Cuma

Roboski Hadisesi: Devlet eyledi, canlar düştü

Roboski katliamının 1. yıl dönümü bugün. Devlet eliyle 34 kişinin uzaktan kumandalı uçaklarla öldürülüşünün 1. yıl dönümü.

Devletin ortaya çıkışının üzerinden ise tam 5000 yıl geçmiş. Çok uzakta değil, ilk devletler 'Yakındoğu' coğrafyasında, Mezopotamya'da kent devletleri olarak ortaya çıkmışlardı. Artan nüfus, nüfusu besleyecek tarım alanlarına olan ihtiyaç, üretimi artıracak su kanallarının inşası, bunların güven altına alınma gerekliliği, toplumlar arası çatışmalar, savaşlar, ahlaki çürüme, hırsızlıklar, güçlünün zayıfı ezmesi, artan ticaret, prestij nesnelerine sahip olma isteği, birilerinin iktidar arzusu, birilerinin korunma isteği, birilerinin yönetme, birilerinin yönetilme arzusu devlet denen aygıtı doğurdu. Devlet, bürokrasi ile doğdu, olan biteni kontrol etme isteğiyle doğdu. Özellikle üretimi ve tüketimi (yeniden dağıtımı) kontrol etme isteği ile doğdu. Devlet, kralı ve bürokratları yarattı, kral ve bürokratlar da devleti. Devlet, yazıyı doğurdu. Bürokratlar o gün bugündür devlet için kayıt tutuyorlar. Bugün devleti tarih dışı, hep var olmuş hep de var olacak olan bir aygıt olarak görmeye alışığız. Halbuki, devletin ortaya çıkması için binlerce yıl geçmeliydi insanlık tarihinde, yok olması için de binlerce yıla ihtiyacımız var belli ki.

Kralın koruması altında Hitit Kralı Tudhaliya ve onu koruyan Tanrı Şarruma





Devlet tarih dışı bir şey değil, aslında devlet diye bir şey de yok! Devlet bir 'şey' değil aslında. Dilimiz alışmıştır 'devlet yaptı', 'devlet istiyor', 'devlet verdi' demeye. Çok büyük bir sırrı açıklıyorum şimdi: Devlet diye bir şey yoktur. Devlet dediğimiz 'kudretli yaratık' kanlı canlı bir takım insanlardan oluşan hiyerarşik bir örgütlenme biçimi önünde sonunda. Ve tam da bu nedenle hem sıradan hem de ulaşılmaz bir şey. Hem hayatın her alanında karşımıza çıkıveriyor hem de elle tutulmaz, gözle görülmez bir şey. Bu yüzden hem hiç bir gücü yok hem de gücü çok. Devlet; sanki biraz Tanrı gibi.. Mezopotamya'daki ilk kralların Tanrı-kral olması, ilk tapınakların gücün ve erkin toplandığı ekonominin can damarı olması tesadüf olamaz. Ekonomik ve siyasi erki elinde bulundurmanın getirdiği ayrıcalıklı konumun tadını çıkaran ilk krallar, ilk rahipler ve ilk bürokratlar, kendi ayrıcalıklı konumlarını gerekçelendirmek için, bunu aşkın bir güce dayandırmanın basit ve bir o kadar da etkili bir yöntem olduğunu o zamandan görmüşlerdir. Bugünkü devletler -hele de Batı'nın Orient dediği geri kalmış coğrafyada- hayatımızın her alanına nüfuz etmiş ve yokluğu tasavvur bile edilemez hale gelmiş elinde sopası olan bir hayalet gibi kol geziyor. Sevdiğiniz kişiyle evlenirken, arabanıza benzin alırken, sokakta eylem yaparken, yurtdışına çıkarken, internete girerken, maaşınızı alırken, okula giderken hiç yakanızdan düşmeyen, sürekli kapınızı çalan davetsiz bir misafir gibi. Devlet, peşinizi bırakmayan bir Stalker gibi.

