Pazar

Çakan Şimşekler ve Sıçrayan Kaplanlar: Benjamin'in Tarih Felsefesi

Walter Benjamin (1892-1940)


İçinden geçtiğimiz tarihin şu biricik anında ve hayatımızı sarmalayan şu mekanda bir an durup da bakışımızı aniden geçmişe çevirdiğimizde ne görürüz? İnsanlığın avcı-toplayıcılıktan başlayıp ileri kapitalizmde biten anlı şanlı öyküsünü mü? yoksa her biri barbarlığın vücut bulmuş hali olan görkemli piramitleri, anıtları, gökdelenleri, endüstriyel tarım çiftlikleri ve müzeye dönüştürülmüş toplama kampları ile atom bombasının hala etkilerini omuzlayan bebek ve çocukları mı? Tarih dediğimiz şey, adına nedensellik denilen bir otomatın tıkır tıkır çalıştırdığı insan eylemleri ve olayların içine düzgünce yerleştirilmiş olduğu bir zaman boyutu mudur? Yoksa feci bir sona doğru kararlılıkla hareket eden müzikli bir geçit töreni mi? Kaçınılmaz mıydı yani avcı-toplayıcıların çiftçi olması? Peki düzenli orduları olan krallar zorunlu muydu? Kaç kere başa sararsak saralım, insan psikolojisi kaçınılmaz olarak aynı tiyatroyu ve dekorları mı yaratacaktı? Yani, söyleyin bir kere, eğer biz kendi haline bıraksaydık, Avustralya aborjinleri bir gün devleti mi kuracaktı? Kendi haline bıraksak, Aztek kralı Avrupa'yı mı keşfedecekti? Kendi haline bıraksak, Sicilyalılar yuvarlak evler yapmaktan vaz mı geçeceklerdi? Bunu hiç bilemeyeceğiz. Ama şunu bilebiliriz: Resmi tarih, insanlığın ilerlediğine inanmamızı ister bizden. Bunu da en çok basitten karmaşığa giden düzenlerle ve teknolojik gelişmeyle kanıtlama peşindedir. Böylece güçlünün güçsüzü ezmesi, egemenliği altında alması, onu yok etmesi, devlet şiddeti, bugünün akıldışı ileri kapitalizmi bir kaçınılmazlık olarak görünür gözümüze. Kimse de şunu demez, kardeşim, tamam savaşlar ve çatışmalar her zaman vardı, ama aynı anda 800 bin kişiyi öldürmek neyin ilerlemesidir ayol?! Bilimin mi? Çünkü insanları gaz odalarında toplu imha etmek, onları kimyasal veya biyolojik silahlarla öldürmek ciddi bir bilimsel çalışma gerektirir. Sağolsun, cep telefonum konumumu çok doğru olarak bulabiliyor, bu sayede Amerika'daki bir üsden yönetilen bir İHA ile rahatça öldürülebiliyorum! İşte buna ilerleme derim hocam! Bunlar çok mu "ekstrem" örnekler sizce? Bu detaylara odaklanarak olayın bütününü kaçırıyor muyum? Peki, daha basit bir örnek vermeyi deneyim. Ayfon 6s aldığına içtenlikle sevinen asgari ücretli veya işsiz kişi, tarihin dip noktasındaki elindeki taşı başka bir taşa vurarak el baltası üreten adamdan daha mı özgür, daha mı ahlaklı, daha mı mutlu, daha mı cesaretli? Hiç sanmam. Böyle bir kıyaslama yapılamaz mı diyorsunuz? O zaman, Avrupalı sömürgecileri hiç yargılamayalım..Onların tarihin doğal gidişatı içinde yüzbinlerce insanı çeşitli yollarda katletmiş ve milyonlarcasını köleleştirmiş olduğu gerçeğine ahlaki olarak takılmayalım değil mi? Afrika'nın bir köyünde "geri kalmış" şekilde, Avrupa'nın teknolojik ilerlemesinden "yoksun" olarak yaşayan bir kadın, köle olarak satıldığında ne mutlu olmuştur! Artık o da teknolojik ilerlemenin, insanlığın ilerlemesinin bir öznesi olabileceği için! Ne büyük mutluluk onunki! Ne büyük ilerleme!

Bizim böyle bir ilerlemeye inanmamız mutlaka güçlü devletler, egemenler, patronlar ve savaş ağaları tarafından isteniyordur. İlerlemenin -tüm sevimsizliğine rağmen- kaçınılmaz olduğu, insanlığın bu fedakarlıklardan geçmesinin zorunlu bir doğallık olduğuna inanıyor olmamız onların tüm insanlıkdışı yöntemlerini uygulamalarının bir öncülü çünkü. İçine düştüğümüz kapitalist bilincin de bize dayattığı buna benzer bir masal. Hiç bitmeyen ihtiyaçlarımın oluşu, sürekli birtakım nesneleri satın almam gerektiği, büyüyünce düzenli bir işim olması gerektiği, düzenli "gelirimle" ev ve araba alma zorunluluğum, tatil yapma zorunluluğum, modayı takip etme ve hele hele kadımsan saçımı boyatma, "istenmeyen tüylerimi" aldırma, mutlaka bakımlı olma zorunluluğum diye uzayan giden hiç bir zaman tamama eremeyecek bir eksiklikler listesi...İşte okullarda tarih dersi sadece ve sadece bunlara inanabilmemiz için var. Kabul ediyorum, hikayeyi öyle bir anlatıyorlar ki, inanmamak elde değil! Ama zaten Orwell abimiz ne demiş? Geçmişi kontrol eden bugünü kontrol eder demiş. Bugünü kontrol eden de geleceği!


İşte bu tarihi koşullar altında tarihe dair başka bir kavrayış geliştirmek gerekliydi. Ve bunu Walter Benjamin'den daha iyi kim yapabilirdi ki? Bir insan, Almanyalı bir Yahudi olup hem Birinci hem de İkinci Dünya Savaşı'na tanıklık ederse, herhalde ortada "yaşasın ilerleme!" diye gezinmesini bekleyemeyiz değil mi? İşin ilginci, tam da onun döneminde ortada "yaşasın ilerleme!" diye gezinen sürüsüyle sosyal demokrat ve Marksistin kaynaması. Benjamin'in derdi bunlarla! İlk bakışta kapalı olmakla birlikte, Benjamin'in hayat öyküsünü ve dönemini bilen bir okuyucu için bu tezlerde açık bir biçimde ilerlemeci marksizmle hesaplaşma önplandadır. Ancak bunu yaparken Benjamin, Marx ve Engels ile hesaplaşmaz; hatta onlara hiç dalaşmaz bile. Benjamin'in hasımları döneminin -özellikle Almanya'da Nazizme hiç direnmeden boyun eğen- sosyal demokratları, Stalinist komünistler ve bir de bizim bugünkü tabirle "odun solcular" olarak niteleyebileceğimiz tarihi sınıf çatışmalarının doğal bir "ilerlemesi" olarak gören ve komünist geleceği bir olasılık değil de zorunluluk olarak kavrayanlardır.  Benjamin'e göre, tam da bu düşüncede olanlar, tarihteki olanaklılıları kapatarak, onu nasıl olsa bir gün kurtulaşa çıkacak ana yol olarak gören tembel bekleyişçilerdir.    

Benjamin, daha birinci tezde bizi dumura uğratır. Burada tarihsel maddeciliği içinde bir kuklanın saklı olduğu bir otomatı yöneten kukla oynatıcına benzetir. Her seferinde mutlaka satranç oyununu kazanan kukla ise teolojinin ta kendisidir. Tarihsel maddecilik, teolojiyi kullanarak tarihi "kazanmalıdır". Yani hem böylece tarih doğru olarak yorumlanacak, hem de faşistlere karşı zafer kazanılacaktır. Hadi bakalım, çık işin içinden! Tarihsel maddecilik nire? Mesiyanik teoloji nire? İşte Benjamin böyle sıradışı ("out of the box") düşünen bir filozoftur. Yanyana gelmesi mümkün olmayanları birbirine o kadar uyumlu bir şekilde örer ki, ve bunu sanıldğının aksine, o kadar tutarlı bir biçimde yapar ki, ortaya yepyeni bir tarih felsefesi çıkar. M. Löwy'e göre, Benjamin tarih tezlerinde üç birbiriyle çelişik gibi görünen düşünce akımından ilham alıyor: Alman Romantizmi, Yahudi Mesiyanizmi ve Devrimci Marksizm ve yine Löwy'e göre, Benjamin'in teolojisi  iki temel kavramla anlaşılabilir: Hatırlama (Eingedenken) ve Mesiyanik Kefaret (Erlösung).

Benjamin'in her tezini burada ele alabilecek yerimiz yok; ancak onun düşüncesinin bugün bizim açımızdan en değerli bölümü belki de otomatik bir şekilde tarihte görülen "ilerleme" fikrine kafamıza vura vura karşı çıkışıdır. Ayrıca, 6. tezde çok bariz bir şekilde Ranke gibi dönemin ünlü tarihçilerinin savunduğu pozitivist tarihçiliğe saldırır. Benjamin'e göre, tarih zulümlerin, zorbalıkların, yıkıntıların ve katledilişlerin tarihidir. Tarihin ilerlemesi, Batılı insanın adına "medeniyet" dediği yaratıyı ortaya çıkarmıştır; ama Benjamin'e göre "aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmayan hiçbir kültür belgesi yoktur." O halde, gerçek bir tarihsel maddeci ne yapmalıdır? O, tarihin havını tersine taramalıdır; ezen sınıfların ilerleme gördüğü yerde, o yıkıntı, zorbalık, ezilmişlik görmelidir. Avrupa'nın orta yerlerinde o katedraller nasıl inşa edildi? diye sormalıdır. Tuğlaları kimler taşıdı? Kimler üst üste koydu? Kimler o taşları oydu? Kaç kişi o inşaatta yaşamını yitirdi? Kaç köle bir araya gelip Paris'i inşa etti? İşte gerçek bir tarihçinin soruları bunlardır Benjamin' göre. Yoksa aslı barbarlık olan medeniyeti, alıp başımızın tacı etmek işten bile değildir. Pozitivist tarihçiliğe düşüncesinin doğal bir sonucu olarak karşı çıkar, burada Nietzsche'nin tarihe ilişkin düşüncelerinden faydalanır. Nietzsche şöyle buyurmuştu: "Tarih, yalnızca hayata ve eyleme hizmet ettiği zaman faydalıdır." İşte bu nedenle 6. tezine Ranke'nin ünlü sözünü alaşağı ederek başlar sevgili Benjamin: "Geçmişi tarihsel olarak eklemlemek, onu "nasıl olduysa öyle" tanımaktan çok, bir tehlike anında parlayan bir anının efendisi olmaktır." diyerek Rankeci tarihçiliği elinin tersiyle ittirir.

