Pazar

Rosa'nın Son Mektubu

Çok büyük bir şans eseri, Rosa Luxemburg'un şimdiye kadar hiç yayınlanmamış yeni bir mektubu bulundu. O mektubu ilk defa olarak burada Felsefe Popisi farkıyla yayımlıyor ve bu vesileyle Rosa'nın 150. doğum yılını kutluyoruz. 



İşte Rosa'nın mektubu: 

Benim Sevgili Çocuklarım,

Ah biliyorsunuz işte, sevgili dostum Mathilde (Jakob) 31 Mayıs 1919'da cesedimi zorlukla teşhis etti. Beni Landwehr kanalına atan ismi lazım değil denizci teğmen, dev bir cenaze alayıyla ve kızıl bayraklı tabutla gömülmemi hiç istememişti. Hatta, gazeteler sevgili Karl'ın (Liebknecht) güya kaçarken, benim de sözümona kalabalık tarafından linç edildiğimi yazdılar. Gülüyorum bunlara. Sevgili Karl, yoldaşım, senin için yüreğimin ta dibinden ince bir sızı yükseliyor. Sana reva görülen işkence ve Tiergarten'da kalleşçe öldürülmen. Yok, hiç merak etme, katledilmemizle ilgili tüm detaylar artık biliniyor. Üstünü örtemediler. Hakikat bu! Bir yolunu bulup açığa çıkacak çatlağı illa bulur. Buldu da! İçin rahat olsun dostum.

Bize ne olduğu zerre kadar umurumda değil yoldaşlar! Beni ilgilendiren şimdilerde adına 1. Dünya Savaşı denilen savaşta soğuk ölümlerine gönderilen milyonlarca yoksuldu. Savaşın daha ilk yılında şehirler moloz öbeğine, köyler mezarlığa, ülkeler çöle, halklar dilenci yığınına, kiliseler ahıra dönüşüyor; devletler hukuku, ülkeler arası antlaşmalar, ittifaklar, kutsal sözler ve en yüksek otoriteler paçavra gibi yırtılıp atılıyor; burjuva toplumunun kirletilmiş, kepaze hali ortalığa saçılıyor, her yerinden kan ve pislik akıyordu. Her yerde açlık ayaklanmaları, veba, çaresizlik, sefalet ve ölümlerin en korkuncu kol geziyordu. 

Ben savaşa karşı çıktığımda beni ilk terk eden kendi partim oldu. Evet! Sosyal Demokratlar (SPD) bir de utanmadan parlamentoda Prusya'nın savaş bütçelerini bir bir onayladı! Prusya'nın savaş bakanı beni vatan haini ilan edip mahkemelerde süründürüp sonra da zindana attı. Acaba bu adamlar (adamlar diyorum, çünkü o dönemde henüz kadınların seçilme hakkı yok!) 20 milyon cesedin ağırlığını bir gün olsun yüreklerinde hissetti mi?

Uzun zamandır parti içindeki sağa kayan eğilimler beni rahatsız ediyordu. Ta 1906'da parti içi korkaklığa isyan ediyordum. Ah Tanrı aşkına, sosyal demokrasi tarafından mahvedilmediği takdirde, devrim ne büyük ve güçlü! Sosyal demokrasi içten içe erimenin üstesinden gelmeli, hizipçilik belasının vahşi içgüdülerini ve içimizi kemiren oportünist tasfiyecilik kanserini kararlılıkla söküp atmalıdır. İnanıyorum ki, gerçek politik liderlerin, bizimki gibi milyonlarca üyesi olan bir kitle partisinin liderlerinin bu sıfatı hak etmeleri için ilk önkoşul, kitlelerin ruhunda yükselen duygulara kulak verebilmeleridir.

Son tutsaklığımda seslere ve renklere karşı nasıl da açlık çekmiştim. Ona rağmen bizim Clara'ya (Zetkin) espri yapmaktan geri durmadım. Clara, beni kadın aleminin bir yığın gerçeği hakkında aydınlatan kadın hakları savunucusu kadın arkadaşım, yoldaşım. Onun mahpusluğu zor geçiyordu. Dedim ki, "en büyük avantajımız ne biliyor musun? Parti kongresine katılmak zorunda değiliz! Tanrıya şükürler olsun!"

