Pazar

Zamanı Olmayan Evren veya Rovelli'nin Anlattığı

Carlo Rovelli. İtalyan teorik fizikçi. Zamanın Düzeni kitabının yazarı


Bin yıllardır insan zihnini meşgul eden kavramlardan biri zaman. Varlığı, yokluğu, azlığı, çokluğu, düzeni, tekrarı, belirsizliği, akışkanlığı ve göreliliği. Felsefecilerden fizikçilere tarihçilerden jeologlara zamanla öyle veya böyle işi olan herkesin ya üzerinde derin tefekküre daldığı veya hiç kendini yormadan veri olarak kabul ettiği bir gizem zaman. 

İlk nasıl oldu bilmiyoruz ama gök cisimlerinin belirip kaybolması veya şekil değiştirmesi bu evrende bir şeylerin durağan olmadığını apaçık göstermiş olmalı insana. Dahası canlıların doğma, büyüme ve ölüm süreçleri akıp giden, durdurulamaz ve bilinemez bir mefhumun habercisi olmuş olmalı. 

Bu akışı "zaman" diye kavramsallaştırmak ve onu varlığın dışında veya üstünde bir kategori olarak kabul etmek ayrı bir düşünce biçimini gerektirmiş gibi geliyor bana. Üretimin ve  yeniden üretimin hayatın can damarını oluşturduğu tarih öncesi dönemlerde akışı düzene sokmak, bölmek, ayırmak, sınır çekmek bugün bizim adına "medeniyet" dediğimiz uğraşlar toplamının temellerini oluşturdu diye öneriyorum. Akışın kontrolü, toplumun eylemselliğinin yani üretimin ve yeniden üretimin denetimi anlamına geldiği için böyle söylüyorum. Bir nevi ıslah edilen bir akıştan bahsediyorum. Baktığımızda Avrupa'da ancak 13. yüzyılla birlikte mekanik saatler kullanılmaya başlamıştı. Ancak çok daha öncesinde güneş saatleri, kum saatleri, ay döngüleri zamanla ilgili referans noktaları olarak alınmıştı. Ele avuca gelmez olanın rasyonel olarak ve ayrıca matematiksel olarak ifadesi ve bunun sonucunda tıpkı canlılara taksonomik bir düzen atadığımız gibi, zamanın kontrolü de toplumsal olana bir düzen atıyordu. 

Peki bu rasyonel, tarihsel açıklamanın ötesinde bir zaman var mı? 

"Zamanın Düzeni" kitabında Carlo Rovelli'nin yanıtını aradığı soru tam olarak bu. 

Yaşamın en temel ve en mutlak kabul ettiğimiz (böyle öğretildiğimiz için tabii) kategorisinin varlık zeminini sorguya çekmek istiyor Rovelli. Ve bana sorarsanız bu sorgulama oldukça sıra dışı ve hatta provokatif bir metne kapı aralıyor. Bir anda ayaklarınızın altındaki tabanın çekildiğini veya sert bir yüzeyin bir anda jele dönüştüğünü hayal edin. Onun gibi bir his. Şimdi bu jölemsi zemin üzerinde düşmeden nasıl hareket edeceğiz? Böylesi kaygan bir zeminde geçmişi, bugünü, geleceği nasıl tasavvur edeceğiz? Sorularımız bunlar.

Rovelli teorik fiziğin tarihi içinde adım adım ve sırayla gezerken sorularımıza da yanıtlar gecikmeden akmaya başlıyor. Pek tabii ilk referanslar presokratik Yunan düşünürlerinden geliyor. Her ne kadar fragmanlarla bu düşünürlerden haberler alıyor olsak da, Herakleitos veya Anaksimandros ana referans noktalarımızı oluşturuyor ilk etapta. 

Rovelli'ye göre şeylerin zamanın düzenine göre değişip dönüştüğünü birbirini imlediğini söyleyen Anaksimandros burada kilit bir noktayı yakalıyor: Zamana görelilik. Şeylerin zamana göre olan durumlarının anlaşılma hali olarak fiziğin veya astronominin tarifi. Bu "göre" olma hali zamanın da tekli ve mutlak duruşunu bize en başından sorgulatan nokta oluyor en nihayetinde. 

Şöyle diyor Rovelli:

"Evrendeki şeylerin zaman içinde nasıl değiştiğini betimleyemeyiz; şeylerin yerel zaman içindeki, yerel zamanların da birbirlerine göre değişimlerini betimleriz. Evren bir komutanın ritmine göre uygun adım giden bir manga asker gibi değildir. Birbirini etkileyen olaylar ağıdır."

Böylelikle, zaman ona atfettiğimiz en başat niteliklerden birini hemen teslim eder bize: Teklik. Ve açılır çoklu zamanlar, yani yerel zamanların eşzamanlı ve etkileşimli varlığı. Şimdiden evren daha heyecanlı bir yer olmadı mı?

Rovelli'nin zaman kavramına ikinci darbesi onun sıralı oluşuna, düzenliliğine ilişkindir. İnsanın kısıtlı algısı, bazı sesleri/renkleri/cisimleri/kokuları/tatları algılayamama durumu ve evreni neden-sonuç ilişkileri üzerinden kavramaya meyilli zihinsel işleyişi zamana dair büyük bir yanılgının da temelini oluşturur: Onun düzenli olduğu yanılgısı. 

Bizim zamansal ayrımlar ve ondan doğan düzenli bir akış görme eğilimimiz evrenin aslında böyle işlediğini değil, bizim doğayı "bulanık" olarak algılamamızdan doğmuş olabilir der Rovelli. Bu bulanık bakış nedeniyle ki geçmişle gelecek arasında bir ayrım olduğu düşüncesi bize doğru gelir. Halbuki "şeylerin mikroskobik durumlarını gözlemlediğimde geçmiş ile gelecek arasındaki fark ortadan kalkar. Evrenin geleceği, örneğin, şimdiki durumu tarafından belirlenir, tıpkı geçmiş gibi". Yani geçmiş olarak betimlediğimiz özel durum, geçmişe ait bir özellik değil; benim kısıtlı, bulanık algılayışımın ve kavramsallaştırmanın bir sonucudur. 