Paul Klee - Angelus Novus

Benjamin'e göre, tarih, faşizmin ilerleme tarihidir. Eğer bir ilerleme varsa, işte orada yanı başımızda duran faşizmdir. Bu noktada, Marx ve Engels'in "Komünist Manifesto"da bize anlattığı türden bir tarihi hikayenin karşısında konumlanır ister istemez. Önce derebeyleri vardı, onları yendik, burjuva sınıfı egemen oldu, şimdi de burjuvayı yenerek işçi sınıfının egemenliğini kuracağız şeklinde "olumlu" bir okumaya inanmaz Benjamin. Her ne kadar tarihsel maddecilik, sınıf çatışması ve diyalektiğin sonuna kadar yanında olsa da, tarihin bu fazla iyimser okuması doğru değildir ona göre. Benjamin'e göre bugünkü durumu aşabilmek (sihirli kelime Aufhebung burada) "kötümserliğin örgütlenebilmesine" bağlıdır. Asıl devrimsel eylem, ilerlemenin dışına sıçrayabilmek; onu bir anlığına bile olsa durdurabilmektir. "Yaşadığımız olayların 20. yüzyılda "hala" olabileceğine şaşırmanın hiçbir felsefi yönü yoktur" der Benjamin 8. tezinde. Bu şaşkınlığı, tarihe ilerlemeci bakışın bir kusuru olarak görür. Bu "büyük anlatıya" inanmaya devam ettiğimiz sürece Benjamin'e göre daha çooook şaşırırız. Doğru olan, tarih anlayışımızı ters yüz etmektir. İlerlemenin bir bekleyişçi öznesi değil, ilerlemeden dışarıya fırlamanın faili olabilmekle devrimler olur. Tarihin gözlerini faltaşı gibi açmış, ayağının önünde biriken barbarlık belgelerine bakan meleği Angelus Novus bize tarihin soğuk ve kasvetli gidişatından haberler verir. 9. tezde şöyle yazar Benjamin:
"...Meleğin yüzü geçmişe dönüktür. Bizim bir olaylar dizisi gördüğümüz yerde o yalnızca tek bir felaket görmektedir. Yıkıntı üzerine yıkıntı yığıp onun ayağının dibine iten bir felaket. Biraz daha kalmak, ölüleri uyandırmak ve parçalanmış olanı biraraya getirmek ister melek. Fakat, cennetten eser bir fırtına kanatlarına dolanmıştır, ve bu fırtına o denli güçlüdür ki melek artık onları kapatamaz. Bu fırtına onu sırtını döndüğü geleceğe doğru karşı konulmaz biçimde itmektedir; öte yandan da gözünün önünde yıkıntılar birikmektedir göğe dek. Bu fırtına bizim ilerleme dediğimiz şeydir."

Bunlar, Benjamin'in en çok bilinen ve alıntılanan tezleridir belki de. Ne var ki, Benjamin'in felsefesinin kanımca derinleştiği yerler "hatırlama" ve "zaman"ın niteliği üzerine düşünüşleridir. Hatırlama, Yahudilik inancındaki "Zakhor" (Hatırla!) buyruğundan ilhamını alır. Benjamin için çok merkezi bir kavramdır hatırlama, çünkü onun düşüncesinde kurtuluş sadece devrimi yapanlara gelmeyecektir; kurtuluş geçmişteki tüm ezilenlerin, katledilenlerin ve zulümlerin hatırlanışı olarak bir kurtuluştur. Geçmişin ezilen halkları unutulmayarak, tarihin dehlizlerinden, kuyularından, unutulup atıldıkları yerlerden teker teker kurtarılacaklardır. Kurtuluş onlar için hatırlanma olarak gelecektir. Bu düşünce Benjamin'de sadece "melankolik bir sızlanma" olarak görülmemelidir; bugünün devrimcisine güç ve enerji veren geçmişin ezilmişlerinin anısıdır. Yahudilik inancında, Mısır'da köle edilmiş olmayı unutmamak önemli bir yer tutar, bu anının canlı tutulması mesiyanik kefaretin gerçekleşmesi açısından yaşamsal öneme sahiptir. O yüzden, "unutma! hatırla!" der Benjamin.

Benjamin'de bir diğer özgün fikir, tarihin zamansal niteliğinin farklı bir kavranışıdır. Benjamin, tarihi boş bir zaman boyutu içinde sürekli akan bir olaylar dizisi olarak kavramaz. Esasında bu düşünce, ilerleme fikrinden daha da meta bir kavrayışa yönelik bir ifşa etmedir. Bizim alıştığımız homojen ve boş olan zamanın dolduruluşu olarak görülen tarihsel zaman kavramı yerine, tarihin her anını dolu ve eşsiz bir fırsat olarak tasarlayan, geçmişte bugünü, bugünde geçmişi gören ve ikisi arasındaki ilişkinin "kaplanın sıçrayışı" sayesinde bir anlık çakan bir şimşek gibi kurulduğunu savunan yepyeni bir zaman düşüncesini koyar. Adorno, Horkheimer'e yazdığı bir mektupta, Benjamin'in 14. tezindeki zaman kavrayışının Paul Tillich'in chronos karşısına koyduğu kairos kavramıyla benzeştirir. Zamanı nasıl tasarladığımız değiştiği ölçüde, tarihin ilerlemeci hareketi de daha absürd gelmeye başlayacaktır gözümüze. İnsanlık tarihi patikası belli ama içi boş bir zaman boyutunda yol almaz. Patika, insanın kültürü ve tarihiyle dolu olarak işlenir, bugünün zamanı geçmişi içinde taşır, geçmişe dönüp bugünü keşfetmek mümkündür.

Son olarak, Benjamin'in doğanın sömürülmesine karşı duruşunu hatırlayalım. 11. tezdeki doğa üzerine sözleri, küresel iklim değişikliğini deneyimleyen biz 21. yüzyıl insanına özellikle çarpıcı gelmektedir. Benjamin, kaba bir Marksist okuma olarak çalışmanın ve çalışan insanın yüceltilmesine karşıdır. Vülger bir Marksizm olarak gördüğü bu çalışma/emek yüceleştirmesini eleştirir; çünkü bu kadar çalışan bir işçinin ne işe yarayacağının sormamız gereklidir. Kendinde bir şey olarak "çok çalışma" özgürleşmeyi getiremez (bkz. Nazi kampları). Eğer yalnızca doğaya hükmetmeye yarayacaksa bu çalışma hiç de ahlaklı bir eylem değildir bu. Benjamin'e göre iyi, gerekli bir emek doğanın tahakküm altında alınmasını sağlayan insan emeği değil; doğanın "bağrında uyuklamakta olan virtüel yaratımları canlandırabilecek emek"tir. İnsanı, doğanın hükmedeni olarak görmeyi reddeden bakışıyla Benjamin, bugünün ekolojistlerine güçlü bir selam çakar.

Benjamin, bugün bizim kaplan gibi sıçrayarak kavrayabileceğimiz, bugüne taşıyabileceğimiz ve şimşeğin çakması gibi bir anda hakikat olarak karşımızda duracak bir tarih felsefesini sunar. Tarihin meleğinin ezeli ve ebedi acı çekişini durdurabilecek miyiz bilemeyiz.. Ama en azından totaliterliğe doğru "ilerleyen" ülkemizde bizim de Benjamin gibi bir avuntumuz var:
"Bizden sonra gelecek olanlardan galibiyetlerimiz için minnettarlık duymalarını değil, mağlubiyetlerimizi hatırlamalarını istiyoruz. Tesellimiz budur: Artık teselli bulma umudu olmayanlara verilmiş tek teselli.." 

*Daha fazlası için: M. Löwy, Walter Benjamin Yangın Alarmı: Benjamin'in Tarih Kavramı Üzerine Tezlerin Bir Okuması.Versus Kitap.

Cuma

İbni Haldun'a Göre Despotların Sonu (veya Doğu toplumlarında ne değişti?)

Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî veya tanınan kısa adıyla İbn-i Haldun (1332-1406), modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi.

Her toplumun yaşamındaki dalgalanmalar, gelenek ve görenekler, o toplumda egemen olanın yaşam biçimine, tutum ve davranışlarına bağlı olarak gelişir. Bu bir özdeyiş biçiminde şöyle de dile getirilir: "Halk, hükümdarın dinindendir."

Devlet ancak kabile ve yakınlık bağının (asabiye) yardımıyla oluşur. Yenişme, savunma, karşı koyabilme, ancak yakınlık bağıyla olur; çünkü koruma coşkusu gösterme, korumak için atılıp haykırma ve arkadaşı uğruna canını bile vermekten çekinmeme, yakınlık bağında vardır ancak.

Sonra, egemenlik, onurlu ve çekici makamdır. Dünya yaşamının çıkarlarını, bedensel istekleri, tinsel tatları tümüyle çatısında toplar. Bu nedenle, genellikle, onu elde etme yarışları olur. Çok az kimse yenilmeden, onu bir başkasına kaptırmak ister. Bu yüzden çekişmeler olur. Savaşa, öldürüşmeye, ezişmeye değin varabilir çekişme. Bunların hiç birinde yakınlık bağı olmadan güç sağlanamaz.

Devlet egemenliğine özgü yeterli gücü sağlamış olan ailede, başkanlık ve devlet egemenliğini elinde tutar olma iyice yerleştiği, birçok kuşak ve birbirini izleyen yönetim dönemleri boyunca, miras yoluyla birinden ötekine geçerek sürüp gittiği zaman, insanlar devletin ilk dönemini unuturlar, anımsamaz olurlar. Başkanlık düzeni o aile için sağlamlaşmıştır artık. O aileden olanlara boyun eğip teslim olma eğilimi, din niteliğinde inançlara yerleşmiştir. İnsanlar, onların yanında, onlara karşı olanlarla savaşırlar. Bu yolla dinsel inançlarını korumuş olacaklarını düşünerek savaşırlar.

Bu egemen aileden olanlar, ellerinde devlet ve egemenliklerini sürdürebilmek için, ya öteden beri ailelerinin yardımı ve koruyuculuğu gölgesinde yaşayagelen "kulları"ndan, hizmetlilerinden yardım görürler ya da kendi soylarının dışında ama egemenliklerinin içinde bulunan ailelerden destek alırlar.

Ululuğu paylaşmayıp tek egemen olmak, devletin doğal gereklerindendir. Devlet, yakınlık bağıyla kurulur. Yakınlar düzeni ise, birçok yakınlardan oluşur. Bunlardan biri, ötekilerin hepsinden güçlü olur, hepsine baskın gelir ve hepsini egemenliği altına alır. Büyüklük ve baskı gücü gösterme huyu, hayvanlığın doğallıklarındandır. Başkan olan kimse de, baskı gücünü ortaya koyarak, halkı kendisine boyun eğdirme ve halka hükmetme işini, başkalarının kendisiyle paylaşmaya kalkmalarını önler. Başkan olduğu zaman "tanrılaşma" huyu belirir insana. Bu huy, zaten, insanoğlunun doğal yapısında vardır.

Başkan, tek egemen olunca, başkalarının baskı gösterme eğilimleri kırılır. Gemlerine bağlı dizginleri çekilir, o zaman artık, başkaları "hükmetme" işine katılmaya ve egemenliği başkanla paylaşmaya kalkışamazlar. Ve böylece, yakınlık bağlarının doğuracağı duyguyla ileri atılmalar, egemenliğe yeltenmeler engellenmiş olur. Sonuç olarak, başkan, gücü yettiğince tek egemen olarak bulunur devletin başında. O zaman, başkan, egemenlik yönünden "ulu" olmakta tek kişi olur. Başkalarının bu ululuğu kendisiyle paylaşmasına izin vermez.

