaşam biçimine adım atıp 'duvarın'/'çemberin' dışına yanımıza hiç bir şey almadan çıkmak veya zincirlerimizle yaşamaya devam etmek, küçük hazlara sığınarak sürdürmek hayatı, kendi küçük adalarımızı ve gezegenlerimizi yaratmak, kendi dokunulmaz mekanlarımıza hapsolmak, bir kaç ruh eşimizle dertleşmek, şiirler ve romanlar okumak, akşam bir tek atmak, sevişmek...

2 yorum:

  1. Tahayyül edilen düzen gelecektir ama bunun entelektüel bağnazların elinden olmayacağına inananlardanım.Zincirlerden şikayet edenlerin gücün sahibi olduklarında zorbalıklarını yanlarında getirmeyeceklerine kim garanti verebilir?




    Tahayyül edilen düzen gelecektir ama bunun entelektüel bağnazların elinden olamayacağını bir kez daha anladım.




    YanıtlaSil
  2. Benim yanıtım oldukça distopik olacak. Feodal kapitalizm. Zorba demesem de sömürü basamaklarının tepelerindeki insanlar tarafından tartışılmaya da başlandı. Aslında Etnoloji Defterlerinden beri materyalizme artık o kadar da gözümü kapayamıyorum hatta profeminist bir bakış geliştirmede yardımcı oluyor. Feodal kapitalizm kapitalist sistemin içinde hep vardı, ama modernite ve kurumları gözümüzü bağlıyordu. Sadece söylemden ibaret olan post-modernite bile bu konuda bir efsun yaratmaktan öteye gidemedi bence, mistifiye etti çok. Belki savaş koşulları da feodalizmi daha izi sürdürülebilir hale getirmiştir. Yine de tabii klasik anlamda kapitalizm ve emperyalizm ölecek diye bir şey yok. Ve çok kurumsal gibi görünen rekabet, taşeronluk vs. gibi ilişkiler oldukça kristalize olabilir. Tarihsel ilişkiler süreksizlikten süreklilik noktasına geçip görünürleşebilir. Ben yine de "küçük olsun benim olsun" anlayışımdan milyon kez dayak yediğim halde vazgeçemiyorum ki bunun en büyük riski elindeki o küçücük malı kaybetmektir. Hiçbir şeyle dımdızlak kalırsın. Bu çok kolaydır. Bu da bir entelektüel bağnazlığa (içinde yaşadığı toplum formülleriyle hiç uyumlu olmayan), bazen saray şaklabanlığına bazen de şamanlığa varabiliyor. Zaman sana ne hediye ettiyse. Oyunun sonunda Yalçın Küçük'e dönüşüp onomastik diye sayıklamak da var ya da bu canavarı ben mi yarattım demek. Zira büyük aktörler anında dönüştürüyor. Belki bir günde. Ben diyorum Judeao-Christian süreklilik bir biçimde bu topraklara gelsin, yeter bu kadın ticareti, sen diyorsun İsrail TC'ye doğal gaz kakalasın, bir de Rusya'yla Türkiye arasında taşeronluk yapsın. FETÖ düşsün başınıza! Büyük aktörler kim? Emniyet müdürü değil elbette. Spekülasyon gücü kimin elindeyse, ama bu kurumsal olmak ya da en azından kurumsal görünmek durumunda. kişisel spekülasyon gücü her zaman kaybetmeye meyilli gördüğüm kadarıyla. Zira çoklu aktörler, herkes en iyi kumarını oynamak istiyor. Ve çok sayıda insan var. Ve klanlar içerisinde de kişisel rekabet var. Kısacası savaşıyoruz hep beraber. Nietzsche'nin "ewige Feindschaft" formülüne inanıyorum. Klanlara, genslere ve hanelere de. Kısacası basit bir psikoz değil. Basitçe bir ikona sarılmak değil 20^li yaşlarda yaptığım gibi. Feodal kapitalizm çok acımasız. Oyuncakçı dükkanlarından ve kendini avant-garde olarak satan bir ticaretten anlayabilirsin. Ve gelen şey gidenden ne daha güzel ne daha çirkin. Sadece içinde huzursuzca devinip hayatta kalmaya çalıştığın bir sistem. "Her an köle olarak satılabilirsiniz" "Bilginizi iyi satarsanız köle olarak ense yapabilirsiniz" (Belki feodalden de öncedir)Her halükarda H.P. Lovecraft'in Salem sularına inmeden, klanları, gensleri kristalize etmeden kapitalizmde pek bir şey göreceğimizi sanmıyorum. Bağnaz bile değil, gerici bir görüş basbayağı.

    YanıtlaSil