Yine de itiraf etmeliyim, 14 metreküp bir hücrede olmak kolay değildi. Yemekler yenemeyecek kadar kötüydü, tuvaletin suyu yoktu. Mathilde benim için yemek ayarlamasa, mide ülserim burada iyice azacak ve belki de ölecektim. Işıksız hücremde beni ne kurtardı biliyor musunuz dostlar? Mörike'nin şiirlerini yüksek sesle ezberden okumak! Size de tavsiye ederim, olur da düşerseniz hücrelere.

Dediğim gibi, her şeye rağmen keyfim yerindeydi. Rusya'da devrim olmuştu ve kendi kişisel sorunlarımın bu esnada hiç ama hiç bir önemi yoktu. Rusya'daki gelişmeleri olabildiğince yakından izlemeye çalıştım. Almanca, Lehçe, Rusça gazete ve broşür elime ne geçerse! Bazı olaylar devrimin pek yolunda gitmediğini gösteriyordu. Sanki bir düzine mükemmel beyin her şeyi idare ediyor, işçilerin içinden bir elit grup da liderleri alkışlamakla ve önerileri oybirliğiyle onaylamakla yükümlüydü. Bu bir kliğin yönetimi değil mi Tanrı aşkına? Bence, Lenin-Troçki teorisinin temel hatası, diktatörlüğü demokrasinin karşısına koymasıydı. Kaç kere söyledim, dinletemedim. Lenin bana hep öfke püskürdü! İnatçı adam! Asyatik yüz çizgileriyle gerçek bir Rus köylüsü kafası! Bu kafayla duvarları yıkmak istiyordu, yıktı da! Deli şey! Tabii evime gelip sevgili kediciğim Mimi'yi nasıl sevdiğini de unutamam. Mimi resmen onunla flört ediyordu! Yanına gelsin diye her şirinliği yapıyor, sonra Lenin yanına gidince, küçücük pençesiyle ona vurup tıslıyordu! Ne komik bir görüntü, düşünsenize! 

Yok yoldaşlar, ben hep şunu söyledim, hala arkasındayım bu sözlerimin, sonuçta hiç kimse görüşleri nedeniyle dışlanamaz:

"Sayıları ne kadar fazla olursa olsun, yalnızca hükümetin taraftarlarına ve partinin üyelerine tanınan özgürlük, özgürlük değildir. Özgürlük her zaman başka türlü düşünenin özgürlüğüdür. 'Adalet' fanatizminden değil; politik özgürlüğün canlandırıcı, iyileştirici ve temizleyici yanı bu öze bağlı olduğundan ve eğer özgürlük ayrıcalığa dönüşürse etkisini kaybedeceğinden."

Görüyorum ki beni ikonlaştırmışsınız. Benim portremin olduğu çıkartmalar, kitap ayraçları, kahve bardakları, tişörtler...Bunları görmek hoşuma gidiyor elbet, 150 yıl sonra aranızda hayaletim dolaşıyor. Ama size bir öğüdüm var: Her türlü şablonlaştırma ve her türlü toptan reddetme ve göklere çıkarma dar kafalılığın bir göstergesidir. Kulağınıza küpe olsun. O fikirleri taşıyan bizler de işte sizin gibi insanlarız. Beni az çok bilirsiniz. Güçlü ve dirençli bir kadınım. Yine de utanarak bir şey itiraf etmek isterim. 18 Şubat 1915'te tutuklandığımda Berlinli polisler benim kim olduğumun onlara vız geldiğini söylemişti. Haklılarmış! Aynı gün içinde beni ikinci kez beni çırılçıplak soyup oramı buramı ellediklerinde ağlamamak için gözyaşlarımı zor tuttum. Bu zayıflığımdan dolayı hala kendime öfkeliyim. 