Egemenler, güçlerini gösterip devlet egemenliğini kendilerinden öncekilerin olanaklarıyla birlikte alınca, yaşam ve mutluluk olanakları çoğalır. Yenen içilen şeylerin, giyim ve kuşamın, yatılacak yatağın, kullanılacak kap ve kacağın en incesini, gösterişlisini ararlar artık. Bununla övünç duyarlar. Egemenler, bu aşamadan sonra, rahata, huzura yönelirler. Yapı-konut, giyim-kuşam gibi alanlarda, egemen olmanın meyvelerini toplarlar. Köşkler, saraylar yaparlar.

Devlet, egemenlik ululuğunda tek olmayı gerektirir. Bu ululuk, topluluk üyelerinin tümünce paylaşıldığı ve hepsinin çabası tek amaca yöneltildiği zamanlar, topluluktakiler, kendilerinden olmayanlara karşı üstün ve baskın gelmek için istekli olurlar. Ululuklarını yapısını kurmak için ölümü bile göze alırlar, bu yapıyı baltalayabilecek çekinceleri göğüslerler. Ama ne zaman ki, içlerinden biri, egemenliği tekeline alır, topluluğun öteki üyelerinin katılmalarına meydan vermez, herkesin dizginini çeker, mali olanaklarla kendi dışındakiler üzerinde etkin olma yoluna gider, işte o zaman "gazalar-ganimetlere"e koşmakta, topluluktakiler artık pek istekli olmazlar. Aşağılanmaya ve köleleşmeye boyun eğerler.

Daha sonra gelen kuşaklar, egemenin bekçiliğini, koruyuculuğunu ve destekçiliğini yapmalarının karşılığı aldıkları ücretlere, ödüllere bakarlar ve başka bir şey düşünmezler. Ücret ve ödül karşılığında da insan kendini ölüme atmaz pek. Bu durum, devlette güçsüzlük doğurur. Devletin ciddiliğini ve gücünü sarsar.

Devlet, doğal olarak, iktidardakileri zengin ve gösterişli yaşam sürmeye sürükler. İktidarda, yaşam olanakları çoğalır, yaşam koşulları değişir. Egemenlerin dağıttıkları ücret ve ödüllere ilişkin giderleri artar. Zamanla gelirler, giderleri karşılamaz olur. Egemenlerin yoksul olanları tutunamaz, yıkılırlar. Zengin olanlarıyla daha da savrukça ödüller, ücretler verirler. Sonra öyle bir durum gelir ki, dağıtılan ücretler, bunlar alanların da alıştıkları gösterişli yaşam biçimlerine yetmez artık. Bunların istekleri çoğalır ve bu çevreler, aldıklarıyla geçinemez olurlar. Bunun yanında egemenler, yardımcı güçlerden ve askerlerden, sağladıkları olanakları, gazalara, savaşlara ayırmalarını isterler. Ama bu konuda gönüllü bulamazlar. Gönüllü yardımcı bulamayınca, bu çevreleri cezalandırma yolunu tutarlar. Çoklarının ellerindeki mallara-mülklere elkorlar. Bu yolla onların üzerinde etkili olmaya çalışırlar. Ne var ki bu yol, koruyucu güçleri zayıflatır. Bu çevreler güçsüzleşirken, dolayısıyla devletin başındaki egemen de güçsüzleşir.

Devletin gelirlerini artırmanın bir yolu var, o da, yeni vergiler koymaktır. Egemen de ister istemez bu yola gidecektir; çünkü yeni vergilerden gelenler, devletin koruyucu güçlerinin yeni lüks ve savrukluklarına gidecektir. Egemen, bu kez, koruyucu güçlerin sayısını azaltmak zorunda kalacaktır. İkinci, üçüncü, dördüncü kez askerlerin sayısını azaltma gereği duyulacaktır. Böylece, asker sayısı son derece yetersiz olacaktır. Devlet, güçten düşecektir. Bu durumsa, komşu düşmanları, devletin sınırlarından içeriye doğru geçmeleri için yüreklendirecektir. Ya da yönetim altında bulunan kabile ve boyların, devlete başkaldırmalarına yarayacaktır.



Kimi zaman, devlete böyle rahat ve gösterişli yaşam yüzünden gelen kocamışlık, devletin sahibi olan egemenin, kendi kabilesi dışından yeni yardımcı güçler edinmesiyle geriletilmek istenebilir. Egemen, böyle güçler sağlayıp bunlardan ordu oluşturabilir. Ve bu ordu, savaşlarda daha güçlü ve sıkıntılara karşı daha dayanıklı olurlar. Ve böyle bir güç kocamışlık derdine biraz ilaç sağlamış olur. Ne var ki, sonunda yine, Tanrı, buyruğuyla yasasını uygulayıp, devletin yıkılmasına ilişkin iznini verecektir.

Bilgileri eldeki tarih kitaplarında yazılı devletler üzerinde düşünürsen, bu anlatılanların doğru olduğunu görürsün. Hiç bir kuşkuya yer kalmadan...

*Metnin tamamı İbni Haldun'un MUKADDİME I kitabından (Turan Dursun çevirisiyle) alıntılandı.



Tarihin Diyalektik Hareketi Olarak Özgürlük ve Güvenlik

İnsanlık tarihini en başlarından bugüne kadar olan süreçleri içinde ele aldığımızda tarihin diyalektik hareketini sağlayan ve toplumsal değişimi hızlandıran şeyin özgürlük ve güvenlik çelişkisi olduğunu düşünüyorum. Yani bana sorarsanız kadın-erkek çatışmasının arkasında da, sınıf çatışmalarının arkasında da, devletler arasındaki çatışmaların arkasında da, hatta ve hatta kendi bireysel yaşam öykümüzün özünde de güvenlik ile özgürlük arasında yapılmış seçimler var.


Tarihin büyük hareketlerini şimdilik bir kenara koyalım. Herkes kendi hikayesine baksın. Hayatta özgürlüğü mü seçtiniz, güvenliği mi? Bu bir kişilik testi değil. Tarihi anlamamızı kolaylaştıracak bir araç. Şöyle söyliyim: Düzenli geliri olan bir işi mi seçtiniz? Yoksa riski olan girişimciliği veya işsizliği mi? Belli bir yaşta evlenip çocuk yapmayı mı seçtiniz? Yoksa eşsiz veya çok eşli kalmayı mı? Kazandığınız tüm parayı ev taksitlerine mi ayırdınız? Yoksa gezmeye mi? 30'lu yaşlarınıza kadar ailenizin size bakmasını mı beklediniz, yoksa evden koptunuz mu? Uzar gider bu sorular. Ama sanırım anlaşıldı. Bunların hepsi güvenlikle özgürlük arasında yapılan seçimlerdi. Özgürlük size bugünü en iyi şekilde yaşamanızı, güvenlik ise yarını garanti altına almayı öğütler. O zaman özgürlükten ödün vererek yaptığımız tüm seçimler, geleceğimize dair kafamızdaki endişelerin ne kadar ağır bastığıyla doğru orantılı. Şunu da hemen tespit etmem mümkün ki, modern toplumun bize dayattığı güvenlik seçeneğidir. Bizden hep ama hep güvenlikten yana tercih koymamız isteniyor. Güvenli yaşam daha az çaba, endişe, sıkıntı istiyor; güvenli yaşam "iş", "ev", "araba" ve "aile" gibi aslında muhafazakarlık içeren burjuva yaşam vaadiyle bir arada paketlenip önümüze konuyor. Bu bombardımanın önünde bir an olsun durup düşündüğümüzde anlıyoruz ki bu "güvenli yaşam" palavraları şeytanla yapılan anlaşma gibi; çünkü güvenli yaşam diye bize yutturulan gül bahçesinin karşılığında özgürlüğümüz talep ediliyor.


İlk toplumlara bakalım, göçebe avcı-toplayıcılar. Romantik bir tavırla değil, onları yüceltmeden ve de aşağılamadan bakalım. M. Sahlins, "The original affluent society" adlı makalesinde çok da güzel özetlemiş durumu. Bu adamlar ve kadınlar, toprağa bağlı değiller, bir eve bağlı değiller, durmadan çocuk yapmadıkları için nüfus hep belli bir sayıda, kamp yeri herkese açık, doğanın nimetleri de. Genellikle zamanlarını uyuyarak, dinlenerek, dedikodu yaparak, bir şeyleri onararak geçiyorlar. Bir kaç güne bir ava çıkıyorlar, av olursa güzel bir ziyafet çekiyorlar..Bol bol zamanları var, ayrıca açlıktan kıtlıktan da kıvranmıyorlar. Mekana bağlılık olmadığı için gerektiğinde yer değiştiriyorlar. Fazlaca eşyaları yok, en önemlisi hafif olabilmek. Hafif kalıyorlar, nesnelere bağlılık da yok o nedenle. Kavga ediyorlar, şiddet var, insan yaralama ve öldürme de var. Ancak bunlar genellikle son çareler. Ahlaksızlık ve aykırılık yapanlar toplumdan soyutlanıyor. Toplumun kurallarını uygulamak kolay, yaptırım büyük. Herkesin birbirini yüzyüze tanıdığı ve kanbağı olan böyle bir toplumda güvenlik ve özgürlüğün dengesi olabilecek en iyi düzeyde. Ne güvenlik için özgürlükten feragat ediliyor, ne de özgürlük için güvenlikten. Olabilecek en kötü şey pılını pırtını alıp yeni bir grup oluşturmak; bu da sizi kan bağıyla bağlı olduğunuz grubun konforundan/sağladığı güvenden mahrum bırakır. Ancak hepi topu bu. Tekrar özgür olarak güvende olabilirsiniz bir süre sonra, siz de kendi küçük toplumumunuzu kurana dek.. İşte bu nedenle, dünya üzerindeki özgün varsıl toplumlar avcı-toplayıcılar. Modernitenin kendini özgür, zengin veya ilerlemiş olarak tanımlaması tamamen bir yanılgı veya aldatmaca..

M. Sahlins'in muhteşem eseri. Her ölümlü okumalı.


İnsanların yerleşik yaşama geçişi bir büyük olay. "Ev" diye yılboyu kalıcı ve sabit bir mekan ortaya çıkıyor. Artık göçebe olunmadığı için, doğumlar artıyor. Kadın ve ev arasındaki zorunlu, hatta tarihsiz, gibi görünen bağıntı ortaya çıkıyor. Kadının cinsiyet rolleri nüfusun devamını ve artmasını sağlaması bakımından değerli oluyor. Yani bir kadının işlevi, ailenin işgücü kapasitesini artırabilme gücüne sahip birey olarak tanımlanmaya başlıyor. Bebeğin ve çocuğun ilk yıllarında "annelik" görevini üstlenen kadın, doğumlar artıkça daha da fazla ev ve çevresine bağlı (dolayısıyla ev ve çevresinde yapılacak işlerin yükümlülüğünü yüklenir) hale geliyor. Hem Üst Paleolitik Dönemin hem Neolitik Dönem'in şişman, gebe, koca memeli ve kalçalı kadın imgesinin ardında böyle bir cinsiyet algısı yatıyor olabilir. Aynı zamanda eril simgelerin de öneminin devam ettiğini görüyoruz. Kudretli, güçlü ve dominant iktidar sahibi erkek, fallik veya boğa sembolleri aracılığıyla kadın imgelerinin yanında kendine rahatlıkla yer buluyor.


