Salı

Türkiye Keşke İran Olsa!

İran, bu ülkede en çok korkulan kelimelerden biridir. Sanki "öcü!" demek gibi bir şeydir İran demek. Kemalistler "Türkiye İran olmayacak!" sloganını diline dolamıştır. İslamcılar, Şii olan bu ülkeye fazla temkinli, yer yer düşmanca yaklaşırlar. Dünya konjenktörü malum: İran; Kuzey Kore gibi totaliter, baskıcı rejimlerle aynı kefede değerlendirilir. Bir entellektüel Amerikalı tanıdığımın "Benim İranlı arkadaşlarım var!" cümlesinde tezahür ettiği gibi; bir İranlı ile tanışık olmak radikal bir durum olarak, sadece entellektüel ortamlarda hava atılacak bir hoşgörü ve kozmopolitlik göstergesi olabilir ancak.



Cihanın yarısı İsfahan


Peki İran nedir? İran'dan korkalım mı? İran gibi olmaktan daha kötü bir kabus yok mudur gerçekten? Neden Türkiye İran olmayacak! diyoruz da, Türkiye Kuzey Kore olmayacak! demiyoruz?

Bana sorarsanız, İran olmaktan daha kötüsü Türkiye olmaktır, Mısır olmaktır, Afganistan olmaktır, Hindistan olmaktır, Özbekistan olmaktır, Brezilya olmaktır, Arjantin olmaktır, Meksika olmaktır. İran olmaktan daha kötüsü 3. dünyanın emperyalist ağlarında, totaliter demokrasilerinde yaşamak zorunda olmaktır. Böylesi mekanlarda öteki olarak soluyacak hava bulamamak, kimliğin ve emeğin aşağılanmasına, kadının nesneleştirilmesine, ücretli köleliğin sürdürülmesine boyun eğmek zorunda olmaktır. Boynuna kadar banka kredisi ve kredi kartı borçlarına batmış olmak demektir. Kötü hastanelerde ve okullarda sürünmek veya özel hastane ve okullarda soyulup soğana çevrilmektir. Rekabetçi vahşi kapitalizmin ekonomik, siyasi, askeri, kültürel boyunduruğu altında, AVM'lere, cips-kolaya ve televizyon dizilerine "gönüllü" adanan lümpen yaşamlar demektir. Sizin olmayan bir savaşta ölmek ve sakat kalmak demektir. Ne tarihten, ne müzikten, ne sanattan, ne şiirden ne de doğadan haz alamamak demektir. Evet, o yüzden bu kışkırtıcı başlık: Türkiye keşke İran olsa!

Peki tüm önyargılarımızın ötesinde İran nedir?

 İran kendi başına bir gezegen. Onu anlamak için tarihte çok çok geriye gitmek gerek. Daha ortada ne Büyük İskender ne Roma ne Bizans ne Osmanlı varken burada bir dünya imparatorluğu vardı. Daha Batı, Doğu’yu keşfetmemiş ve sömürmeye başlamamışken, Daryus İran’ın bağrından çıkıp ta Anadolu’ya, Kserkes ta Yunanistan’ın içlerine seferler düzenliyordu.

Hindistan’dan Ege’ye ve Mısır’a kadar bir dünya imparatorluğu ilk defa İran’da ortaya çıktı. Sanatı, mimarisi, etik anlayışı, duruşu, adaletli tavrıyla Pers İmparatorluğu İran’da kendisinden sonra gelen tüm devletlerin örnek aldığı bir imparatorluk oldu. İran’ın eski dini, ateşe tapanlar ve onların kitabı Avesta, İslam sonrasında bile hiçbir zaman tam olarak yok olmadı. İslamı kabul ettikten sonra, Araplar’ın kibirli ve hükmeden tavrına karşı İranlılar Şii oldular. Arap dünyası ile fiziksel olarak yakın olsalar da düşünsel olarak uzak kalmaya devam ettiler.

İran, Afganistan ve Hindistan üzerinden gelen felsefi, düşünsel akımları kendi dünya görüşüyle yoğurup ortaya dünya literatürünün en güzel örneklerini çıkardı. İbn-i Sina, Firdevs, Sa’adi, Hafiz, Şems-i Tebrizi, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah, Nizam-ül Mülk ve nice düşünür, bilim adamı, siyasetçi, astronom ve matematikçi İran’da yetişti. Özellikle Abbasi ve Selçuklu Dönemi’nde İran kültürü, edebiyatı, bilimi çok ilerledi. Antik Yunan felsefesi eserleri buralarda Doğu dillerine çevrildi, Hasan Sabbah’ın tarikatı bu sayede ortaya çıktı.