Peki ya 10 Temmuz 1916'da evime gelip beni yaka paça tutuklayanlara ne demeli! Üzerimde sadece gecelik olmasına rağmen, yatak odamın kapısını zorla açmaya çalıştı bir polis. Biliyorum yoldaşlar, egemenlerin yöntemleri 150 yıl sonra bile değişmedi, değil mi? Siz şimdi bir de bunları ekranlardan canlı yayınla izleyip gerçek zamanlı polis şiddetine kitlesel bir şekilde maruz kalıyorsunuz. Size üzülüyorum, olanlara öfkeleniyorum. 

Tabii polislerin böyle davranması pek doğal. Prusya'nın Savaş Bakanı bana açtığı davayı utanç verici bir biçimde düşürmek zorunda kalmıştı. Tam savaş arifesinde yüzbinlerce insanın askerlik kurumundan soğumasını göze alamadı. Bundan daha iyisi, bu dava sayesinde fikirlerimin büyük kitlelere ulaşmış olmasıydı. Keyfime diyecek yoktu doğrusu! Dünyanın en tatlı avukatları da yanımdaydı: Kurt Rosenfeld ve Paul Levi. Daha ne isterim ki! Ah Rosenfeld'in mahkemenin iddianamesini nasıl delik deşik ettiğini görmeliydiniz. Sosyal demokrasinin anti-militarizm ilkesinin ve toplantı özgürlüğünün bir suç olmadığını savcıya hatırlatmak zorunda kalması ne gülünçtü. Peki Hegel'e yaptığı göndermeye ne demeli? Mahkeme başkanının gözlerinin içine bakıp: 

"Dünyada büyük olan hiçbir şey, tutkusuz başarılamadı!" 

derken içinde yükselen kararlılık ve bana olan bağlılığı... 

Ben de savunmamda onlara beni benim fikirlerimden dolayı değil, kendi fikirlerinden dolayı cezalandırmak istediklerini tane tane anlattım. Savunmamı bulursanız bir yerlerde okuyun. Seversiniz. 

Ah, kusura bakmayın yoldaşlar! İçimde hala biraz öğretmenlik kalmış. Parti okulunda az ders vermedim. Biliyor musunuz, ben hep bazı durumların içine tepetaklak düştüm, ama sonuçta hepsi de iyi gitti. Bunun için mutluyum. Öğretmenlik kolay değildi. Parti okulunda ekonomi-politik teorisi anlattım uzun zaman. İktisat tarihi, sömürgecilik tarihi, karteller...Öğrencileri zorlayarak onların eleştirel düşünme pratiklerini geliştirmeyi seviyordum. O yüzden beni hem severler, hem de korkarlardı. 

Öğretmenliğin güzel yanları vardı elbet. Ama bazen öğrencilerin anlattıklarımı solgun ve dümdüz bir şekilde not aldıklarını, yeni öğrendikleri bilgileri nasıl da duygusuzca  kullanmaya başladıklarını gördüğümde kendimi kötü hissederdim. Böyle zamanlarda sevmiyordum öğretmenliği. Bir yandan da onlara ekonomi-politik anlatırken kendimden geçtiğimi hatırlıyorum. Dilimde tüy bitene kadar anlattım işte! Siz söyleyin, söylediklerim hala geçerli değil mi? Hatta sizin dünyanız sanki bizimkinden daha da az adaletli. Jeff Bezos ve Bill Gates diye birileri varmış. Tek başına bu adamların serveti Amerikalılar'ın servetinin %50'sine eşitmiş. Kapitalizm hala serpiliyor, gelişiyor demek bu. Bunu nasıl başarıyor açıklayayım:

Kapitalist ekonomi, birincisi; tüm üreticileri ve dünyanın birbirinden uzak tüm bölgelerini birbirine bağlayan ve böylece bütün dünyada işbölümünü hakim kılan mal değişimi ve para ekonomisiyle, ikincisi; teknik ilerlemeyi mümkün kılıp aynı zamanda küçük üreticileri sürekli olarak proleterleştiren ve böylece sermayeye satın alınabilir emek gücü sunan özgür rekabetle, üçüncüsü; bir yandan ücretli işçileri mekanik bir şekilde proleterleştirir ve sermayenin emrinde çalışmaya bağlarken, diğer yandan karşılığı ödenmemiş emeğin sermaye olarak birikmesini ve böylece üretim araçlarının büyüyüp gelişmesini sağlayan kapitalist ücret yasasıyla, dördüncüsü; kapitalist üretimin toplumun ihtiyaçlarına göre esneme ve uyum kabiliyetini artıran yedek sanayi ordusuyla, beşincisi; sermayenin bir üretim alanından diğerine hareket etmesinin önkoşulu olan ve böylece işbölümünü dengeleyen kar oranının eşitlenmesi yasasıyla ve nihayet altıncısı; kısmen günlük ve kısmen de dönemsel olarak kör ve kaotik üretim ile toplumun ihtiyaçları arasındaki dengeyi oluşturan fiyat dalgalanmaları ve krizlerle varlığını sürdürmektedir.