Göçebeliğin bitmesiyle, en hafif toplum ülküsünün yerini, en ağır toplum ülküsü alıyor. Kim en çok, en kalıcı, en gösterişli, en değerli nesneleri üretecek ve biriktirecek? Artık iş çığrından çıkıyor, inşa edilmedik kutsal alan, anıtsal mezar kalmıyor, koca koca evler de..Obsidyenden ayna da yapabilirsin artık, bazalt taşından öğütme taşı da, pişmiş topraktan kaplar da..Özgürlük ve güvenlik dengesinde neler oluyor? Toprağa bağlılık, toprak ile soy arasında bir ilişki çıkmasına neden oluyor. En verimli topraklara veya önemli hammadde kaynağına kim sahip olacak? İlk önce kim geldiyse o tabii ki. Aynı yerde durmadan evler inşa ediyor ki insanlar, biz hep buradaydık diyebilsinler. Köyün çevresini duvarla örüyorlar, kimi zaman hendekler kazıyorlar, kuleler inşa ediyorlar. Herkes seferber olmuş, aman çoluk çocuk güvenli bir şekilde burada "oturalım" diye. Tarlaları var, hayvan sürüleri var, yerleştikleri toprağın altında ataları yatıyor/yaşıyor..Buradaki güvenlik faktörü, yiyeceğin üretiminde, hayvanın yerleşme içine alınmasında. Bu buğdaylar şu mevsimde hasat edilebilir düşüncesinde, veya şu hayvanlar baharda yavrulayacak bilincinde. Doğanın döngüselliğini denetim altına alacağım kibirinde..Sürekli yollarda olmak zorunda değilim, kıçımı serip tüm yıl burada inşa ettiğim kerpiç evde yaşayabilirim konforunda. Ailemi büyütebilir, daha fazla işgücüne sahip olabilirim, daha fazla tarla ekebilirim, daha fazla ürün alabilirim düşüncesinde..Bu da toprağın esiri olan (ama toprak kölesi, ya da serf anlamında değil) insan modeli. Yiyeceğinin güvenliği için ömründeki "boş" vakitleri seve seve veren insan modeli. Öyle ki, bu "konforu" gören göçebeler bir bir yerleşik yaşama geçiverdi, hemen tahılını, bakliyatını ekti; hayvanını güttü. "Evinin kadını" olan kadınlar için "ev işleri" o zamandan beri bitmiyor. "Evlenmek" ile "birini eş seçmek" ne zaman eşanlamlı oldu acaba? Güvenlik ve özgürlük dengesi belki de ilk olarak kadınlar için fena kaçtı. En temel toplumsal çatışmayı cinsiyetler arasında bulmamız tesadüf değil o halde!

Bu yeni üretim biçiminin ve sosyal örgütlenme modelinin yaygınlaşmasından sonra toplumlararası çatışmaların arttığı ve güvenlik fikrinin ağır basmaya başladığı görülebilir. Kullanılan kaynaklar belli, artan nüfus ortada.  Bunun yanında ilk salgın hastalıklar ortaya çıkıyor. Ya insanlar farklı bir biçimde örgütlenmeyi başaracaklar, ya da terk-i diyar edecekler..Her ikisi de oldu. Kan bağına dayanmayan yeni toplumsal örgütlenme biçimleri ortaya çıkarken, bir yandan da insanlar yeni coğrafyalara doğru yola çıktılar. Hatta bazıları teknelerine atlayıp adalara yerleşmeye gittiler, bir daha geri dönmemecesine...Onlar kendilerine eski alışık oldukları yaşamı bir daha kurmaya girişirken, geride kalanlar, bir lider öncülüğünde yeni bir hayat kurdular.


Zamanda biraz daha ilerleyelim. Nüfus artışı tarihte daha önceden görülmemiş yeni durumlar ortaya çıkardı. Hayvanların evcilleştirilmesi, insanların sürekli olarak bir arada yaşamaya başlaması, tarıma bağlı artan işler, beslenecek boğazların artması, az bulunan maden yataklarının denetimi, yeni silah tiplerinin üretimi vs. hepsi toplumlar arası çatışmaları artırdı.  Özellikle, önemli hammadde kaynaklarının (bakır, kalay, altın, gümüş, kalas gibi) kontrolü için birbiriyle didişen toplumlar tarihin hareketini sağlıyor. Toplumlararası çatışmaların arttığı, can ve mal güvenliğinin olmadığı bu dönemde, insanlar neyi seçti dersiniz? Tabii ki güvenliği! Güvende olmadığın bir dünyada özgür olmanın anlamı ne, öyle değil mi? Kendi tarihsel koşulları içinde göremeyecekleri tek şey, güvenlik karşılığında neyi takas ettikleriydi! Surların içinde, bir liderin çevresinde, insan gücünün bol olduğu ve saldırı karşısında herkesin silahlanabildiği güvenlik ortamı içinde yaşamak istemenin ne fenalığı olabilir? Fenalığı şurada: İnsan kendi zincirlerini bilerek ve isteyerek başkasının ellerine teslim etmiş oldu. Yani, zincirleri insana takanlar zorba liderler değil, tam tersi, kendi rızalarıyla kendini kendini zincirleyen kişilerdi. İnsanın en temel biyolojik dürtüsü olan can güvenliği arzusu, insana verili olan en değerli ve biricik yaşam enerjisini, yani özgürlüğünü alıyordu (Sanırım burada bir Hobbes göndermesi gerekli).


Geç Tunç Çağında (MÖ 1600-1200) Truva kenti. Sur içi ve sur dışı yaşam.

 

Bu takas ölümcül bir takastı, çünkü yalandı. Can ve mal güvenliği sağlayan lider, istediği takdirde, insanların güvenlik korkusunu sonuna kadar sömürebiliyor, onları bir askere veya köleye çevirebiliyordu. Sur içinde yaşamın konforu, daha doğuştan köle olmak anlamına geliyordu. Sanılmasın ki, köleler ve topraksız köylülerdi sadece acı çeken, efendinin trajedisi de hep devam ediyordu. Efendi kendini pahalı mücevherleri, kumaşları ve emrindeki ordusuyla, din adamlarıyla oyalıyordu. Tüm bunlara sahip olduğundan ötürü, o da hiç özgür değildi! Hatta, tam da bunlara sahip olduğu için, o kendi kölesinden ve çiftçisinden daha az özgürdü. Özgürlük, herkes için az bulunur değerli bir "hammaddeydi". Burjuva devriminden önce kıta Avrupa'sındaki feodal sistemi anlatan Marx, tam da bu sınıf çatışmasından, emek sömürüsünden bahsediyor, burjuva devriminin tarihsel önemini ve değerini bu çerçeveden bize sunuyor, benzer bir işçi devrimini de özgürleşmeye doğru giden yolda tarihin tininin zorunlu bir sonucu olacağı şeklinde yorumluyordu. Sınıf çatışmalarının sona ermesi ülküsünde "özgürleşme" tininin gerçekleşmesi zorunluluğu karşısında tarihin tam da bu patikayı takip etmesi olası gözüküyor.
 

Ama, peki ya güvenlik? Özgürleşmenin karşısında güvenliğin geri adım atacağını hiç öngörebiliyor muyuz? Hele de içinde yaşadığımız dünyada, hangimiz kendini daha özgür hissediyor? Değil göçebe avcı-toplayıcının özgürlük duygusunu, Neolitik Dönem'deki ilk çiftçinin veya Tunç Çağı'ndaki surlu yerleşmeye sığınan ailenin özgürlüğünü bile mumla arar durumdayız. En azından bu insanlar kendi evlerini inşa edebiliyor, ava çıkabiliyor, kendi yiyeceklerini üretebiliyor, kendi kıyafetlerini dokuyabiliyor ve sınırların ve termal kameraların olmadığı bir dünyada özgürce mekan değiştirebiliyordu.
 
Suriyeli sığınmacılar Macaristan sınırında.
Özgürlük ve güvenlik bu resmin neresinde? Kaynak: Guardian.
 
Modern dünyanın zavallı özneleri biz: Çok konforlu yaşamımızın hangi anlarında özgür, bağımsız ve endişesiz hissediyoruz? Bir kere canımızın güvenliğini tamamen devletin kolluk güçlerine teslim etmiş durumdayız. Yiyeceğimizi üretecek, kendimize ev inşa edebilecek, doğada ailemizle kalsak hayatta kalabilecek hiç bir bilgi ve deneyime sahip değiliz. Tüm bunları bizim yerimize başkaları yapıyor ki bu da güvenlik karşılığında takas ettiğimiz özgürlüğümüzün bir parçası. Peki ya sahip olduğumuz ve sürekli arttırmamız gereken mallarımızın güvenliği? Hani biriktirdiklerimiz, güvenli bir iş, huzurlu bir aile, dolgun bir banka hesabı, emeklilik primleri, çocuğun okul parası? Yani öngörülen basmakalıp bir gelecek. Tüm bunlara "sahip" olduğumuz anda bir sihirmişcesine vardan yok olan özgürlüğümüz? Tüm oyalanmalarımız, asık suratlılığımız, endişemiz, bitmeyen stresimiz ve insanın içine fenalık getiren "küçük bir sahil kasabasına yerleşme" hayallerimiz...


Antik Yunan medeniyeti dahil tüm görkemli ve varsıl medeniyetlerin temelinin kölelerin emeğinde aranması gerektiğini söyleyen Marksist eskiçağ tarihçisi Croix, bireyin özgürlüğünün "tüm insan krallığının çıkarları için" giderek yok olmasını Marx'tan alıntıladığı şu pasajla anlatır:
 
"In the development of the richness of human nature as an end in itself... at the first the development of the capacities of the human species takes place at the cost of the majority of human individuals and even classes...; the higher development of individuality is thus only achieved by a historical process during which individuals are sacrificed; for the interests of the species in the human kingdom, as in the animal and plant kingdoms, always assert themselves at the cost of the interests of individuals."
(Theories of Surplus Value II.118)
 
V. van Gogh, Patates yiyenler/Aardappeleters tablosu (1885).
Croix'un kitabına seçtiği kapak resmi. Kaynak: wikipedia.
 
Neden Žižek'e göre Edward Snowden bir modern zaman kahramanı daha iyi anlıyoruz şimdi! Snowden, bize güvenlik diye yutturulan şeyin aslında özgürlüğün/mahremiyetin ve en ironik haliyle güvenin kendi rızamızla nasıl devletlerin eline teslim edildiğini gösterdiği için bir kahraman. Tam da o nedenle o devletler için bir vatan haini! Devlet aygıtının meşruiyetini sarsabildiği için. (Makale şurada: http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/sep/03/snowden-manning-assange-new-heroes)
 

Sonuç olarak, anladım ki, insanlık tarihinde bir öncekinden daha karmaşık bir siyasi/ekonomik/sosyal örgütlenmeye giden her adım, özgürlüklerden daha fazla ödün vermek anlamına geliyor. Küreselleşmenin kendisi o nedenle özgürlüğümüzden geriye kalan kırıntıları da kurban etmemizi talep ediyor. Bize vaad edilen yine daha fazla güvenlik. Hiç gelmeyecek güzel bir gelecek için elimizdeki en değerli şeyden, yani özgürlükten ebediyen vazgeçmek..Tartışmanın bizi getirdiği nokta, sadece kapitalizm veya küreselleşme ağlaklanması değil. Aynı zamanda, insanın biyolojik dürtülerinin özgürleşme tininin tarihte gerçekleşmesine ne kadar izin vereceği sorusu. En başta gördüğümüz gibi, "can güvenliği" tehlikesi söz konusu olduğunda, özgürlük-güvenlik "dengesi", böyle bir denge varsa tabii, bozulmaya veya manipüle edilmeye çok müsayit. Tam da bugün olanlar gibi. İnsan zihninin en ilkel ama en güçlü dürtülerini kullanarak, insanlara bir düşman gösterip ("terörist", "bölücü", "vatan haini", "komünist" vs.) kişilerin tüm mahrem bilgilerini kendi rızalarıyla vermelerini sağlayabiliyorsunuz. Bana öyle geliyor ki, tarihte hiç olmadığı kadar güvenlik, özgürlük karşısında ağır basmış durumda. Hiç olmadığı kadar, özgürlüklerimizi kendi rızamızla veya bize danışılmadan "duman adamlara" teslim etmeye hazırız. Peki bunun bedelini çekmeye hazır mıyız?