Geçmiş ve gelecek arasındaki ayrımı -en azından- moleküler düzeyde ortadan kaldıran bir bakış açısında şimdi'nin akıbeti nedir sizce? 

Tahmin edebileceğiniz gibi, Rovelli burada da iğnesini batırır: Evrende şimdi diye bir şey yoktur. Olsa olsa bizim birkaç metrelik çevremizde deneyimlediğimiz bir şimdimiz vardır; ancak bu evrenin şimdisi asla değildir. Geçmişimizi geleceğimizden ayıran zaman sadece birkaç nanosaniyedir. Zamanı illa sıraya dizmek ve bir şimdi tespit etmek istersek ışık konilerine göre bir düzen oluşturabiliriz. Ne var ki, tek bir ışık konisi değil, evrendeki her bir cisim kadar ışık konisi düşünmemiz gerekir. Neredeyse sonsuz şimdiler içinde ama birbiriyle ilişkileri içinde karmaşık bir evrendir artık bu. 

Şöyle anlatmaya çalışıyor Rovelli:

"Evrenin her yerinde iyi tanımlanmış bir şimdinin var olduğu düşüncesi, bu nedenle bir yanılsama, deneyimimizden kaynaklanan, kurallara aykırı bir tahmindir. Bu, gökkuşağının ormana değdiği nokta gibidir: Onu gördüğümüzü sanırız ama bakmaya gittiğimizde orada yoktur."

Şimdinin olmaması, veya en azından nanosaniye mertebesinde tanımlanabilmesi ancak onun ötesinde bir geçerliliği ve evrenselliği olmaması bizim tahayyül etmekte zorlandığımız bir bilgi. Bu bilginin bizi sormaya zorladığı sorular var: Eğer şimdi yoksa, evrende var olan şey nedir? 

Bu belirsizlik bizim baş etmekte zorlanacağımız bir belirsizlik. Bu noktada Newton'un zamanı mutlaklaştırarak onu her şeyin dışında ve her şeyden bağımsız bir kategori haline getirişi kısmi ve geçici bir rahatlama yaratmış olmalı. Newton fiziğinde zaman "mutlak, gerçek ve matematiksel"dir. Yani değişmez bir "t" sembolü hayatımıza girmiş olur. Zemin serttir artık, denklemler çalışır, evren bilinir kılınır. 

Ta ki...

Einstein, hepimizin az çok bildiği gibi, zamanın mutlaklığını ve evrensel teklik ilkesini çöpe atan bilim insanı olmuştur. Uzay-zaman kavrayışı, zamanın farklı cisimler için farklı hızı, her şeyden bağımsız bir zaman kategorisinin olmadığının anlaşılması çoklu olasılıklar ve çoklu zamanlar düşüncesini hayatımıza yerleştirdi. Bu düşünceyi artık içselleştirmeye başladığımız noktada teorik fizik bir keşif daha yaptı: Kuantum fiziği. 

Belirsizlikler ve öngörülemezlikler kuantum fiziğiyle beraber zamanla aramızda düzenlediğimiz Einstein esinli sözleşmeyi yeniden yıktı. Kuantum yani parçacık fiziği, evrendeki en en en küçük varlıklarla, elektronlarla ve fotonlarla meşgul bir alan. Bu alanda zamanın da mekanın da ifadesi "tanecikli". Mesela bu evrende Planck zamanıyla konuşuluyor: 

10-44 saniye.

Zaman bu kadar tanecikli hale gelince bir yerde yok olur gider. Bu değerin altında bir zaman ölçebilmek mümkün değildir, orada artık zaman diye bir şey bile yoktur diyor Rovelli. 

Kuantumla gelen ikinci şey belirsizliktir:

"Örneğin, yarın bir elektronun nerede ortaya çıkacağını kesin olarak öngörmek mümkün değildir. Elektron iki belirme arasında kesin bir konuma sahip değildir, sanki bir olasılık bulutu içinde dağılmış gibidir. Fizik jargonu buna bir konumlar süperpozisyonunda bulunduğu söyler". 

Yani dalgalanan elektron, dalgalanan bir uzay-zaman demektir; dalgalanan uzay-zaman ise belirsizliklere haiz bir evren davranışı demektir. "İçindeki yaşadığımız dünyadır".

Son olarak Rovelli, artık bizi zamansız bir evrene taşıyor. Kitabın ikinci bölümü "Zamanı Olmayan Evren" başlığıyla iştah kabartıcı. Rovelli, zamana ilişkin uslu referanslarımızın hepsini yerle bir ettikten sonra, artık zamanın kendisinin varlık zeminini tartışmaya açıyor. Söylediği şey basit: Zaman değil, mekan vardır. Durağanlık değil, oluş vardır. Süreklilik değil, kesintiler vardır. Öngörülebilirlik değil belirsizlik vardır. Teklik değil çokluk vardır. 

O halde, zaman dediğimizde bir olayın olmasından başka bir şey anlamıyoruz. Fizik, nesneleri değil, onların değişimini inceler. Nokta.

Şöyle ifade edelim. Bize zaman olarak öğretilen kategori, esasen sürekli olarak birbiriyle etkileşim halinde olan temel parçacıkların hareketidir. Zaman, mekandır. Mekan da etkileşen elektronlardan başka bir şey değildir. Onun dışında ve bunlardan bağımsız zaman veya mekan yoktur. Bu etkileşimlerin ne bir yönü vardır, ne de bir düzeni. Kuantumların etkileşimleri evrenin düzen-dışı ve doğrusal olmayan yapısını oluşturur:

"Bu etkileşimlerin dinamiğinin temelinde olasılık vardır. Bir şeyin olma olasılığı -başka bir şeyin gerçekleşme olasılığı verili olduğunda- temel olarak bu kuramın denklemleriyle hesaplanabilir. Evrenin olaylarının tam bir haritasını, tam bir geometrisini çizemeyiz çünkü olaylar ve bunlarla birlikte zamanın geçişi, her zaman yalnızca bir etkileşim içinde ve etkileşimi kapsayan fiziksel sisteme ilişkin olarak gerçekleşir. Evren birbiriyle ilişkide olan bakış açılarının bir toplamıdır; evrenin dışarında görünüşü ifadesi mantıklı değildir çünkü evrenin "dışı" diye bir şey yoktur."