Bakın yoldaşlar! Kapitalist üretim biçimi doğa kanunu veya değiştirilemez nitelikte değil. Bunlar insanın eliyle oluştu, insanın ürünü. Fakat burjuva toplumu, sanki doğal bir güçle karşı karşıyaymış gibi tümüyle çaresiz. Marx, idealimiz olan sosyalizm nihai hedefini bilimsel bir temele yerleştirdi ve bize doğru yönü gösteren bir araç verdi. İşte bu nedenle ekonomik hayatın koşullarını bilimsel bir incelemeye tabi tutmak zorundayız. Ekonomik politiğin incelenmesi tüm bilimlerin bilimidir ve geleceğin ülkesine doğru ileri atılacağımız yolu hazırlar. 

Ömrümde o kadar çok kişiye bunları anlattım ki! Sayısını kimse bilmiyor. Bir seferinde Bremen'de 4 bin kişiye hitap ettiğimi hatırlıyorum. Polis ne kadar engel olmak istemişti benim konuşmama! Büyük bir eğlence! 

1906 yılının, Mart ayında, sevgilim Leo (Jogisches) ile Varşova'da tam da 35. yaşgünümden bir gün önce tutuklanmıştım. Şimdi bana sevinçli bir hüzün getiriyor bu hatıra. İnsanın sevgilisiyle aynı anda tutuklanması devrimci aşklara dahil değil midir dostlar? Moralim gayet yüksekti hapiste. Benim için üzülen arkadaşlarımı ben avuturdum. Hele Polonyalı yoldaşların beni kaçırma planı! Başarılı olamadılar gerçi, ama olsun! Bana üst makamlardan af dilemem için baskı yapan arkadaşlara da direndim. Böyle bir af dilersem, şansölye ve hükümetine karşı nasıl özgürce ajitasyon yapabilirdim ki?! 

Ajitasyon demişken, "Toplumun Sosyalizasyonu" makalemde devrimin önkoşulunu şöyle tespit etmiştim:

"Tembel, dikkatsiz, bencil, düşüncesiz ve umursamaz insanlarla sosyalizm kurulamaz. Sosyalist toplumun, diğer insanlar için en zor görevleri aşk ve coşku, fedakarlık ve duygudaşlık, cesaret ve dayanıklılıkla başarmaya azmetmiş insanlara ihtiyacı vardır. Bugünün devrimi için kazandığımız maharetli savaşçılardan, yarının yeni düzenini kuracak olan sosyalist işçileri yaratacağız."

 Aslında mahpusluktan şikayet ediyorum, ama bakmayın siz, pek üretken ve dingin günlerim geçti hücrelerde. İlk mahpusluğumda öyle bir rutin oluşturdum ki, dışarıdaki yoldaşlar benim kadar hayat dolu değildi. Sabahları 6'da kalkıyordum, 7'de kahve veriliyordu, 8'den 9' kadar yürüyüş, 12'de öğle yemeği var. 1'den 2'ye kadar yürüyüş, 3'te kahve, 6'da akşam yemeği, 7'den 9'a kadar lamba, 9'da yatak. Berliner Tagesblatt alıyordum her gün. Çok okuyor ve çok düşünüyordum. 