Fotoğrafı Bombardımana Tutmak

Kıyıya vuran çocuk, artık bazı şeylerin sınırına gelindiğini gösteriyor. Hem insanlık anlamında, hem insanlığın yaşamda kendini konumlandırdığı yer anlamında. Bu ise, bir çocuğun ölmesiyle ilgili değil yalnızca, çocuklar hep öldü ve ölüyor savaşlarda. Daha çok, fotoğrafın yayınlanıp yayınlanmaması gerektiğiyle ile ilgili tartışma, aslında tuhaf bir şekilde insanın kendini nasıl algılamayı ya da anlamlandırmak istediği ile ilgili bir durumu içeriyor (çocukların bu fotoğrafı görme meselesini burada geçmeli, ona verilecek yanıt belli). Durum, bir fotoğrafın yayınlanması ya da yayınlanması ikileminin ötesinde bir boyut taşıyor. Bir kere, ana akım medyanın da, sosyal medyanın da, artık ne kadar öznelere ve öznel kararlara bağlı olduğu bir tartışma konusu. Sadece Facebook'un bile bizleri ne kadar dönüştürdüğünün, kim bilir beynimizi nasıl şekillendirdiğinin, nasıl yeni bir insan tipi ortaya çıkardığının ne kadar farkındayız? Artık ne kadar iyiden iyiye kendimizi değil, temsilimizin temsilini yaşadığımızı biliyor muyuz?

Belki de artık neredeyse tamamen içine gömüldüğümüzden farkında olmadığımız kadar tuhaf bir durum: Bir gün içinde bir fotoğraf, yüz milyonlarca bireyin baktığı ve en sarsıcı duygulara kapıldığı, sonunda belki de küçük de olsa bazı adımların atılmasında yol açan bir küresel imgeye, oradan da çabucak bir küresel bir sembol statüsüne dönüşüyor.
Teori parçalayacak halim ve kibrim yok şu konuda, ama bu son durum Debord'un "gösteri toplumu"nu anlatmıyor mu tam olarak? Milyonlarca insanı şu ya da bu şekilde sarsan bu fotoğraf, bir şekilde fetiş malzemeye dönüşerek, bağlamından kopmuyor mu? Buna sanırım bizden iyi bir örnek, AK Parti gençlik kollarının şu protestosu:


Burada, bir çocuğun ölü fotoğrafının küresel bir simgeye yükseltilerek, soyut bir ahlaki düzlemde eşitlenmesi, toplumsal arka planın ve geçmişin sislerle kaplanması ve bunun sonucunda herkesin kullanımına, küresel dolaşıma açık fetiş bir malzemeye dönüşmesinin bir örneği mevcut değil mi? Bunun dışında, yılların sağcı Alman tabloid gazetesi Bild'in manşetten, kıyıya vuran çocuğun fotoğrafı üzerinden "Avrupa medeniyeti çöküşü" güzellemesine girmesi ne kadar samimi ve inandırıcı? Tüm bunların ne kadar sömürü ya da ne kadar temel bir insani dönüşümün işaretleri olduğunu, ne kadar ahlaki bir ikiyüzlülüğe, sahte bir "hümanizme" ya da ne kadar gerçek bir sistem sorgulamasına dayandığını zaman içinde göreceğiz. Ölen çocuğun ailesinin gitmeye çalıştığı Kanada'nın göçmenlere kapıyı kapatışı, Türkiye'deki ırkçı düşmanlık, küresel kapitalizmin Ortadoğu'da ya da dünyanın başka yerlerinde başlattığı savaşlar sorgulanacak mı? İslam dünyası 1500 yıllık fetvalarla birbirini öldürmenin ne demek olduğunu sorgulayacak mı? Tüm bunların bir fotoğrafla değişeceğine inanmak biraz tuhaf. Gerçi hemen girebiliyoruz böyle bir umut sarmalına. Gezi'den sonra da sosyal medyayı devrimin öncüsü ilan etmedik mi? Ama bugün ne oldu? Ülkenin doğusunda savaş var, genelde de durum her gün daha kötüye gidiyor. Nerede peki sosyal medyanın birleştiriciliği? Onun olağanüstü empatik üretkenliği?

Bu işte bir bit yeniği olmalı o halde. Sosyal medya mecrasının gerçek bir dünya olmadığını biliyoruz elbette. Orada kendi temsillerimiz var. Yemek yerkenki, eğlenirkenki imajlarımız ya da politik temsillerimiz. Ne kadar kendimizi kaptırsak da biliyoruz elbette "sanallığını". Ama sosyal medyanın temsili ettiği dünyamız ne kadar bize ait, ne kadar kendimizi gördüğümüz gibi, sosyal medyada dile getirdiğimiz evrensel değerlere göre yaşıyoruz gerçek dünyayı? Yoksa gerçek dünya dediğimiz de aslında bir temsil olmasın artık? Belki de gerçek dünyadaki yaşamsal ve politik eylemsizliğimiz, yaşam alanlarımızın işgali, deneyimlerin tüketime dönüşmesi, sosyal medyadaki yaşamımızı haddinden fazla gerçek kılıyor bizim için. Debord'un gösteri dünyası sosyal medya değil, bizzat kendi yaşamlarımız haline geldiğinden, gerçek insani deneyimleri ve duyguları sosyal medyaya götürüyoruz, yangından mal kaçırır gibi. Bu nedenle de belki, bir çocuğun ölümünün fotoğrafını küresel bir vicdan bombardımanına tutuyoruz. Ölen öldü ve ölmeyen ölecek. Kendimizin neye dönüştüğünü-dönüştürüldüğünü sorgulamalı, izleyicilikten yaşamı yeniden düzenleyecek-örgütleyecek özneler olmanın yollarını aramalıyız. Yoksa ikiyüzlü, unutkan ve vahşi bir tür olduğumuzu kabul edip, tarihin meleğinin silkinip bizi süpürmesini beklemekten başka çaremiz yok. 

Perşembe

Çeviri Meseleleri

Yıl 1990 küsur, Cağaloğlu'ndaki  lisemden çıkmış, paldır küldür yokuş aşağı inerken birden duraklıyor ve duvarın kenarında kaçak sigara, tütün ve kitap satan tezgahtara yöneliyorum. Adamdan Camel isterken, kitaplara göz atıyorum. Derken, o da ne? Daha geçenlerde sınıfta geyiğini yaptığımız Joyce'un Ulysses'i! Hem de ucuz, hem de indirimde (gerçi tezgahtarın kitapları hem indirimdeydi)! Camel'ı çantama saklayarak, elimde Ulysses vapura koşturuyorum. Ama şu işe bakın ki, vapurdan inene kadar Ulysses'i bitiriyorum, çünkü kitap 85 sayfa! Kitabın sadece onda birinin çevrildiğinden ise o zamanlar haberim yok tabii. Bunun dışında gençliğimden hatırladığım bir sürü klasik var. Kim bilir kaçını yarıda bıraktım ya da onlar zaten çeviri sürecinde yarım bırakılmıştı! Çoğunu sıkıcı olduğundan da değil, kendi aklımdan şüphe ettiğim için bıraktım. Anlayamıyordum, geri zekalı olmalıydım. Çevirilerin çoğunun eksik ya da yanlış olduğunu ise, okuma alışkanlığını tekrar kazanmaya çalıştığım ilerideki yıllarda fark edecektim.

Peki bugün değişti mi bir şey? Gerçekten özenli çalışan çevirmenler, redaktörler, editörler var, şüphemiz olmasın. Ancak okuduğunuz şeyi anlamıyorsanız, önce aklınızdan şüphe etmeyin derim. Bugün bir kitabevinde rastgele seçeceğiniz kitaplarda ya eksik ya yanlış ya da hem eksik hem yanlış çevrilmiş sayısız kitap bulacağınızdan emin olabilirsiniz.

Bu çevirilerin yarım yamalaklığının hem trajikomik hem de acıklı bir arka planı var. Bazı yayınevlerine, editörlere, çevirmenlere sorsanız, bu kitapların berbat bir şekilde de olsa çevrilmesi, onlara göre büyük bir kültürel katkı. "Çünkü bu kitaplar çevrilmelidir!" Hem de büyük bir özveriyle yapmaktadırlar bunu. "Sizler bilmezsiniz yayınevi idare etmenin zorluğunu!" Oysa burada söz konusu olan, özensizliğin, üstünkörülüğün, hatta işine saygısızlığın idealist bir kibir ile örtülme çabasından başka bir şey değil. Bir de tabii bizdeki yaygın eğitimli-eğitimsiz söylemine özgü yukarıdan bakma, "bilinçlendirme" adına toplumu, okuyucuyu küçümseme hali burada da mevcut.

Kültür hizmeti olarak sunulan şey ise, tam tersine kültüre bir darbe vurmuyor mu ama? Kaç kişi soğumuştur acaba kötü çeviriler yüzünden okumaktan, ya da kendi aklına güvenini kaybetmiştir? Örneğin bazı felsefe kitaplarının orjinali, çevirisine göre emin olun çok daha sade ve anlaşılır dille yazılmıştır, Ayrıca kötü çevrilen kaç kitap, nasıl olsa çevrildi diye ziyan edilmiş ve bir daha çevrilme zahmetine girilmemiştir? Ya da bir kitap çok satıyor diye  kaç kere yeniden kötü çevrilebilir?

Bu son soruyla ilgili bir örnek vereyim. Kafka'nın "Dönüşüm" adlı uzun öyküsünün son çevirisinin (evet, sürüsüne bereket çevirisi var) düzeltmesini yaparken, tesadüfen "Dönüşüm"ün dört farklı Türkçe çevirisini satır satır karşılaştıran bir teze rastladım. Aralarında meşhur çevirmenlerin de elinden çıkma bu çevirilerin hepsi birbirinden sorunluydu. Kimi, öyküde olmayan diyaloglar eklemiş, kimi anlamadığı cümleleri atlamış, kimi de cümleleri kafasına göre yorumlamış. Bu kısa ve aslında ne okuması ne de çevirmesi o kadar zor olmaması gereken öykünün bu kadar sayıdaki farklı çevirisindeki hataları gördükçe, geçmişte ve bugün neler okumak zorunda kaldığımızı hatırladım tekrar. Önümdeki son ve belki de tek iyi "Dönüşüm" çevirisini ise öpüp başıma koyduktan sonra çevirmenine teşekkür ettim içimden.