Rovelli, modernitenin son kalan kalesiyle hesaplaşmasını böyle taçlandırıyor. Zihin, evreni düzenlemeye devam etsin, insan geçmiş ve gelecek zaman kipleriyle konuşmaya devam etsin; ama bilsin ki "her düzenleme girişimi bir şeyleri daima dışarıda bırakır."


Kaynak: Carlo Rovelli. Zamanın Düzeni. Çeviri: Tolga Esmer. Tellekt. İstanbul.  

   

Faillik ve Faniliğe Dair Bir Film: The Banshees of Inisherin

 


Üzerine yazmaksak zihnimizin bizi günlerce kemireceği filmlerden biri geldi hayatımıza. Bu yazıyı yazmak biraz zor olacak; çünkü halen hangi karakter ve/veya olay üzerinden giriş yapacağımı bilmiyorum. İzin verirseniz doğrudan işlenen konuya geleyim. 

Ben bu filmin sonlulukla, yani insanın ölümle yüzleşmesindeki ıstırapla ilgili bir öykü olduğunu düşünüyorum. Filmdeki olayları tetikleyen ve sonra da katmanlandıran, karakterimiz Colm Doherty'nin fanilikle olan oldukça kişisel mücadelesinden çıkıyor. Esasen onun aldığı bir karar, yavaş ve izole ritmindeki adalı hayatları, en başta da hayattaki tek dostunu, kelebeğin kanat çırpışı gibi etkiliyor. Hem de öyle böyle değil, derinden etkiliyor. 

Bu karar sonrası herkes konum almak zorunda kalıyor ve işte burada bana sorarsanız film kadim bir felsefi tartışmayı tüm yakıcılığıyla kucağımıza bırakıyor. 

Nedir bu tartışma?

Hemen söyleyelim: Sonlu bir dünyada iyilik ve kötülüğün değeri tartışması. 

Bu tartışmanın nasıl yürütüleceği bakımından elbette filmin geçtiği tarihsel bağlam çok belirleyici. Aydınlanmacı ve Cumhuriyetçi fikirlerin -yavaş da olsa- topluma penetre etmeye başladığı minicik bir adadayız ve adanın yavaş tarihsel ritmine rağmen araçsallaşmış aklın kendini iyiden iyiye tüm ilişkilerde açığa vurmakta olduğunu seziyoruz. Artık iyiliğin ve kötülüğün ötesinde, akla uygunluk ön plandadır ve bu adanın değişime hemen adapte olamayan "yavaş" failleri için büyük bir krize dönüşecektir. 

Filmde bizi ilk karşılayan güzellik ve akıllılıkla eşit mertebede olması gerekirken neredeyse tamamen unutulmuş olan iyilik erdemi ve onun değeri/değersizliğine dair hüzünlü bir olay. Adanın iyilik ve nezaketle tanınan yalnız çobanı Pádraic bir gün hayattaki tek dostunun artık onunla görüşmek istemediğini öğrenir. Kafası çok karışan Pádraic kısa zamanda "iyi bir adam" ("a good lad") olduğu için bu muameleye maruz kaldığını anlayacaktır. Bu toplumda iyi ve kibar olmak "sıkıcı", "aptal", "sıradan", "kalın kafalı" ve "bayık" olmakla eşanlamlıdır zira. Bunu gören karakterimiz iyiliğin modern hayatta pek de bir işe yaramadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bırakılmış oluyor. 

Yani dostu onu sıkıcı olduğu için terk ediyor, herkes onu aptal buluyor (hatta hayattaki tek ailesi kız kardeşi bile). Kendi eylemleri üzerine bir kere bile durup düşünmemiş, Adorno'nun yeni kategorik buyruğunda anlattığı gibi, itkisel bir şekilde hep iyiyi eylemiş, yüreği sevgi ve şefkat dolu özgeci çobanımız kendi eylemleri üzerine ilk defa düşünmeye ve konuşmaya başlar. İyilik ve kötülüğün ne olduğu konusunda o güne kadar hiçbir şüphesi ve tereddütü olmamış olan bu pre-modern insan, bu sorgulama sonrasında bir anda modern topluma içkin ikiyüzlülük ve araçsal akılla tanışır. 

Kötülüğün prim yaptığı, şiddetin akla uygun, hakaretin ise "ilginç" bulunduğu bir ortamda bir erdem olarak iyiliğe değerini veren zemin tamamen ortadan kalkmıştır. Bu zemin ortadan kalktıktan sonra Pádraic ömründe ilk defa olarak içindeki potansiyel kötülüğün yüzeye çıkmasına izin verir ve o potansiyeli kararlılıkla gerçekleştirir. O ana kadar adanın diğer varlıkları arasında sıradan bir varlık olan karakterimiz, gerçek bir failliğe -yani kötülük ve yıkıcılıkla mümtaz- özgün ve özgür insani eylemlerin garip çekiciliğine doğru adımını atmış olur. Böylece karakterimiz bize "özünde" iyi olmadığını kanıtlar. 

Buradaki bence temel nokta şu, ki onu da Kant'ın ve Schelling'in özgürlük üzerine düşüncelerinde bulmak mümkün, Pádraic aptal ve mankafa olduğu için iyi değildir; o, iyi ve nazik olmayı seçtiği için iyidir. Dolayısıyla, o güne kadarki tüm eylemleri onun cahilce aptallığından değil, bunu içinden gelen şefkatli itkiye uyarak yapmayı seçtiği için iyidir. Onun iyiliği araçsal değildir, koşulsuzdur. Adorno'nun ilkel itkinin anısı dediği şeyle hareket ediyor gibidir. Dostunun iyiliğini ve başarısını hakikaten ister ve bunda kendine bir çıkar gözetmez. Colm iyi olsun ister; çünkü onu sevmektedir. Bu kadar. İşte toplumun asla ve asla anlayamayacağı durum da budur. Araçsallaşmamış, dolayımsız, saf bir iyiliği bilmedikleri için Pádraic'in iyiliği onlara akla uygunsuz, aptalca ve cahilce görünür. Halbuki bu yanlış bir yorumdur. Her insanın içinde olan kötülük kapasitesini isterse Pádraic de performe edebilir. Ne yazık ki Pádraic bunu kanıtlamak zorunda bırakılacaktır.  