Ve ölürken...Hayatınızın her önemli anında sizi yalnız bırakmayan bu aygıta hizmet eden adamlar sizi burada da yalnız bırakmayacak. Yaşamınızın devamına ve sonuna da o karar verebilir. Yaptığımız sözleşmede bu şartlar ve koşullar yazılı. Siz bir sözleşme imzalamadınız mı? Pardon, sizden önceki halklar imzalamıştı sizin yerinize. Siz de düşüverdiniz devletin hırçın pençelerine. Tıpkı tarihe ve kültüre, bu adaletsiz dünyaya düştüğünüz gibi. O yüzden Tanrı-devletin Tanrı-kralını tarihsiz olarak görmeye devam ettiğimiz sürece, ölümümüzü bile onaylama hakkını kendinde gören 'devlet' olarak hareket eden ve kimin çıkarlarını koruduğu aslında gün gibi aşikar olan ama hep 'halk için' görev başında olduklarını iddia edecek olan 'böyük dövlet' hayaletiyle yaşamaya devam edeceğiz. Osmanlı'dan devraldığımız mentalite ile tarihin içinde hafızasız bir balık gibi süzülmeye devam ettiğimiz bir anda, Roboski Hadisesi bize devletin ortaya çıkış amacını, soğuk varlığını ve varoluşunu sürdürme taktiklerini bir daha yüzümüze vurdu. Tarihte ortaya çıkan herşey değişmeye, dönüşmeye, eğer ki bunlar olamıyorsa, yok olmaya mahkumdur. Devletin sonunu böyle keyfi katliamlar getirecek; çünkü nihayetinde hiç bir kral, hiç bir rahip ve hiç bir bürokrat Tanrı değildir.

Bütün devletler katildir.

Çarşamba

Kubrick'in Monoliti

 
http://www.youtube.com/watch?v=lcJPaHFbsc0&stopthedamnautoplay=FLONx81fns8JlYxOih-NOqHw&index=1

Yukarıdaki video, bana göre, Kubrick'in "2001: A Space Odyssey"deki meşhur monolitin en olası anlamlarından birine işaret ediyor. Filmi hatırlarsak, maymunların alet kullanmasına, belirli bir farkındalık yaratmasına giden yol, birdenbire ortaya çıkan monolitin etrafına toplanmaları ve onu korkuyla karışık incelemeleriyle başlıyordu. Bu videoda da, neredeyse o sahnenin birebir tekrarı var sanki. Video boyunca şempanzeler sanki yavaş yavaş bir öğrenme süreci yaşıyorlar ve örneğin 4:45'ten sonra annenin elini başına ve sonra göğsüne vurması, çok temel bir farkındalığa işaret ediyor: Ölümün ve kaybetmenin farkındalığına. 
Filmdeki monolitin yerini burada ölü bir şempanze yavrusu almış durumda. Elbette bu, monolit doğrudan ölümün farkındalığını temsil ediyor demek değil. Monolit sanki daha çok, evrim sürecindeki çeşitli sosyal ve kültürel dönüşümlerin sembollerini kendinde topluyor. 
Öbür yandan, ölümün farkındalığı, yas tutma ve ölüyü gömme ritüelleri, eğer arkeolog ve antropologlar haklıysa, kültürel evrimde çok önemli bir yer tutuyor. Elbette bu videoda belirli bir farkındalık ya da karmaşık bir ritüelin işaretini görmek zor, ama insan yine de bir şeyler hissediyor sanki. Belki bir kaybın ortaklaşa yaşanan bir hissiyatını. Şimdi bir "kuantum" sıçraması yaparsak: Böyle bir ortaklık, ortak yazgıya karşı böylesi bir hissiyat ve yavaş yavaş gelişen ölümün farkındalığı, insanın atalarında belki de günümüzdeki kültürün yolunu hazırlayan iki zihinsel alan açmış olabilir. Birincisi, sürekli yinelenen doğum ve ölüm olgusu ile bu olgunun farkındalığı, bu döngünün ortaklaşa yaşanan sevinci ve tutulan yası, insanın atalarında, kendi yaşamlarının, kendilerinden daha büyük bir yaşamsal sürecin parçası oldukları bilincini geliştirmiş olamaz mı? Belki de bu nedenle, kendinden daha büyük bir sürece ya da bir "şey"e inanma, tapma bilinci geliştirip, bir tür kutsallık yaratmış olabilirler mi? Monolitin bir tür kutsal anıta benzerliği bu açıdan değerlendirilebilir.
Ama alet kullanmadan, geliştirmeden, üretmeden tapınak yapamazsın. Burada, kutsallık bilinci geliştirmenin alet kullanma ve üretimini tetiklediğini söylemek saçma olur. Tersine, ölümün farkındalığı, yaşamın sürekli olarak ölümle olumsuzlandığının ortaklaşa bilinci, kendi bireyinin ve türünün bu döngü karşısında tehlikeye düşebileceği bilinci, insanın atasını, doğada var olmayan bir olaya, yani alet yaratma, geliştirme ve üretme sürecine girerek, doğal olmayan "nesneler" yaratarak, kendini koruma altına alma dürtüsüne yöneltmiş olabilir mi?