Sık yaşandığını düşündüğümü bir başka örnek, çevirmenin "forsunun" redaktörü ezmesiyle ilgili. Doğrudan çevirmenin bir suçu olmaktan çok (kötü çeviri dışında), yayınevinin işleyişiyle ilgili bir redaktör sömürüsü bu. Bir süre önce redaksiyon için aldığım klasik bir romanın ödüllü bir çevirmen tarafından yapıldığını görünce içime bir ferahlık gelmişti. Gelin görün ki, daha beşinci sayfada gelincik tarlasına dönmüştü düzeltmeler. 50. sayfada editöre mail atıp, çevirinin çevirmene geri yollanması gerektiğini, yoksa benim her şeyi baştan çevirmem gerektiğini yazdım. Tamamen anlamsız cümleler birbirini kovalamaya, karakterlerin duygu durumları birbirlerine karışmaya başlamıştı çünkü. Yeniden çevirirdim belki ama bir redaktör olarak alacağım para 350-400 TL'yi geçmeyecekti. Neyse, sonunda editör, çevirmenin tanınmış biri olduğunu ve çeviriyi kendisine tekrar yollayamayacağını yazdı. Elbette editörler de çok arada derede kalıyorlar, çevirmenin bütün günahını üstlenmek zorunda kalan redaktörleri mümkün olduğu kadar dışarıdan-güvencesiz çalıştırmak zorunda kaldıklarından ve emeklerinin karşılığını veremediklerini bildiklerinden, içten içe bu duruma üzülüyorlardır.

Sonuçta çeviri ve yayımlama süreci öyle bir döngü ki, işleyişteki bir kusur sürecin tüm aşamalarını vuruyor. Kötü bir çeviriyle baş başa kalan paraya muhtaç bir redaktör, sizce kaç denemeden sonra berbat çeviriyi üç kuruşa düzeltmeyi reddeder ve artık çeviriyi orjinaliyle karşılaştırmayı bırakıp yalnızca yazım hatalarını düzeltmeye girişir? Ya da bir çevirmen, ne zaman kendinde bazı cümleleri atlama ya da kafasına göre "uydurma" hakkını bulmaya başlar? Bu soruların ve genel olarak bu konunun elbette birçok farklı yüzü var, yayınevleri arasındaki ve yayınevi bünyesindeki hiyerarşiden, ülkedeki kitap okuma oranlarına kadar. O nedenle yazılacak şey çok. Aslında başta redaktörlerin, çevirmenlerin ve editörlerin söyleyecek, yazacak şeyi o kadar çoktur ki. Umarım herkes bir gün eteklerindeki taşları dökmeye başlar. Aslında işbu konuyla ilgili yazma fikrini de, editörlükle ilgili yeni çıkan şu dosya verdi. Ayrıca yayınevi dünyasındaki idealizm ve emek sömürüsüyle ilgili geçenlerde bir söyleşi çıkmış ve bu sömürüye karşı kurulan yayınevi emekçileri kolektifinden söz edilmişti. Onlara da bakılmasını öneririm. 

Akıntıya Karşı Gitmek: Upstream Color

Bazı filmler vardır... Klişe bir giriş oldu, evet... Ama bazı filmler vardır, bir eşi yoktur. Benzersiz bir deha ürünü olduğunu düşündüğüm Upstream Color'ın çağrıştırdıkları üzerine birkaç söz söylemek isterim.

Film üzerine bazı ilginç analizlerin (bkz.) arasında en eli yüzü düzgün olanının ifade ettiği gibi, film, Hollywood'un (ve Avrupa'nın çoğu sözde sanat filmlerinin) seri halinde ürettiği ve izleyicinin kolektif bilincine sunduğu (dayattığı) yavan mitlerinin dışında, tam anlamıyla bireysel bir sanat yapıtı. Hatta belki mitlerin döngüsünü kıran bir yapıt, sadece Hollywood mitlerini değil, akıl ve insan temelinde kurulan mitlerin döngüsünü de.

Bu filmi spoiler vermeden anlatmak zor değil. Örneğin bir Jodorowsky filminde nasıl bir spoiler verebilirse insan, bunda da o kadar verebilir. Yine de belirli bir anlatısal yapısı var filmin, ancak filmden sonra, film üzerine düşündükçe, okudukça, hissettikçe açılan bir yapı. Diğer yandan yavan mitolojik yapılarda olduğu gibi size kendisini dayatmayan bir yapı bu. Sizin kendi yaşam öykünüzle katılabileceğiniz ve filmin öyküsüne kendi "renginizi" katabileceğiniz bir yapı.

Benim için bir özgürleşme öyküsünü anlatıyor film ve her özgürleşme sürecinde olduğu gibi ızdırap verici, fiziksel ve ruhsal acıyla dolu. İnsanın kendi yarattığı insan-merkezci, birbirini ve doğayı öğütücü karabasandan kurtulma mücadelesi.  Filmin orjinal sorusu ise şu bence: İnsan, doğayı ve birbirini ayaklar altına alarak yükseldiği, aklı (filmde bana göre Sampler- numune toplayıcısı, bilim insanı vs. tarafından temsil edilen) salt bir pasif gözlemciliğe indirgediği ya da "bu işe sahip olduğum için şanslıyım" demek zorunda bırakıldığı bu düzende ne kadar insandır? Aslında her zaman doğanın bir canlısı olan, sonuçta organik süreçlerle üreyip ölen insan, kendi yaşamını salt bir ekonomik kısırdöngüye hapsettiğinde, kendini sonuçta yine organik yaşama bağlı bir zombiye dönüştürdüğünde, eylemlerinin, hislerinin ve hatta anılarının ne kadarı gerçekten kendisine ait olur?



Filmdeki domuz-insan analojisinin, "plazaların, sitelerin, gündelik koşuşturmalarımızın, kısır ideolojilerimizin ahırında domuzlar gibi yaşıyoruz"un yanında başka bir anlamı daha var gibi. İnsan her şeyi kendi üzerinden okumaya alışkın olduğu için, filmdeki domuzları da insan yaşamı üzerinden okuyor önce. Ama ya tersi de söz konusuysa? Sinemada "erkek bakışı" denilen bir olgu vardır; en kaba örneğiyle, sevişme sahnelerinin bile erkeğin gözünden verilmesiyle açıklanabilir. Erkek bakışının tersine çevrildiği filmler ve sahnelerin epey az olduğu rivayet edilir. Bu filmde de, başta insan-domuz analojisi olmak üzere, sanki "insan bakışı"nın tersine çevrildiği, insandan ziyade organik yaşamın fail olduğu, hatta insanı, örneğin virüsün kullandığı bir "taşıyıcı" olarak betimlendiği bir "organik bakış" var. Filmde "ne oluyoruz" dedirten ya da akıl karıştıran kısımların bu tersine çevrilmiş bakış açısından kaynaklandığını düşünüyorum.

Bu tersine bakış, aynı zamanda yeni bir etik perspektif açıyor. İnsan kendi türünü ve doğayı ne kadar bir araç olarak kullanıp sömürse de, ne kadar kendi kendini doğanın merkezindeki krallık tahtına yerleştirse de, özgür sandığı eylemleri, iyilikleri ve kötülükleri nihayetinde organik yaşamda temelleniyor. Ancak insan, "akıntıya karşı" yüzmeye, "karanlığın kalbine" doğru gitmeye devam ediyor; kendini ve doğayı köleleştirme ve belki de sonunda yok etme pahasına.  Bu açıdan belki de doğanın içindeki "kurtçuk" insanın kendisi. Doğayla insan arasında arabulucu, uzlaştırıcı olması gereken akıl ise, artık pasif bir gözlemci yalnızca; gözleyen, hisseden, empati kuran ama dahil olmayan bir "numune toplayıcısı". Ama bu pasifliğinde o kadar da zararsız değil akıl. Ekonomik düzen, filmdeki "hırsız", nasıl paranı çalıyorsa, yaşam mücadelesinden elini eteğini çekmiş akıl da, gerçek işlevini gösteremediğinden, insanların kimliklerini çalıyor. Daha doğrusu, insanın en yüksek yetisi olan, insanı insandan ve insanı doğadan ayırarak, her birinin kendi biricikliğini açığa çıkaran, her ikisini de sakınan, kollayan akıl geri çekildiğinde, insanların da doğanın da biricikliği ortadan kalkıyor. İnsan yaşamı tektipleşiyor, bireysellikler ortadan kalkıyor, hatıralar birbirine karışıyor, insanların birbirini araç olarak kullanmasının yolu açılıyor, çünkü geriye çekilen tözsel aklın yerine, yalnızca araçsal bir yeti olarak akıl geçiyor; aynı şekilde doğa da, kendisini kavrayacak, sakınacak, kollayacak, kendisi için kaygılanacak aklın geri çekilişiyle, insanın gözünde ihtişamını ve çeşitliliğini yitiriyor, her daim insanın emrine hazır bir depo, kümes, ahır, durmadan üreten bir fabrika haline geliyor.

Filmde, araçsal olarak kurulan insan-doğa-insan döngüsüne paralel ve bu döngüyü kıracak süreç olarak, kurtçuk insanın sancılı özgürleşme süreci, "hırsız"ın bilerek ya da bilmeyerek yol açtığı bir "sivil itaatsizliğin" başlangıcı olarak sunuluyor. Ancak filmin en güçlü yanlarından biri, bu özgürleşme sürecinin ikircikliğini ve karmaşıklığını da göstermesi. Döngü kırılırken, adaletin sağlanıp sağlanmadığı, "suçlu hırsız"ın bulunup bulunmaması (hatta bunun gerekli olup olmadığı) gerektiği, kurban insanlarla domuzların bir araya gelişinin gerçek anlamda bir uzlaşma olup olmadığı, akıntıya karşı gitmenin insanın zorunlu bir kaderi olup olmadığı gibi sorular ortaya çıkıyor. Ve bu soruların yanıtları, sanıyorum, tıpkı yönetmenin daha önce sadece 5000 dolara çektiği "Primer"daki sorular gibi, izleyicileri, kendilerinin çözmesi için filmi tekrar izlemeye davet eden titizlikle hazırlanmış bir yapbozun parçalarında gizli.

Üzerinde derin bir tefekkür gerektiren bu filmin, insanın kendisi ve doğa üzerindeki ama aynı zamanda doğanın insan üzerindeki tahakkümü üzerine bir meditasyon olduğunu düşünüyorum. Ve burada kendi bakış açıma göre "renklendirmeye" çalıştığım filmin, daha başka birçok bakış açısıyla renklendirilmesini umuyorum. 