Şairlerin ve şiirin ülkesi İran. Gül ile Bülbül’ün, Kerem ile Şirin’in, en büyük destanlardan Şehname’nin, şarabın, sorgulamanın ve tevekkülün ülkesi İran. Şiiri romanın karşısına koyup hangisi gelişkin zihinlerin ürünü acaba diye soran kıtakıllılara verilen en güzel yanıt İran Edebiyatı. Goethe’nin bile dönüp dönüp okuduğu şair Hafız’ın ülkesi İran.

İran, bu onursuz ve acımasız dünyanın yarattığı ateşten çemberin -nispeten- dışında, kendi yağında kavrulmaya çalışan bir nevi Küba'dır. Kredi kartlarının geçmediği bir ülkedir İran. Acımasız ve ahlaksız küresel ekonomik yaptırımlara direnmektir İran. Yanlış anlaşılmasın. İran daha az masum, daha az suçlu değildir. Yoksulluk ve yolsuzluk İran'da da vardır. Ama İranlı bürokratları Rusya'ya karşı propoganda faaliyetlerinde rüşvete alıştıran İngiliz ajanları değil midir? Şimdi kendinin ak kaşık olduğunu iddia eden tüm Avrupalı devletler, İran'daki petrol ve doğalgaz kaynaklarını kontrol etmek için ne akılalmaz dolaplar çevridiklerini anlatırlar mı bize? Çifte standartlardan en muzdarip ülkelerdendir İran. Bu yüzden haksızlıktır İran'a duyulan nefret, tiksinme, aşağılama...

İran'da kadınlar? Tüm dünya kadınları gibi, İran'da da kadınlar ezilir. Kemalistlerin "Türkiye İran Olmasın" vurgusunun en önemli referansı başörtüsü mevzudur. İran'da kadınlar, başlarını ve boyunlarını kapatan bir örtüyle gezmek zorundadırlar. Ama hadi eğri oturup doğru konuşalım! Türkiye'deki kadınların durumunun "öcü İran'dan" çok daha iyi olduğuna inanacak mıyız şimdi? Oklavayla dövülerek öldürülen, sokak ortasında bıçaklanan, kocasından mütemadiyen şiddet gören kadınlar her yerde. Sürekli tehdit ve korku altında yaşamakta olan kadınların sayısını kimse bilmiyor bile. İş hayatında, evde, okulda, hastanede, trafikte, her yerde bıyık altından aşağılanmamış, küçük görülüp sözlü veya fiziki tacize uğramamış tek bir kadın bulamazsınız bu ülkede. Kendi özgürlük algısını salt olarak başörtüsünün varlığı/yokluğuna bağlayan Kemalist hanımlar nedense esas dişe dokunan kadınlık meseleleri hakkında pek konuşmazlar. Neden mi? Yeterince dürüst olamazlar. Kendilerinin de orada burada aşağılanıp hor görüldüğünü kabul edemeyecek kadar çarpık bir gururları ve körü körüne bağlı oldukları ve asla sorgulamadıkları bir ideolojileri vardır. Halbuki, İran kadını, Türkiye'dekinin aynadaki yansımasından başka nedir ki? Ortada bir mücadele varsa, bu ortak bir kavgadır. Kimsenin kimseye yukarıdan bakacak ve dersler verecek durumu yoktur.


Gülü seven bülbüle kulak versek..


Sadet...

Bazen kendimize bir düşman yaratırız, kendimizde görmekten korktuğumuz şeyleri o düşmana yansıtır ve ondan nefret ederiz. Bu nefretle beslenir, kendimizi daha üstün ve ahlaklı sayarız. Nefret bize tutunacak bir dal olur. Bomboş zihnimizden ortaya saçılan sabun köpükleri olur. Günün sonunda, bakarız ki, nefret ettiğimiz şey nefret ettiğimizi sandığımız şey değildir. O başka bir şeydir. O başka şeyi tanımak için önce insanın kendine dönmesi gerekir, kendine dönmek de her baba yiğidin harcı değildir. Bazen dünyanın tüm pisliği içimize çökmüştür de haberimiz yoktur. Şems-i Tebrizi'nin dediği gibi: Bil ki güneşe bakmaya cesareti olmayan gölgede kalmaya, gölgeyi ışık sanmaya mahkumdur. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

*Yazının bir bölümü bu yazarın şu yazısından alınmıştır: http://ikicihanaresinde.blogspot.com/2011/06/erik-zaman-iran.html

 

Cuma

Yolsuzluk, Yoksulluk ve Faillik


URSULA K. Le GUIN: Sonuçta lafı Anarres'e getireceğiz!