Peki, alet üretimi ve kutsallığın, ölümün farkındalığında yatan olası eş kökenliliği ile ölenin yasının tutulması ve yaşamın olumlanması zorunluluğunun üretici karşılıklılığı fikri, gölde vraklayan kurbağadan Shakespeare'e giden yolda bir anlam ifade eder mi? Peki bu soru bir anlam ifade eder mi?

Anime Terapisi



Eskiden tuhaf bir uçak korkum vardı. Tuhaf olmasının nedeni, uçağın düşmesinden değil, atmosferin dışına fırlamasından korkmamdı. Düşersek sorun olmazdı, kısa süre içinde yerçekiminin "kontrolü" altında ölüp giderdik. Ama tersi olursa, kontrolsüzlüğün kucağında bilinmeyene doğru gidecektik. Zamanla bu "irrasyonel" korkuyu yenip, "rasyonel" olan düşme korkusuna geri döndüm. (Bu arada, uçmaktan korkmayan delidir. Havada giden insan yapımı demir bir kuşun içindesiniz sonuçta. Hiç korkmayanlara, biraz rüzgarlı bir havada uçağın kanadının nasıl saçma bir şekilde sallandığına bakmalarını öneririm.) Ukalaca gelecek ama, bu korkuyu "yenmemde" Kant'ın "Güzel ve Yüce Üzerine" metninin yardımı olduğunu düşünürüm hep. Oradaki yüce kavramının, kontrolsüzlük-irrasyonellik, yani bir anlamda imgelem gücünün anlama yetisine baskınlığının benim duyduğum uçak korkusuyla olan ilişkisini kurduğum andan itibaren bu korkunun da uçup gittiğini fark ettim. Elbette bu bir ikna yöntemiydi. Kant'ın metni beni ikna etmişti. "Şu şu duygulanımı-hissiyatı-ruh halini, şu nedenlerle yaşarsınız kardeşim" demişti ve ben de bunu kendime uyarlayarak ikna olmuştum. Sıkı bir felsefi kavramlar sistemini belki bayağılaştırmıştım, ama çok iyi gelmişti bana. Bu belki de, her terapinin yapı taşı olan, nesnel gibi gözüken bir yapının çerçevesinde öznel biçimde kendi kendini ikna etmeye bir örnekti. (Bugünlerde gittikçe coşan yaşam koçluğu zırvalığına ve bunun alt kolu olan felsefe terapisi şarlatanlığına bir örnek vermiyorum burada. O konuyu ayrıca bir deşmek lazım.)
Kant'a yaptığım gibi bayağılıştırma korkusuna düşmeden, iç dünyanın dehlizlerinde dolaştırdığını öne sürebileceğim bir kültür evreni daha var bence: Anime evreni (animelerin temeli olan mangayı ve manga-anime ayrımını şimdi es geçelim).
Bu konuda aynı düşündüğümüzü düşündüğüm bir dostumla şöyle bir sloganımız var: "Yalnızca animelerde..." Evet, sıkı animelerde karşılaşılan bazı temaları, karakterleri, öykülerdeki sapmaları ve -iddialı olacak ama- derinliği, günümüz batılı modern kurguda bulmak zor. Bunun bir nedeni elbette kültürel. Örneğin dünya haritası bile Kore ve Japonya'da bildiğimiz gibi değil; Amerika kıtası doğuda. Bunun dışında manga-anime kültürüne özgü başka nedenler daha var. Bu nedenler, bu kültürü sahici bir alt-kültür yapıyor. Alt kültür, çünkü, sıkı animelerin sembolizmi, bilincin altına gizlenenlerle aşık atmaya çalışıyor. Neyse, fazla laf ebeliği yapmamak lazım bu konuda. Bir musibet bin nasihatten iyidir. Bu nedenle, birkaç musibet önerisinde bulunmak istiyorum son olarak. (Yaratıcılık sıkıntısına giren Hollywood canavarı bu animelere el atıp onları mahvetmeden önce izlemekte yarar var.) Vereceğim örneklerde, animenin öyküsünü anlatmak yerine, tıpkı Kant'ın makalesinde olduğu gibi, izlediğim şeyin beni neyle karşı karşıya getirdiğiyle ilgili bir ipucu vermek istiyorum. Elbette öncelikle, her zaman gereksiz yere önem atfetmek dışında, dikkatli bir keyifle izleyerek, animelerin tadını çıkarmakta yarar var.
-Spoiler içermez-
1) Haibane Renmei (Yoshitoshi Abe): Suçluluk duygusunun kısır döngüsü ve koşulsuz affetme edimiyle olan ilişkisi.
2) Jin-Roh (Mamoru Oshii): Kuzu kılığında kurtlarla, kurt kılığındaki kuzuların diyalektiği.
3) Monster (Naoki Urasawa): İyilik ve kötülüğün, 1980'ler Almanyası'ndaki metafizik-etik ve politik dansı.
4) Aoi Bungaku (Osamu Dazai vd.): Has Japon edebiyatı.
5) Paranoia Agent (Satoshi Kon): Toplumsal gerçekliğin imgelem gücündeki temelleri.
6) Tekkonkinkreet (Taiyo Matsumoto): Soylulaştırmaya karşı soysuz çocuklar.
Liste bitmez elbette, ama şimdilik yeter sanırım.
Dostumla paylaştığımız sloganın yanında bir de kendi kendimize koyduğumuz bir kuralı anmadan bitirmek istemem: 
Sıkı anime her zaman yalnız izlenen animedir.