Pádraic'teki bu kötücül ve yıkıcı kapasiteyi su yüzüne çıkaran, sonluluğuyla yüzleşmeyi tam anlamıyla eline yüzüne bulaştıran dostu Colm'dur elbette. Colm,  tıpkı Mozart gibi yüzyıllar sonra insanların onun adını anımsamasını istemektedir. İlerleyen yaş onda derin bir korku yaratır ve bu korkusu onu dostluğun bitip düşmanlığın başladığı acımasız sınıra getirir bırakır. Ancak Colm kendi içsel mücadelesini verirken sadece ve sadece huzur istemektedir. Günah çıkarmaya gittiğinde içinde bulunduğu buhrandan bir türlü çıkış yolu bulamadığını öğrenir, çektiği ıstırabı onun yüz çizgilerinde tek tek okuruz. Sonluluk korkusu onu bencil ve dengesiz yapmıştır. Beş parmağını birden kesmesi kendine olan öfkesini artık dizginleyemediğini gösterir. 

Sonuç olarak insanın büyük ikilemine takılıp kalıyoruz: Kötü olup sonsuza kadar anımsanmak mı yoksa nazik olup sonsuza kadar unutulmak mı?

Kanımca, sorunun cevabı Dominic'in hikayesinde gizli. 



Yan karakter Dominic, iyilik ve kötülüğün muğlakça ve yalapşap tanımlandığı bu adada, neden erdemler içinde en çok da iyiliğin yeniden anımsanması gerektiğini bize bildirmiyor mu? Yani iyilik aptallık mıdır? İyilik küçümsenecek bir erdem midir? İyi olmak çok kolaydır da kötü ve kaba olmak kahramanlık mı ister? Kötü olmakla mı fail olunur? Otantik eylem kaynağını illa kötülükten mü almalıdır? İyiliğin, nezaketin ve özgeciliğin kendinde bir değeri yok mudur? Bunlar akla uygun değil midir?

Babası tarafından sistematik tecavüze ve şiddete maruz kalan Dominic, işte bu sorulara tek tek cevap veriyor film boyunca. O, parlak ve yozlaşmamış çocuk aklıyla toplumsal ilişkilerin tüm mide bulandırıcı ikiyüzlülüğünü, bayağılığını ve saf kötülüğe kayıtsızlığını ifşa eden figür rolünde. 

Dominic, aşık olduğu kadınla evlenme umuduyla tutunduğu tek hayalinin adadan bir gemiyle ayrıldığını gördükten sonra, iyiliğe kayıtsız ama kötülüğe hayran bu kirli dünyadan -sularda arınarak- ayrılmayı seçiyor. Dominic'in ölümü masumiyeti, iyiliği ve nezaketi nasıl boğduğumuzun belgesi olarak boğazımızda düğümlenip büyümeye başlıyor. 

İyiliği boğan, kötülüğü göklere çıkaran yoz dünyada, insanın sonlulukla yüzleşme derdi midir o halde her şeyi mahveden? Sonluluk ve ölüm olmasa, iyilik otomatikman kazanacak mıdır? Tanrı'nın eşek Jenny'nin ölümüne kayıtsızlığı sanki bize başka bir şey söylüyor. Ne sonluluk ne sonsuzluk bizi biz yapan. Sevgisiz ve cezalandırıcı bir Tanrı yerine yine bir o kadar sevgisiz ve cezalandırıcı akla uygun toplumu getirmekle hiçbir şeyi çözmüş olmuyoruz. Koşulsuz iyilik, tüm direngenliğiyle, tercih edilmeyi halen bekliyor.    












Perşembe

Yaranı Sevmek Üzerine

Acı çekmek hayatta en kaçındığımız şey. Evrimsel olarak buna programlanmışız diyebiliriz sanırım. Acıyı by-pass edebileceksek, ederiz. Edemeyeceksek, risklerin en düşüğünü alırız. Yine de beceremeyip bir şekilde yaralanırsak, beden acısını beyne anlatır, beyin de onarma mekanizmalarını devreye sokar hemencecik. Yaralar, bedensel olduğu kadar, ruhsal olabilir. Arada pek fark yok esasen: İkisi de katlanılmaz hisler olarak hafızaya kazınır ve bir sonraki harekette aynı sonuçlara varmamak için, aynı nedenleri yaratmamak üzerine çabalarız, didiniriz. Bu çabalama artık öyle içselleşir ki ne beden ne de ruh bunun tam bilincindedir. Varlığımızın ürkülen bir parçası olmuştur eski acılar. 

Korkumuz, eski acıyı bir daha çekmemektir basitçe. Bir doğum lekesi gibi, çocukluktan bir düşme izi veya hiç geçmeyen, ara ara içinden kan sızan bir dikiş yeri gibi. Bizimle değil, bizzat bize içkin kendi hayatlarını sürmeye başlar acıların hafızası. Nasıl ki bir kere buzluğa girip çıkan bir yiyecek hiç bir zaman artık eski halinde değilse, acı çeken varlık da hiçbir zaman eskisi gibi değildir. O artık daha kırılgan bir varlıktır. Eskinin silik izlerinin üzerine acının huzmeleri düşmüştür. Yeni varlığa tam bir belirlenim olarak hükmetme gücü olmasa da, eh, yenide etkisi ölçülebilir, gözlemlenebilir, hatta test edilebilir. Her tetiklendiğinde eski acı, yeniden yeniden işlenmek üzere mağarasından fırlar dışarı. 

Yarayı sevmek nedir peki? Madem acıdan kaçmaya programlıyız, neden onu en derin mağaralarda, buz gibi suların derinliklerinde boğmayalım ki? 