Salı

Tarih Üzerine Bir Soru

On beş yılı aşkın süredir kafamı meşgul eden şey tarihin bir yasası olup olmadığı. Naif bir bilmişlik, hatta doğrusunu isterseniz gerçek bir cahillikle, bu sorunun peşinden gitmek zorunlu olarak beni tarih felsefesine getirdi. Bu ilk coşkulu karşılaşma beni hem çok mutlu kıldı, hem de hayalkırıklığına uğrattı. Nedeni basit. Ben belki de kimsenin cevabını bilmediği, hatta sormaya cesaret edemediği bir soruyu soruyordum ve üstü örtülü bir şeyleri keşfe çıkıyordum. Gel gör ki, antik Yunan'dan beri bu konuya öyle ya da böyle bulaşmamış feylozof kalmamış. Hepsinin tarihe dair cevaplarını sırasıyla okumak müthiş bir haz yaratırken, beni en çok sarsan (tokatlayan diyelim) Herder'in, Dilthey'in ve Collingwood'un benim sorumu altüst eden tarih felsefeleri oldu. Şimdi amacım burada bu adamların ne dediğini anlatmak değil tabii. Ancak bu aklı evvel bilgeler bana gösterdi ki, tarihe bir amaç, değer, anlam ve yasa atfetmek biz ölümlülerin kendi hayatımıza anlam ve değer atfetme uğraşımızın sadece daha fiyakalı bir versiyonu. Yani, beyhude ömrümüzün beyhude oyalanmalarından..Tamam, onlar da kabul ediyor, tarih tamamen bir rastlantısallıklar alanı değil, insan etkinliğini farklı zaman ve mekanlarda ortaklaştıran düzenlilikler de var. İnsanların biyolojik ortaklarından, zihinsel işleyişlerinin aynılığına, toplumsal örgütlenme biçimlerinin yarattığı ortak kaderlere, hareketlere vs. bir takım düzenlilikler yakalamak mümkün; ancak zorunlu değil!

Sözgelimi dünyanın birbiriyle hiç ilişkisi olmayan coğrafyalarında yaşayan toplumlar birbirilerinden bağımsız olarak yiyecek üretimciliğine geçtiler ve tarım-hayvancılıkla uğraşan toplumlar benzer demografik/sosyal süreçler sonucunda daha karmaşık siyasi örgütlenmelere sahip oldular; ancak bu ortaklık hiç bir surette bir yasaya bağlanamaz, veya bu ortak hareket hiç bir surette onların geleceğinin de ortaklığı anlamına gelemez. Tarıma geçen toplumlar illa ki, kenti, devleti, yazıyı bulacak, sınıflı toplumlar, kronik savaşlar, imparatorluklar ve emperyalizm ortaya çıkacak diye bir yasa koyamayız. Verdiğimiz 10 örnekten 8'i bu yasayı doğrulasa da, 9. ve 10. örnekler doğrulamayacaktır. Veya şunu da diyemeyiz: Bir kere tarım ve hayvancılığa geçen toplumlar, bir daha avcı-toplayıcı ve göçebe olmazlar! Evet, bir çok toplum bir kere yerleşik yaşama ve yiyecek üretimciliğine geçtikten sonra öyle kaldılar, ancak kalmayanlar da var! Tarımı bırakıp avcılığa, köyünü bırakıp göçebeliğe geçen toplumları biliyoruz tarihte. Yani, ne kadar zorlasak ve istesek de, tarihi basitçe kavranan ve kendini her koşulda tekrar edecek yasalara bağlamak mümkün görünmüyor. Bu nedenledir ki, hiç bir toplum kendi biricik koşullarından bağımsız olarak, topyekün bir "dünya tarihi" adı altında anlaşılamaz. Bize dünya tarihi diye yutturulan hikayeler, son tahlilde Batı medeniyetinin hikayesi değil mi? (Burada teşekkürün adresi: Eric Wolf, Europe and the People Without History) Kaldı ki, bir de kültür meselesi var ki, işte orada hiç bir fren tutmuyor. Kültürün etrafından dolanmanız da mümkün değil. Aynı biyolojik ve zihinsel işletim sistemine sahip Homo sapiensler dünyanın bin bir yerinde bin bir kültür yarattıysa, bununla nasıl baş edeceksiniz? En iyisi dükkanı kapatıp gitmek mi? Franz Boas ve diğer tarihsel tikelciler için burada aşılamayacak önemli bir engel var. Modernizmin tüm büyük anlatılarından olduğu gibi, dünya tarihi anlatısından da vazgeçilmeli. Evet, doğrudur, ama nereye kadar? Veya bu vazgeçiş ne kadar ahlaklı/moral?

Robert George Collingwood, The Idea of History/Tarih Tasarımı adlı muhteşem yapıtın yazarı. (1889-1943)

Bu madalyonun bir de öbür yüzü var. Bunu da Mustafa Kemal'in çok bilinen, çok sevilen lafıyla izah etmeye çalışacağım. "Tarihi yazanın tarihi yapana sadık kalması", yoksa çok kötü şeyler olacağı meselesi. Eğer Collingwood bu özlü sözü duymuş olsaydı, kendini acı acı gülümsemekten alamazdı. Tarih Tasarımı kitabında ziyadesiyle anlatıyor neden güleceğini, burada tekrar etmeye gerek yok; ancak şunu belirtmekle yetinelim: Collingwood'a göre, tarihin yapılması ve yazılması birbiriyle özdeş süreçler. Yani, şurada elimin uzandığı bir yerde yapılmış tarih var, şimdi ben onu ortaya çıkaracağım diye bir tarihçilik etkinliği yok. Yapılan tarihi yaratan şey esasen tarihçinin kanıtlar rehberliğinde zihninde titreşmesine izin verdiği düşüncelerin kağıda dökülmesi. Tarihçinin etkinliği elindeki kanıtları konuşturabilecek zengin bir zihinsel kavrayışa ve yorumlama kapasitesine sahip olmaktan başka bir şey değil. O halde, Ranke gibi pozitivistlerin umdukları gibi, tarihi olduğu gibi ortaya çıkarmak gibi bir etkinliğin olanaklılığına inanmak safdillikten başka bir şey değil. Bu şu  anlama gelmiyor  yanlış anlaşılmasın, ben tarihçi olarak tarihi istediğim gibi kurarım! Hayır, kendi içinde kalabalık ve gürültücü olan kanıtları tarihçinin kendi zihinsel işleyişinden geçirerek yorumlaması tarih. İşte böyle olduğu için de, tarihe atfettiğimiz her insani değer (iyi veya kötü) aslında tarihin bize, bizim dışımızda söylediği bir şey değil, tam tersine, kaçınılmaz olarak bizim zihnimizin bir ürünü. Kendi zihnimiz de tarihin ve içinde yaşadığımız toplumsal bağlamın bir ürünü olduğuna göre, tarihle ilgili yaptığımız her yorum  "çağdaş, bugünün tarihi"nin farklı bir tezahürü olmak zorunda. Kendi zamanımızın dışına çıkıp kendimizi bir "birey" olarak kavradığımız koşullardan bağımsız bir varlık durumuna geçemeyeceğimiz için, tarihe yöneltilen her bakış bugünün dünyasının tinini de içine alarak yansıtmak durumundadır. Bunu da Herder ve Collingwood çok güzel ifade ediyor..O halde, kendi tarihsel zihnimin ve zihinsel tarihimin kesişme kümesinde elimdeki kanıtları konuşturarak yaptığım yorumlama etkinliğinden başka bir şey değil tarihçilik.

O zaman benim yıllar önceki naif, iyi niyetli tarihin yasasını bulabilirim umudum çoktan çöpe atılmış oldu. İşin ilginci, tarihin yasasını bulduğunu söyleyen feylozoflar da var. Özellikle "tarih yüzyılı" olarak anılan 19. yüzyılda Hegel ve Marx çatır çatır tarihe hem amaç, hem anlam, hem de değer yüklüyorlardı. Hatta ve hatta tarihin yasasından yola çıkarak, büyük bir sorumluluk ve cesaretle geleceğe dair temenni ve öngörülerde bulunabiliyorlardı. Her iki düşünür için de tarihin hareketini sağlayan ortak mekanizma "diyalektik"ti. Diyalektik, herhangi bir tarihsel değişimin toplumun kendi iç çelişkileri sonucunda ortaya çıkabileceğini önerir. Herhalde, buna karşı çıkan biri olamaz. Buna karşı çıkmak için her olayın suçunu "pis emperyalistlere" veya "bölücü teröristlere" atarak açıkladığını sanan kolaycılardan olmanız gerekli. Demem o ki, her toplumsal hareket ve değişim ancak ve ancak kendi koşullarının yarattığı iç çelişki ve çatışmalar ışığında anlaşılabilir. Alın size yasa! Sağol Marx baba! Hegel tarafından "özgürleşme" olarak tarif edilen tarihin tini; Marx'ta sınıfsal çatışmaların, yabancılaşmanın ve emek sömürüsünün  bir gün son bulacağı bir hareket olarak tasarlanıyordu. Marx ve Engels için tarihin diyalektiğini sınıf çatışmaları örüyordu. Komünist Manifesto'nun tarihe yasa koyan ilk cümlesini hatırlayalım:

"Die Geschichte aller bisherigen Gesellschaft ist die Geschichte von Klassenkämpfen."

Türkçe meali: "Şimdiye kadarki tüm tarih sınıf çatışmalarının tarihidir."


Tarihi ne salt bir zorunluluklar ne de salt bir rastlantısallıklar alanı olarak gördüğümüz zaman, farkına varıyoruz ki, aslında bu bizi kısıtlayan bir durum değil, tam tersine özgürleştiren bir düşünce biçimidir. Tek can sıkan tarafı bu kavrayışı sürdürmenin zorluğu, yani zihnimizin bizi hep iki uçtan birine itmeye çalışmaya devam edeceği gerçeği. Bu kavrayışa bağlı kalmaya ve başka yerlere savrulmamaya çalışırken diyalektiği elimden bırakmayacağım, çünkü tarihin lokomotifinin yakıtı o! Onsuz hareket olmayacak, çok şükür ki, onun olmadığı bir toplum yok. Toplum derken, kimse sanmasın sadece sınıflı toplumlar vs..Hayır, en küçük avcı-toplayıcı toplumda da var diyalektik; en büyük ve karmaşık devletli toplumlarda da (bunun için M. Bloch, Marxism and Anthropology muhteşem bir kaynak). Siz, onu bırakın, en küçük arkadaş grubunda bile vardır diyalektik çünkü insanın olduğu yerde çelişki var, çatışma var, ve her türlü karmaşık ve çelişik duygu durumları var (bu da olasılıkla beynin yapısından (yok amigdala, yok frontal cortex) ve salgılanan hormonlardan vs..kaynaklı)..Bu manada çelişki ve çatışmaları olumsuz değil, olumlu, yani tarihin/insanın hareketini olanaklı kılan şeyler olarak görüyoruz.

Peki tüm bu pek bilmiş feylozoflar içinde biz hangi görüşü seçeceğiz? Hem rastlantısallıklara hem de düzenliliklere imkan veren bir tarih kavrayışı mümkün mü? Son vardığım noktada sorum bu, ey ahali!