Salı

21 Aralık'a Doğru: Kıyamet Talebi

Bu blogda, insanın kıyamet talebi üzerine daha önce birkaç kez değinilmişti:  1, 2, 3
Bu blogun bu talep üzerinde durmasının bazı nedenleri var. Ne kadar akıl dışı, saçma ve patolojik gözükse de, insanın ısrarla arzuladığı şeylerin arkasında rasyonel gerekçeler aramak gerekli. Örneğin, işinin üstadı Richard Feynman'ın bile "anlayan beri gelsin" dediği kuantum üzerine yazılan "Kuantum ve Aşk", "Kuantum'la Kendini Keşfet" gibi tuhaf kitapların yüzlerce baskı yapmasında bile, insanın yeni bir arayışını, bir eksikliğini görmek gerek. Bu kitapları alanlara gerizekalı demek yerine, belki de kendilerinin farkında olmadan aradıkları şeyin ne olduğunu, neyi kendilerinde ve toplumda eksik hissetiklerini sorgulamak gerek. 
Kıyamet talebinde de bu böyle.
İlkin, bu talebin toplumsal boyutunda bir yardım çığlığı yok mu? Politik etkinliğe artık katılamayan ama buna rağmen hep kendisinin yerine kararlar alınan ve kendini gittikçe güçsüz hisseden bireyin, "artık bir durun" çağrısını görmem mümkün. Gerçi bu talep daha çok, temel ihtiyaçlarının bile karşılanmasını izin verilmeyen yoksul kesimden değil, temel ihtiyaçlarını karşılayabilen ama zihinsel ve ruhsal ihtiyaçlarının, artık başta teknolojik tüketim olmak üzere, alış-veriş döngüsü ve bürokrasi tarafından kuşatıldığını hisseden orta sınıftan gelir.
Kıyamet talebinde, alttan alta işlerin pek de iyi gitmediğinin sinyali vardır. Sıradan insan, yukarı çıkanların, iktidarın koltuğuna oturanların iyi niyetli olmadığını bilir. Bunu kendi doğasından bilir, çünkü insan, güce sahip oldukça daha çok güç ve iktidar ister. Ve bu istek onu gittikçe bencilleştirir. Almanya hükümeti, dünya barışı için konferanslar düzenlerken ya da kendi içinde tamamen yeşil enerjiye geçiş planları yaparken, dünyanın en büyük silah satıcısı olmak için çabalar (4). ABD, demokrasisiyle birlikte gittiği yerleri talan edip insanlarını katleder ya da sömürür. Büyük enerji şirketleri, çevreyi geri dönülmez biçimde yok ederken, en çevreci mesajları verir. Finans kurumları, hiç reel üretimde bulunmadan, milyonlarca insanın yoksullaşması pahasına, milyarder bireyler yaratır. Sıradan vatandaş bütün bu acayiplikleri görür ve bilir ama politik iradeden el etek çektirildiği için, kendi güçsüzlüğünü ve çaresizliğini, işte bazen böyle bir kıyamet talebinde telafi etme yolunu seçer. Bu süreç böyle giderse, kıyameti insan kendi elleriyle yaratacağını sezer. Olan bitenin farkında olan vatandaş, kendisi bir şey yapamadığı için, olan bitene "artık bir durun" diyecek kıyameti dışarıdan talep eder.
Angelus Novus-Tarih Meleği