Bir kere şunu tespit edelim: Acılar ölümsüzdür. Beden ölmedikçe, acılar ölmez. O nedenle acıyı her boğma girişimi havanda su dövmek gibi bir şey. Hatta her boğma denemesiyle güçlenebilir bu ölümsüz yaratık. Unutma ki, o senden ayrı bir varlık değil artık, o senin parçan. Ya ikiniz birden ölürsünüz, ya da birbirinizle ortak yaşamı öğrenirsiniz. Peki, nasıl baş edeceğim? Eski acıyı ağlayabilirsin, dişlerini sıkabilirsin, uyumayı deneyebilir, resim yapar, kendini işlere gömebilirsin, içersin, içersin, içersin. Bunların hepsi pansuman. Ve pansumanı küçümsemiyorum, sadece diyeceğim, bunlar pansumandır. Acıyı geçici olarak dindirir. Geçici bir acil servis müdahelesi gibi düşün. 

 Tyler Durden'i hatırlıyor musun? Kimyasal maddeyle yaktığında elini arkadaşının ne demişti? "Bu senin acın, hiç bir yere gitme, bu senin acın, burada kal ve acını hisset!" Neden?

Şu lanet dünyada bize kalan tek otantik his kendi acımızdır da ondan. Acı, bize Ben'i anımsatır. Hisseden bir bedene, ruha, kalbe sahip olduğunun en bilimsel kanıtıdır o. Bir canlısın. Dünyaya düşmüşsün, tarihin içindesin; kaçma, kal burada, bir fail ol, hayatının öznesi ol; bunun için önce acını hisset. Onu hissedecek cesareti topla kendinde derhal. 

Ruhsal acılar da kimyasal yanıklar gibi. Feci yakıyorlar. O yanarken sen bilincinden kurtulmak istersin sadece, daha fazla uyku, daha fazla içki, daha fazla uyuşturucu herhangi bir pansuman, ne varsa o anda. Belki ölüm. Nihai kurtuluş. Neden olmasın? Olabilir, ama ya yaşamın daha hoşumuza gidecek başka olasılıkları varsa, neden dünyayı terk edeyim erkenden? 

 Yaramla yüzleşmek demek onunla çatışmak, intikam duygusuyla gözlerinin içine bakmak veya onu dövmek değil. Yarayla yüzleşmek demek onu olduğu gibi görmek demek. Yargılamadan. Erich Fried'in dediği gibi, "es ist was es ist", "es ist was es ist", "o neyse o". Her türlü duygu, yaraya müdahele eder. Bazısı yara bandı olmak ister, kendine acımanı sağlar. Bazısı eleştirir, daha da deşer, kanatır yarayı. 

Sevgi denen garip şey, sadece bakar, yargılamadan, acıyı çekmene izin vererek. Kırılganlığının üzerini sentetik şifalarla örtmeye çalışmaz. Acıyı görünmez değil, daha da görünür kılar. İyice yüzeye çıkmasına bir izin verir. Ona alan açar, olasılık açar, yaranın özbilincine varmasına izin verir. Utanmazsın yarandan bir süre sonra. Göz göze gelince gözlerini hızlıca kaçırmazsın. O kırılganlığında biricikliğini keşfedersin. Çirkin gelmez artık yaran sana, ilginçtir o hatta. Ve ona biricik yaşam enerjini, yani ilgini yöneltirsin. İlgiyle dünyaya açılan gözlerinle incelersin yarayı, irini, sızan kanı, oluşan kabuğu. Biricikliğinde özdeğerini inşa edersin istersen. En kırılgan yerin sayesinde en derin korkularının içinden yürürsün. Ta ki artık acın ilginçliğini yitirene kadar. İlginçliğini yitiren her şey gibi, artık bir kenara çekilebilir acı. Failliğinin tadını çıkarmıştır. Sen ve o, bir olarak ve bu sefer artık birlik olarak ve artık farklı bir şey olarak, nehre karışan bir dere gibi... 

Yarayı sevmek, en kırılgan yerini sevmek demektir. Sevmek ise yargılamadan, olduğu gibi ona ilgiyle bakabilmekten başka hiçbir şey değildir. Bu karşılıklı bakış, biricik senin daha sağlam ayaklar üzerinde yükselmeni sağlayacak. Yara artık, senin bir süper gücün olacak. Süper gücünün tadını çıkar.

Pazar

Rosa'nın Son Mektubu

Çok büyük bir şans eseri, Rosa Luxemburg'un şimdiye kadar hiç yayınlanmamış yeni bir mektubu bulundu. O mektubu ilk defa olarak burada Felsefe Popisi farkıyla yayımlıyor ve bu vesileyle Rosa'nın 150. doğum yılını kutluyoruz. 



İşte Rosa'nın mektubu: 

Benim Sevgili Çocuklarım,

Ah biliyorsunuz işte, sevgili dostum Mathilde (Jakob) 31 Mayıs 1919'da cesedimi zorlukla teşhis etti. Beni Landwehr kanalına atan ismi lazım değil denizci teğmen, dev bir cenaze alayıyla ve kızıl bayraklı tabutla gömülmemi hiç istememişti. Hatta, gazeteler sevgili Karl'ın (Liebknecht) güya kaçarken, benim de sözümona kalabalık tarafından linç edildiğimi yazdılar. Gülüyorum bunlara. Sevgili Karl, yoldaşım, senin için yüreğimin ta dibinden ince bir sızı yükseliyor. Sana reva görülen işkence ve Tiergarten'da kalleşçe öldürülmen. Yok, hiç merak etme, katledilmemizle ilgili tüm detaylar artık biliniyor. Üstünü örtemediler. Hakikat bu! Bir yolunu bulup açığa çıkacak çatlağı illa bulur. Buldu da! İçin rahat olsun dostum.