Tarihteki önemli anlardan biridir. Zamanın Tanrı'nın değil, İnsanın olduğu an. Tarih yüzyılı olarak bilinen 19. yüzyıl düşüncesinde karşımıza çıkan en önemli devrimlerden biridir bu. İnsanın zamanı olarak tarih demek, tüm insan etkinliğinin biricik sorumlusunun, aşkın bir varlığın bilinemez bir planı olduğunun düşünülmesinden vazgeçilmesidir. Antik Yunan'da Tanrılar'ın, Hristiyanlık sonrasında ise tek Tanrı'nın oyuncağı olan [cennetten kovulmuş, günahkar, tarihe düşmüş] insan, sonunda kendi eyleminin faili olabilmiştir.

Bu durum hem sevindirici hem üzücü. Sevindirici; çünkü insan kendi kapasitelerinin ve eylem gücünün, dolayısıyla, tarihi yönlendirme gücünün farkına varır. Bu, insana özgüven verir, özgür iradesinin olduğuna dair bir his kazanır. Kendi etkinliği üzerine düşünmeye iter onu faillik durumu. Kötü bir sonucu da vardır failliğin. Faillik, bir çeşit lanetdir. Sonuçlarından sorumlu olunan eylemleri göğüslemek ve öngörülemeyen kötü sonuçlara katlanmak zorunda kalır insan. Kendi etkinliğinin kötü sonuçlarını üzerine atacağı, kolaylıkla sıyrılabileceği, 'sorumlusu ben değilim' diyebileceği aşkın bir günah keçisi (Tanrı) yoktur çünkü artık tarihin içinde.

Faillik tanımını Gezi direnişinde hem ruhen hem bedenen yaşadık. Tüm varlığımızla baskının ve zorbalığın, yoksulluğun ve yolsuzluğun, ezilmişliğin ve sindirilmişliğin, gözden çıkarılmışlığın ve görmezden gelinmenin karşısında durduk. Güzel Haziran boyunca durduk. Tarihi, bir kaç hırslı ve ezik sözde 'liderin' değil, halkların emek emek örüyor olduğunu birebir içimizde duyumsadık. Dayanışmanın, 'iyi'nin tarafında olmanın, zorbalığa karşı durmanın, kurban vermenin ve ötekini kabullenmenin verdiği ahlaki hazzı yaşadık. Kendimizi ilk defa olarak bir fail olarak hissettik. Ve bununla gururlandık.

Sonra biraz zaman geçti, sular duruldu. Ölümler oldu, polis şiddeti devam etti, yaz geldi, millet dağıldı, yoruldu, ciğerimizi ve gözümüzü yakan gaz kokusu yetti artık. Taleplerimiz var dendi, eşitlikçi ve dayanışmacı ve başsız bir ortamda forumlar kuruldu. Konuşuldu, konuşuldu, konuşuldu..Ama tarihin faillerini dinleyen karar alıcılar var mıydı ortada? Ortalık duruldu. Failliğimizin tadı yavaş yavaş damaklarımızdan kaybolmaya başladığında, geri dönüp 'Gezi günleri'ne baktığımızda, artık geride bıraktığımız bir ütopyanın özlemi dolmaya başladı içimize. Elimizdeki tek somut kazanım bu olarak açıklandı bazıları tarafından.

Karar alıcılar, yani bizim zorbalarımız, oldukları yerde duruyorlardı. Sarsmıştık onları ama devirememiştik. En basitinden hiç bir emniyet müdürü görevinden falan alınmamıştı (göstermelik bile olsa).

Sonra geldi yolsuzluk davası. Herkesin bir gizeme bürünerek adından söz ettiği 'The Cemaat' kendi iç çekişmeleri yüzünden bir anda bizim zorbalarımıza karşı savaş açtı. Evlerde bulunan milyon dolarlar, ayakkabı kutuları, para sayma makinaları...Çürümüş ve kokmuş olduğunu bildiğimiz ama bir türlü gösteremediğimiz sistemin pislikleri bir anda gözümüzün önüne seriliverdi. Emniyet müdürleri görevden alınıyor, bakanlar istifalarını sunuyor, kabinede büyük revizyon yapılıyor, başbakan yine yurtdışı 'gezisine' kaçıyor, başbakan yardımcısı irite olmuş 'gafil avlandık' diyerek bir nevi suçunu itiraf ediyor, cumhurbaşkanından gık çıkmıyor falan filan..