Cumartesi

Novalis: Sais Çırakları


Novalis’in kısa romanı Sais Çırakları, insan ve doğa ilişkisine yönelik farklı bakış açılarını bir araya getiriyor. Novalis’in bir sohbet biçiminde kurguladığı metnin, “kara kara düşünen”, “duyarlı”, “ciddi”, “dolambaçsız” ya da “duygu yoksunu” öznelerinin arasında dolaşıyor okur. Hepsinin ortak amacı İsis’in peçesini kaldırmak ve doğanın gizemini çözmek.
Kant ve Fichte’nin izlerini taşıyan, doğayı ve evreni akıl sahibi varlıkların düşünce sistemlerinin merkezinde tanımlayan görüşlerden; Schelling’in doğa felsefesini çağrıştıran ve insanı, merkezden çıkarıp doğanın ve evrenin, organik ve inorganiğin zamansal evriminin bir parçası yapan görüşe; evrenin yapıtaşlarını araştıran atomculardan, modern dünyanın parçalanmış ve huzursuz atmosferinde eski uyumlu birlikteliğin kalıntılarını arayan şaire, bir perspektifler yelpazesi Sais Çırakları. Öbür yandan Sais Çırakları, kuramsal görüşlerin bir kataloğu ya da zorlama bir sentez çalışması değil. Tam da bu nedenle bir felsefe metni değil de, kısa bir “roman” yazıyor Novalis. Hem felsefenin doğa ve insanın sırlarını çözme ve onları sonsuza dek birleştirme çabasının sınırlarını, hem de bu çabanın bizzat insana özgü zorunlu bir çaba olduğunu; düşünce yöntemlerinin sınırlarını yine düşüncenin içinde gösterme zorunluluğunun yazgısını; felsefenin dışına çıkmadan, felsefenin içindeki “yabancı” bir unsur olarak anlatmaya çalışıyor.
Romanda, kuramsal olanın her şeyi tanıdık kılma, çerçevelendirme ve “bizim kılma” uğraşına karşıt olarak her yerde bir “yabancı” imgesiyle karşılaşılmasının nedeni de bu belki de. Romanın, Sais gibi yabancı bir diyarda kurgulanması, düşünsel ve fiziksel yolculuklarda karşılaşılan yabancı toprakların, yabancı şeylerin ve yabancı insanların daha önce düşünülmemiş, hayal edilmemiş yollara götürmesi dikkat çekici. Novalis’in “Yabancı” şiirinde de vurgulanan ve başka metinlerinde de sıkça karşılaşılan “yabancı” imgesi, doğanın ve insanın hakikatini arayışta zorunlu bir uğraktır. İnsan, bu arayış yolculuğunda, kendi eğitim ve gelişim sürecinde, hem dışarıdaki yabancıya, yani başka doğalara, kültürlere ve insanlara, hem de kendi içindeki yabancıya açık olmalı, gerektiğinde onun gösterdiği yolu izlemekten kaçınmamalıdır. Romanda doğa üzerine çetin tartışmaların ortasında bir anda karşımıza çıkan ve romana kendine özgü bir biçim kazandıran “Sümbül ile Goncagül” masalı da hem romandaki tuhaf konumu hem de içeriği bakımından bunu anlatıyor gibidir.


 Sais Çırakları’nda jeoloji (madenler, mağaralar ve özellikle taşlar) önemli bir yer tutar. Novalis, Freiberg Madencilik Akademisi’nde jeoloji üzerine çalıştığı yıllarda kaleme aldığı romanda, jeolojik oluşumları anlamayı, doğayı anlamamıza yardımcı olacak temel çıkış noktalarından biri olarak ele alır. Üstadın taş koleksiyonu, romanın sonunda getirttiği kırmızı ışıklar saçan görkemli taş, romanın başında söz edilen üzgün çırağın bulduğu tuhaf görünümlü gösterişsiz küçük taş, sanki yalnızca bir doğa bilimcisi merakından öte, insanın dünyadaki konumuna, insan var olmadan önce doğanın varlığına, insanı dünyanın ve evrenin merkezinden çıkaran bir insan öncesi zamana işaret eder. Alman Erken Romantik edebiyatının önemli simgelerinden olan jeolojik materyal, yeryüzünün ve doğanın süreç halinde bir oluşum olduğunu gösterir. Doğa ve insan, beraberce içinde oldukları bir oluşum-gelişim sürecinde birbirlerini etkiler, hatta belirler. Doğa, insana verili bir şekilde gelen, olmuş bitmiş bir nesne değildir. Jeolojik oluşumlar ve materyaller, romanda da vurgulandığı üzere, salt bir kullanım aracı ya da tüketim nesnesi olunca gerçek değerini kaybeder. Erken romantiklerin metinlerinde ve fragmanlarında, doğanın insan tarafından şeyleştirilmesine, taşların ve başka doğa nesnelerinin mülkiyetleştirilip fetişleştirilmesine karşı bir uyarı vardır her zaman. Üstadın, şanssız çırağının bulduğu değersiz taşı eline alınca ağlaması ve onu taş koleksiyonun ortasına koyması bundandır; doğanın kavranışı bir bütünsellik çabasını gerektirir, en değersiz gibi görünenin bile, doğanın akışı ve oluşumunda bir yeri vardır.
          Arkadaşı Ludwig Tieck’in kısa biyografisinden ve başka kaynaklardan öğrendiğimize göre Novalis, Heinrich Von Ofterdingen, Sais Çırakları gibi romanlarında ve şiirlerinde rastladığımızın yanı sıra, gerçek hayatta da masal okumaya ve anlatmaya çok meraklıdır. Masallar, kendine özgü mantık dizgesiyle ve arketip imgeleriyle, insanlığın antik bir ortak dilinden, insanla doğanın yalnızca kuramsal akılla kavranamayacak bir bağından işaretler taşır. Novalis, Sais Çırakları’nda (ve başka metinlerinde) çok kez kullandığı “çocuksu sezgi” ve “çocuksu heyecan” vurgusuyla, sanki çocukların bu masalları ve dolayısıyla insan ve doğa arasındaki bağı daha doğrudan kavradığını ima eder. Novalis’in çok alıntılanan “çocuğun olduğu yerde, bir altın çağ vardır,” sözü sanki bunu ifade etmek ister. Gerçekten bir kaçış aracı olarak değil, insanın kendi geçmişiyle ve kendinden önceki doğa tarihiyle bağının evrensel ve sembolik bir anlatısı olarak gördüğü masallara olan düşkünlüğü, Novalis’in, insanın kendi hakikatini ve doğanın gizemlerini keşif yolculuğunda bir iyimserlik taşıdığını da gösterir.  Novalis’in büyük olasılıkla esinlendiği Schiller’in “Sais’teki Peçeli Heykel” adlı şiirinin sonunda, peçeyi kaldıran genç, tıpkı Sfenks’in bilmecesini çözen Oedipus gibi yıkıma uğrar. Schiller’in şiirinde ve Oidipus mitinde, bazı gizemlerin bilinmemesi gerektiğine ya da insanın her şeyi bilme ve her şeye hâkim olma arzusunun onu yıkıma götüreceğine ilişkin bir uyarı vardır. Ancak Novalis, farklı görüşleri sunuş biçimi, diyalogların arasına giren masal ve Sais’in üstadının sürekli bir çabayı ve sabrı vurgulayan kapanış konuşmasıyla, açık bir kapı bırakır. İnsan, İsis’in peçesini kaldırabilecek midir? Yoksa doğanın gizemlerini çözmek ve hatta yalnızca bu çözme çabasının kendisi onu yıkıma mı götürecektir? İnsan, ancak kendini feda ederek mi bu sırlara erişecektir? Gerçek sırrı içinde keşfedip doğanın ve kendisinin efendisi mi olacak yoksa doğanın ve evrenin bir parçası olarak onunla denk bir güç olarak mı var olacaktır? Ya da insanın yazgısı kutsal ve dünyevi, doğa ve evren, ölüm ve yaşam arasında bir arada kalmışlık mıdır? Novalis, Sais Çırakları’nda, okurlarıyla birlikte bu soruların peşinden gider. Bir taraf olmak ya da olmamak, hatta bir taraf olma ya da olmama çabasından uzak durmak, elbette okura kalacaktır. 
 
Son olarak, romanın Reclam Yayınları’ndan çıkan Almanca baskısını yayıma hazırlayan Johannes Mahr’ın romanla ilgili yaptığı özet tabloyu buraya eklemek istiyorum. Mahr’ın da dediği gibi, bu özet elbette romanın birebir çözümlemesi değil; eksik, belki de fazla bir çözümleme hatta. Ancak okuyucuya romanı yeniden okuma sürecinde hem bir kolaylık sağladığını hem de romandaki konuşmacıların kimler olduğunu tahmin etmek isteyen okuyucular için bir kılavuz olabileceğini düşünüyorum.

1. Bölüm:
Doğa üzerine düşünmek. Doğanın bütünsel bir resmi, ancak tarihsel bir süreç içinde, “her şeyin bitmek bilmez bir merakla araştırılması ve incelenmesi” sürecinde ortaya çıkar.
Doğaya ilişkin dört olası görüş:
(1) “Kimileri”: Doğa, insana düşman bir kaostur.
(2) “Daha cesur olanlar”: Doğa, insan özgürlüğüyle evcilleştirilecektir.
(3) “Çoğu”: Doğa bir bütün olarak yalnızca insanın içinde açığa çıkar.
(4) “Ciddi bir adam”: “Dünyanın anlamı akıldır.”
Çırağın, dinlediği farklı görüşlerden sonra kafası karışmıştır.

2. Bölüm:
Sümbül ve Goncagül masalı. Masalda, doğanın tam olarak kavranabileceğinin iması, okuyucuya umut verir. “Kitapları” bir kenara bırakmak, yani alışagelinmiş gerçeklikten ayrılmak ve “Sais”i aramaya çıkmak, böyle bir kavrayışın koşuludur. Masal, sonunda romanın geçtiği yere varır. Masalda gidilen yol, çırakların gittiği yolun tersidir: Tanrıça İsis, hemen yanı başındadır ve kendisini Sümbül’e açar; oysa çıraklar saklanmış tanrıçayı doğanın farklı görünüşlerinin arkasında ararlar.

3. Bölüm
Doğanın kendisi konuşur ve insanla olan kaybolmuş bütünlüğünü arar.
“Birkaç gezgin”, insanın doğaya nasıl yaklaşabileceği üzerinde düşünür.
(1) Birinci konuşmacı: Doğayı, kendi bedenlerimizin işleyişine göre tanıyabiliriz.
(2) İkinci konuşmacı: Doğa, pek çok farklı dünyanın birleşim noktasıdır.
(3) Üçüncü konuşmacı: Doğa, doğanın tarihine bakılarak anlaşılabilir.
(4) Güzel bir genç: Yalnızca insanların en mükemmeli olan sanatçılar doğayla tam bir bütünlük içinde bulunur.
Gözden geçirme arası; akşam olur; uzun bir sessizlikten sonra aynı konuşmacılar devam eder:
(1) Birinci konuşmacı: Yalnızca doğanın kendi içinde tüm sırasıyla oluşmasını izleyen kişi, doğanın gerçek kuramını bulabilir.
(2) İkinci konuşmacı: Doğa, harikulade bir eş zamanlılıktır.
(3) Üçüncü konuşmacı: Sanatçılar, düşünürler ve çocuklar doğaya farklı yaklaşır.
(4) Güzel bir genç: Doğanın en içsel yaşamı, onun insanı kendisine çağıran kalbinde kendini açar.
Üstat, çıraklar ve gezginler bir araya gelir. Sohbet, doğanın en derinlerine sızan ve onu içeriden parçalayan bir şarkıya dönüşür.
Son sözü üstat söyler: Doğanın elçisi sürekli bir çabayla kendini geliştirmelidir.