Kıyamet talebindeki, "artık bir durun" çığlığını belki de en şık biçimde Walter Benjamin analiz eder. Benjamin'in analizi, salt bir ekonomik-toplumsal analizin teorik kuruluğundan uzaktır ve modern bireyin ruhsal dehlizlerinde dolaşır. İnsan, tarihsel "ilerleme" olgusunun şiddetli rüzgarında, arkasında sürekli yüzleşilmemiş ve hesaplaşılmamış şeyler bıraktığını hisseder. Bu hissin kaynağı, Benjamin'in, tarih felsefesi üzerine ikinci tezinde söz ettiği herkeste bulunan zayıf mesiyanik güçtür. Bu gücün içerisinde, sözü edilmeyenler, yenilenler, ezilip görmezden gelinenler, yokluk içinde doğup büyüyemeden ölenlerle gömülü geçmişin bir kere de olsa sözünü söyleyebilme olanağı taşınmaktadır. Bu sözü, ilerlemenin fırtınası bir an için durduğunda, tarihi yazan galipler değil, tarihin üzerine kazındığı yenilenler söyleyecektir. Kıyamet, yani ayaklanma, galiplerin tarihine, belki bir an için bile olsa "artık bir durun" diyecek, ilerlemenin fırtınasında sürekli ileriye savrulan tarih meleği sonunda geçmişe göz atma olanağı bulacaktır. Böylece insan da, kendi ölüleriyle kucaklaşacak, onları dinleyip onlara söyleyemediklerini söyleyecek, belki de af dileyecektir. Elbette insan bunun imkansızlığının da farkındadır. Ama ironik bir şekilde, geçmişi diriltmeye ya da bugünü radikal bir şekilde dönüştürmeye yönelik bir kıyamet talebinde geleceğe yönelik bir umut ilkesi bulunur. Paradoksal biçimde de, bu ilkenin güçlendiği zamanlar, insanın, işlerin pek de iyi gitmediğini yoğun bir şekilde duyumsadığı zamanlardır.
Sevginin, birbirini anlamanın ve dinlemenin, paylaşmanın azaldığı, sömürünün, kör şiddetin, acımasızlığın ve bencilliğin arttığı dönemlerde kıyamet talebi de çoğalır. Söz verilmeyenlerin, yok sayılıp toprağa gömülenlerin, görmezden gelinenlerin ayaklanışı ve kalkışması olarak kıyamet talebinin haklı gerekçesi, bu karanlık dönemlerin tersine çevrilmesine ilişkin mesiyanik histe yatar. Birilerinin ayaklanması ise öbürleri için gerçek bir kıyametin habercisi olabilir.