Bizim iki ay boyunca tüm varlığımızla milyonlarca insan olarak yapamadığımız şeyi, 'The Cemaat' bir günde yapabiliyor. Açıkçası, bu bir hayalkırıklığı yarattı bende. Fillerin tepişmesi olarak nitelenen bu durumu ben çiğdem çitleyerek izlemek istemiyorum. Ellerimi ovuşturup oh ne güzel birbirlerine düştüler demek de istemiyorum. Ne halleri varsa görsünler!

Ama tüm çıplaklığıyla bu acı karşılaştırma bir yılgınlık yaratıyor.

Benim okumam şöyle (biraz karamsar): Halkın ne kadar güçsüzleştirildiğini ve milyonlar olarak sokaklara çıkıp tüm gücümüzle dirensek bile tarihin failleri olmakta ne kadar zorlandığımızı gördük. Zorbaları ancak zorbaların devirebileceğini, sonuçta, mevcut yapı içinde kalmaya devam edildikçe zorbalık rejiminin bir elden diğerine geçeceğini idrak ettik. Biz sokaklarda canımızı, gözümüzü, kafatasımızı, ciğerimizi ve polisin aşağılayıcı tavrıyla haysiyetimizi kaybederken; birilerinin yatak odasında paracıklarını say say bitiremediğini ve biz ne yaparsak yapalım bu kokuşmuşluğu -cemaatın istihbarat aygıtlarına sahip olamadığımıza göre- ortaya çıkaramayacağımızı gördüm. Devlet aygıtının içinde zorbalar ve daha zorbalardan başka bir şey olamayacağını gördüm. Ve bu beni yine ve yeniden aynı sonuca getirdi:

Fichte şöyle demiş: "Ahlak adı altında onca zaman nafile aranan şey, sosyalizmdir". Sadece kapitalizmi yıkmak ve yerine sosyalist devleti kurmak olamaz artık mesele. Devlet aygıtı tarihten silinmedikçe veya tamamen farklı bir şeye dönüşmedikçe, zorbalar ve zorbalıklar halkların tarihinin failleri olmaya devam edecek. Kendi tarihimizin öznesi olmak için, topyekün bir reddediş ve tertemiz bir başlangıç gerekiyor. Tüm ütopyalar, aynı zamanda bir dystopyaya yöneliştir ama GEZİ ütopyasının 'sürdürülebilir' olması için devletsiz, polissiz, askersiz, başsız, bankasız, şirketsiz, özel mülksüz olabilecek kadar -onların deyimiyle- radikalleşmekten (aslında belki normalleşmekten) başka çare yok; çünkü artık bize bir oyun alanı kalmamış, tüm köşeler tutulmuş. Sistem içinde bir kurtuluş umudu falan kalmamış. "İmkansız böyle bir şey, ütopik!" dediğinizi duyar gibiyim. Olsun, tahayyül etmeden, tezahür edemez ütopyalar sonuçta..

Ursula Le Guin 'Mülksüzler'de Odocuları Anarres denen gezegene göndermekte bulmuştu çareyi. Urras'ta kalanlar zorbalık ve vahşi kapitalist düzen altında 'yaşamaya' devam ediyorlardı. Anarres'tekiler ise çok zorlu ama onurlu bir yaşam sürüyorlardı. Özel mülkiyetin ve merkezi yönetimin olmadığı, herşeyin paylaşıldığı, sivil toplum tarafından idare edilen ve dilde bile iyelik eklerinin olmadığı bir toplumdu Anarres toplumu. Bize kalan iki seçenekten biri böyle bir şey. Hiç bilmediğimiz ve görmediğimiz bir yaşam biçimine adım atıp 'duvarın'/'çemberin' dışına yanımıza hiç bir şey almadan çıkmak veya zincirlerimizle yaşamaya devam etmek, küçük hazlara sığınarak sürdürmek hayatı, kendi küçük adalarımızı ve gezegenlerimizi yaratmak, kendi dokunulmaz mekanlarımıza hapsolmak, bir kaç ruh eşimizle dertleşmek, şiirler ve romanlar okumak, akşam bir tek atmak, sevişmek...