Bize ne olduğu zerre kadar umurumda değil yoldaşlar! Beni ilgilendiren şimdilerde adına 1. Dünya Savaşı denilen savaşta soğuk ölümlerine gönderilen milyonlarca yoksuldu. Savaşın daha ilk yılında şehirler moloz öbeğine, köyler mezarlığa, ülkeler çöle, halklar dilenci yığınına, kiliseler ahıra dönüşüyor; devletler hukuku, ülkeler arası antlaşmalar, ittifaklar, kutsal sözler ve en yüksek otoriteler paçavra gibi yırtılıp atılıyor; burjuva toplumunun kirletilmiş, kepaze hali ortalığa saçılıyor, her yerinden kan ve pislik akıyordu. Her yerde açlık ayaklanmaları, veba, çaresizlik, sefalet ve ölümlerin en korkuncu kol geziyordu. 

Ben savaşa karşı çıktığımda beni ilk terk eden kendi partim oldu. Evet! Sosyal Demokratlar (SPD) bir de utanmadan parlamentoda Prusya'nın savaş bütçelerini bir bir onayladı! Prusya'nın savaş bakanı beni vatan haini ilan edip mahkemelerde süründürüp sonra da zindana attı. Acaba bu adamlar (adamlar diyorum, çünkü o dönemde henüz kadınların seçilme hakkı yok!) 20 milyon cesedin ağırlığını bir gün olsun yüreklerinde hissetti mi?

Uzun zamandır parti içindeki sağa kayan eğilimler beni rahatsız ediyordu. Ta 1906'da parti içi korkaklığa isyan ediyordum. Ah Tanrı aşkına, sosyal demokrasi tarafından mahvedilmediği takdirde, devrim ne büyük ve güçlü! Sosyal demokrasi içten içe erimenin üstesinden gelmeli, hizipçilik belasının vahşi içgüdülerini ve içimizi kemiren oportünist tasfiyecilik kanserini kararlılıkla söküp atmalıdır. İnanıyorum ki, gerçek politik liderlerin, bizimki gibi milyonlarca üyesi olan bir kitle partisinin liderlerinin bu sıfatı hak etmeleri için ilk önkoşul, kitlelerin ruhunda yükselen duygulara kulak verebilmeleridir.

Son tutsaklığımda seslere ve renklere karşı nasıl da açlık çekmiştim. Ona rağmen bizim Clara'ya (Zetkin) espri yapmaktan geri durmadım. Clara, beni kadın aleminin bir yığın gerçeği hakkında aydınlatan kadın hakları savunucusu kadın arkadaşım, yoldaşım. Onun mahpusluğu zor geçiyordu. Dedim ki, "en büyük avantajımız ne biliyor musun? Parti kongresine katılmak zorunda değiliz! Tanrıya şükürler olsun!"

Yine de itiraf etmeliyim, 14 metreküp bir hücrede olmak kolay değildi. Yemekler yenemeyecek kadar kötüydü, tuvaletin suyu yoktu. Mathilde benim için yemek ayarlamasa, mide ülserim burada iyice azacak ve belki de ölecektim. Işıksız hücremde beni ne kurtardı biliyor musunuz dostlar? Mörike'nin şiirlerini yüksek sesle ezberden okumak! Size de tavsiye ederim, olur da düşerseniz hücrelere.

Dediğim gibi, her şeye rağmen keyfim yerindeydi. Rusya'da devrim olmuştu ve kendi kişisel sorunlarımın bu esnada hiç ama hiç bir önemi yoktu. Rusya'daki gelişmeleri olabildiğince yakından izlemeye çalıştım. Almanca, Lehçe, Rusça gazete ve broşür elime ne geçerse! Bazı olaylar devrimin pek yolunda gitmediğini gösteriyordu. Sanki bir düzine mükemmel beyin her şeyi idare ediyor, işçilerin içinden bir elit grup da liderleri alkışlamakla ve önerileri oybirliğiyle onaylamakla yükümlüydü. Bu bir kliğin yönetimi değil mi Tanrı aşkına? Bence, Lenin-Troçki teorisinin temel hatası, diktatörlüğü demokrasinin karşısına koymasıydı. Kaç kere söyledim, dinletemedim. Lenin bana hep öfke püskürdü! İnatçı adam! Asyatik yüz çizgileriyle gerçek bir Rus köylüsü kafası! Bu kafayla duvarları yıkmak istiyordu, yıktı da! Deli şey! Tabii evime gelip sevgili kediciğim Mimi'yi nasıl sevdiğini de unutamam. Mimi resmen onunla flört ediyordu! Yanına gelsin diye her şirinliği yapıyor, sonra Lenin yanına gidince, küçücük pençesiyle ona vurup tıslıyordu! Ne komik bir görüntü, düşünsenize! 

Yok yoldaşlar, ben hep şunu söyledim, hala arkasındayım bu sözlerimin, sonuçta hiç kimse görüşleri nedeniyle dışlanamaz:

"Sayıları ne kadar fazla olursa olsun, yalnızca hükümetin taraftarlarına ve partinin üyelerine tanınan özgürlük, özgürlük değildir. Özgürlük her zaman başka türlü düşünenin özgürlüğüdür. 'Adalet' fanatizminden değil; politik özgürlüğün canlandırıcı, iyileştirici ve temizleyici yanı bu öze bağlı olduğundan ve eğer özgürlük ayrıcalığa dönüşürse etkisini kaybedeceğinden."

Görüyorum ki beni ikonlaştırmışsınız. Benim portremin olduğu çıkartmalar, kitap ayraçları, kahve bardakları, tişörtler...Bunları görmek hoşuma gidiyor elbet, 150 yıl sonra aranızda hayaletim dolaşıyor. Ama size bir öğüdüm var: Her türlü şablonlaştırma ve her türlü toptan reddetme ve göklere çıkarma dar kafalılığın bir göstergesidir. Kulağınıza küpe olsun. O fikirleri taşıyan bizler de işte sizin gibi insanlarız. Beni az çok bilirsiniz. Güçlü ve dirençli bir kadınım. Yine de utanarak bir şey itiraf etmek isterim. 18 Şubat 1915'te tutuklandığımda Berlinli polisler benim kim olduğumun onlara vız geldiğini söylemişti. Haklılarmış! Aynı gün içinde beni ikinci kez beni çırılçıplak soyup oramı buramı ellediklerinde ağlamamak için gözyaşlarımı zor tuttum. Bu zayıflığımdan dolayı hala kendime öfkeliyim. 