Hayatım bitimsiz bir devrim mücadelesi. En azından siz böyle biliyorsunuz. Ne var ki bu cesaretli mücadele içinde doğayı, edebiyatı, müziği sevmeyi ve bunlara incelikle eğilmeyi hiç ihmal etmedim. Ah hele Mozart'ı tanısam ne severdim onu! Sihirli Flüt, Figaro'nun Düğünü, Don Juan pek severim. Bach'ın Mateo passionlarını da! Aşka aşık oldum. Aşıklarıma duygu yüklü mektuplar yazdım. Bir çocuk sahibi olmanın hayalini kurdum. Resim yapmayı öğrendim. Kendi suluboyalarımdan Noel kartları hazırladım arkadaşlarım için. İçinde yüzlerce tür bulunan bir bitki koleksiyonu oluşturdum. Şiir yazdım. Çeviriler yaptım. Güneş, sükunet ve özgürlük benim için hayattaki en güzel şeylerdi. Güller, defne ağaçları, hanımelleri, günebakanlar, zeytinler, selviler yaşam sevincimi katmerledi. Hayallerimde Buhara ve Semerkant'a yolculuk ettim.  Yani demem o ki, her şeyi neşe ve sevinçle karşılayın -haklı olan sonunda galip gelir. 



Ah şu solgun, sıkıcı Berlin'de o kadar çok kaldım ki! İsviçre'deki veya St Petersburg'daki günlerimi nasıl hala özlemle anıyorum. Hele Zürih Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde bir doktora öğrencisi olduğum zamanları büyük bir sevinçle yad ederim hala. Doktora babam muhafazakar Julius Wolf sosyalist tezimi öyle beğendi ki! Büyük bir eğlenceydi! Tezimi anadilim olan Lehçe değil, Almanca yazdım. Başlığı "Polonya'nın Endüstriyel Gelişmesi"ydi. Eh buralarda adet olduğu üzere tezim yayımlandı. 1898'de Duncker & Humblot tarafından! Rusça çevirisi de bir yıl sonra Petersburg'da çıktı.

Ailemle pek ilgilenmedim. Beni affetsinler annem, babam, kardeşlerim. Beni nasıl da çok sevdiklerini biliyorum. Ben de onları seviyorum. Annem demiş ki "Rosa hepimizin toplamından daha akıllıdır". Bilemiyorum, küçük Rosa da çalışkandı işte! Altı yaşında iyi derecede yazıp okuyordum. Rusçadan Lehçeye şiirler çevirmeye başladım bir süre sonra. Çocukken Adam Mickiewicz'in Polonya ulusal destanını okumaktan çok keyif alırdım. İçimde hep bir kıvılcım vardı, bunun aleve dönüşmesi çok uzun sürmedi. Lisedeyken bir şiir yazdım, içimdeki duygular artık taşıyordu:

Ceza talep ediyorum,

Bugün tok olanlara, sefa sürenlere,

Milyonların ekmeğini hangi acılarla kazandığını

Bilmeyenlere, hissetmeyenlere.

Neşeli bir yüz,

Neşeli bir gülüş görürsem

Acı çekiyorum

Zira yoksulluğa ve bilgisizliğe 

Mahkum olanlar

Gülmeyi ve neşeyi bilmezler.

Bütün dertleri,

Bütün gizli ve acı gözyaşlarını

Tokların vicdanına yüklemek istiyorum,

Ve yaptıkları her şeyin intikamını almak.   


Küçük Rosa'nın kalbi çoktan devrime adanmıştı, anlıyor musunuz? 

Ben Rosa Luxemburg. 5 Mart 1871'de küçücük bir Polonya şehri olan Zamość'da doğdum. Şimdi 150 yaşındayım. Bu mektupla sizlere binlerce selam gönderiyorum. Her şeye rağmen tutkuyla yaşadığım şu hayatı benden kimse koparamadı. Size de şimdi tek bir sözüm var. Devrim yolunda yürümeye devam edin, ve unutmayın sakın: 

Dudakları büzüştürmek yetmez, ıslık çalmak lazım!



***************************************************************************************************************************

*Bu yazının tamamı aşağıdaki kitaptan derlenmiştir.  

Kaynakça:

A. Laschitza 2019. Rosa Luxemburg. Her Şeye Rağmen Tutkuyla Yaşamak. Almancadan Çeviren: Levent Bakaç. Yordam Kitap. İstanbul.