Peki ya 10 Temmuz 1916'da evime gelip beni yaka paça tutuklayanlara ne demeli! Üzerimde sadece gecelik olmasına rağmen, yatak odamın kapısını zorla açmaya çalıştı bir polis. Biliyorum yoldaşlar, egemenlerin yöntemleri 150 yıl sonra bile değişmedi, değil mi? Siz şimdi bir de bunları ekranlardan canlı yayınla izleyip gerçek zamanlı polis şiddetine kitlesel bir şekilde maruz kalıyorsunuz. Size üzülüyorum, olanlara öfkeleniyorum. 

Tabii polislerin böyle davranması pek doğal. Prusya'nın Savaş Bakanı bana açtığı davayı utanç verici bir biçimde düşürmek zorunda kalmıştı. Tam savaş arifesinde yüzbinlerce insanın askerlik kurumundan soğumasını göze alamadı. Bundan daha iyisi, bu dava sayesinde fikirlerimin büyük kitlelere ulaşmış olmasıydı. Keyfime diyecek yoktu doğrusu! Dünyanın en tatlı avukatları da yanımdaydı: Kurt Rosenfeld ve Paul Levi. Daha ne isterim ki! Ah Rosenfeld'in mahkemenin iddianamesini nasıl delik deşik ettiğini görmeliydiniz. Sosyal demokrasinin anti-militarizm ilkesinin ve toplantı özgürlüğünün bir suç olmadığını savcıya hatırlatmak zorunda kalması ne gülünçtü. Peki Hegel'e yaptığı göndermeye ne demeli? Mahkeme başkanının gözlerinin içine bakıp: 

"Dünyada büyük olan hiçbir şey, tutkusuz başarılamadı!" 

derken içinde yükselen kararlılık ve bana olan bağlılığı... 

Ben de savunmamda onlara beni benim fikirlerimden dolayı değil, kendi fikirlerinden dolayı cezalandırmak istediklerini tane tane anlattım. Savunmamı bulursanız bir yerlerde okuyun. Seversiniz. 

Ah, kusura bakmayın yoldaşlar! İçimde hala biraz öğretmenlik kalmış. Parti okulunda az ders vermedim. Biliyor musunuz, ben hep bazı durumların içine tepetaklak düştüm, ama sonuçta hepsi de iyi gitti. Bunun için mutluyum. Öğretmenlik kolay değildi. Parti okulunda ekonomi-politik teorisi anlattım uzun zaman. İktisat tarihi, sömürgecilik tarihi, karteller...Öğrencileri zorlayarak onların eleştirel düşünme pratiklerini geliştirmeyi seviyordum. O yüzden beni hem severler, hem de korkarlardı. 

Öğretmenliğin güzel yanları vardı elbet. Ama bazen öğrencilerin anlattıklarımı solgun ve dümdüz bir şekilde not aldıklarını, yeni öğrendikleri bilgileri nasıl da duygusuzca  kullanmaya başladıklarını gördüğümde kendimi kötü hissederdim. Böyle zamanlarda sevmiyordum öğretmenliği. Bir yandan da onlara ekonomi-politik anlatırken kendimden geçtiğimi hatırlıyorum. Dilimde tüy bitene kadar anlattım işte! Siz söyleyin, söylediklerim hala geçerli değil mi? Hatta sizin dünyanız sanki bizimkinden daha da az adaletli. Jeff Bezos ve Bill Gates diye birileri varmış. Tek başına bu adamların serveti Amerikalılar'ın servetinin %50'sine eşitmiş. Kapitalizm hala serpiliyor, gelişiyor demek bu. Bunu nasıl başarıyor açıklayayım:

Kapitalist ekonomi, birincisi; tüm üreticileri ve dünyanın birbirinden uzak tüm bölgelerini birbirine bağlayan ve böylece bütün dünyada işbölümünü hakim kılan mal değişimi ve para ekonomisiyle, ikincisi; teknik ilerlemeyi mümkün kılıp aynı zamanda küçük üreticileri sürekli olarak proleterleştiren ve böylece sermayeye satın alınabilir emek gücü sunan özgür rekabetle, üçüncüsü; bir yandan ücretli işçileri mekanik bir şekilde proleterleştirir ve sermayenin emrinde çalışmaya bağlarken, diğer yandan karşılığı ödenmemiş emeğin sermaye olarak birikmesini ve böylece üretim araçlarının büyüyüp gelişmesini sağlayan kapitalist ücret yasasıyla, dördüncüsü; kapitalist üretimin toplumun ihtiyaçlarına göre esneme ve uyum kabiliyetini artıran yedek sanayi ordusuyla, beşincisi; sermayenin bir üretim alanından diğerine hareket etmesinin önkoşulu olan ve böylece işbölümünü dengeleyen kar oranının eşitlenmesi yasasıyla ve nihayet altıncısı; kısmen günlük ve kısmen de dönemsel olarak kör ve kaotik üretim ile toplumun ihtiyaçları arasındaki dengeyi oluşturan fiyat dalgalanmaları ve krizlerle varlığını sürdürmektedir.

Bakın yoldaşlar! Kapitalist üretim biçimi doğa kanunu veya değiştirilemez nitelikte değil. Bunlar insanın eliyle oluştu, insanın ürünü. Fakat burjuva toplumu, sanki doğal bir güçle karşı karşıyaymış gibi tümüyle çaresiz. Marx, idealimiz olan sosyalizm nihai hedefini bilimsel bir temele yerleştirdi ve bize doğru yönü gösteren bir araç verdi. İşte bu nedenle ekonomik hayatın koşullarını bilimsel bir incelemeye tabi tutmak zorundayız. Ekonomik politiğin incelenmesi tüm bilimlerin bilimidir ve geleceğin ülkesine doğru ileri atılacağımız yolu hazırlar. 

Ömrümde o kadar çok kişiye bunları anlattım ki! Sayısını kimse bilmiyor. Bir seferinde Bremen'de 4 bin kişiye hitap ettiğimi hatırlıyorum. Polis ne kadar engel olmak istemişti benim konuşmama! Büyük bir eğlence! 

1906 yılının, Mart ayında, sevgilim Leo (Jogisches) ile Varşova'da tam da 35. yaşgünümden bir gün önce tutuklanmıştım. Şimdi bana sevinçli bir hüzün getiriyor bu hatıra. İnsanın sevgilisiyle aynı anda tutuklanması devrimci aşklara dahil değil midir dostlar? Moralim gayet yüksekti hapiste. Benim için üzülen arkadaşlarımı ben avuturdum. Hele Polonyalı yoldaşların beni kaçırma planı! Başarılı olamadılar gerçi, ama olsun! Bana üst makamlardan af dilemem için baskı yapan arkadaşlara da direndim. Böyle bir af dilersem, şansölye ve hükümetine karşı nasıl özgürce ajitasyon yapabilirdim ki?! 

Ajitasyon demişken, "Toplumun Sosyalizasyonu" makalemde devrimin önkoşulunu şöyle tespit etmiştim:

"Tembel, dikkatsiz, bencil, düşüncesiz ve umursamaz insanlarla sosyalizm kurulamaz. Sosyalist toplumun, diğer insanlar için en zor görevleri aşk ve coşku, fedakarlık ve duygudaşlık, cesaret ve dayanıklılıkla başarmaya azmetmiş insanlara ihtiyacı vardır. Bugünün devrimi için kazandığımız maharetli savaşçılardan, yarının yeni düzenini kuracak olan sosyalist işçileri yaratacağız."

 Aslında mahpusluktan şikayet ediyorum, ama bakmayın siz, pek üretken ve dingin günlerim geçti hücrelerde. İlk mahpusluğumda öyle bir rutin oluşturdum ki, dışarıdaki yoldaşlar benim kadar hayat dolu değildi. Sabahları 6'da kalkıyordum, 7'de kahve veriliyordu, 8'den 9' kadar yürüyüş, 12'de öğle yemeği var. 1'den 2'ye kadar yürüyüş, 3'te kahve, 6'da akşam yemeği, 7'den 9'a kadar lamba, 9'da yatak. Berliner Tagesblatt alıyordum her gün. Çok okuyor ve çok düşünüyordum. 

Hayatım bitimsiz bir devrim mücadelesi. En azından siz böyle biliyorsunuz. Ne var ki bu cesaretli mücadele içinde doğayı, edebiyatı, müziği sevmeyi ve bunlara incelikle eğilmeyi hiç ihmal etmedim. Ah hele Mozart'ı tanısam ne severdim onu! Sihirli Flüt, Figaro'nun Düğünü, Don Juan pek severim. Bach'ın Mateo passionlarını da! Aşka aşık oldum. Aşıklarıma duygu yüklü mektuplar yazdım. Bir çocuk sahibi olmanın hayalini kurdum. Resim yapmayı öğrendim. Kendi suluboyalarımdan Noel kartları hazırladım arkadaşlarım için. İçinde yüzlerce tür bulunan bir bitki koleksiyonu oluşturdum. Şiir yazdım. Çeviriler yaptım. Güneş, sükunet ve özgürlük benim için hayattaki en güzel şeylerdi. Güller, defne ağaçları, hanımelleri, günebakanlar, zeytinler, selviler yaşam sevincimi katmerledi. Hayallerimde Buhara ve Semerkant'a yolculuk ettim.  Yani demem o ki, her şeyi neşe ve sevinçle karşılayın -haklı olan sonunda galip gelir. 



Ah şu solgun, sıkıcı Berlin'de o kadar çok kaldım ki! İsviçre'deki veya St Petersburg'daki günlerimi nasıl hala özlemle anıyorum. Hele Zürih Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde bir doktora öğrencisi olduğum zamanları büyük bir sevinçle yad ederim hala. Doktora babam muhafazakar Julius Wolf sosyalist tezimi öyle beğendi ki! Büyük bir eğlenceydi! Tezimi anadilim olan Lehçe değil, Almanca yazdım. Başlığı "Polonya'nın Endüstriyel Gelişmesi"ydi. Eh buralarda adet olduğu üzere tezim yayımlandı. 1898'de Duncker & Humblot tarafından! Rusça çevirisi de bir yıl sonra Petersburg'da çıktı.

Ailemle pek ilgilenmedim. Beni affetsinler annem, babam, kardeşlerim. Beni nasıl da çok sevdiklerini biliyorum. Ben de onları seviyorum. Annem demiş ki "Rosa hepimizin toplamından daha akıllıdır". Bilemiyorum, küçük Rosa da çalışkandı işte! Altı yaşında iyi derecede yazıp okuyordum. Rusçadan Lehçeye şiirler çevirmeye başladım bir süre sonra. Çocukken Adam Mickiewicz'in Polonya ulusal destanını okumaktan çok keyif alırdım. İçimde hep bir kıvılcım vardı, bunun aleve dönüşmesi çok uzun sürmedi. Lisedeyken bir şiir yazdım, içimdeki duygular artık taşıyordu:

Ceza talep ediyorum,

Bugün tok olanlara, sefa sürenlere,

Milyonların ekmeğini hangi acılarla kazandığını

Bilmeyenlere, hissetmeyenlere.

Neşeli bir yüz,

Neşeli bir gülüş görürsem

Acı çekiyorum

Zira yoksulluğa ve bilgisizliğe 

Mahkum olanlar

Gülmeyi ve neşeyi bilmezler.

Bütün dertleri,

Bütün gizli ve acı gözyaşlarını

Tokların vicdanına yüklemek istiyorum,

Ve yaptıkları her şeyin intikamını almak.   


Küçük Rosa'nın kalbi çoktan devrime adanmıştı, anlıyor musunuz? 

Ben Rosa Luxemburg. 5 Mart 1871'de küçücük bir Polonya şehri olan Zamość'da doğdum. Şimdi 150 yaşındayım. Bu mektupla sizlere binlerce selam gönderiyorum. Her şeye rağmen tutkuyla yaşadığım şu hayatı benden kimse koparamadı. Size de şimdi tek bir sözüm var. Devrim yolunda yürümeye devam edin, ve unutmayın sakın: 

Dudakları büzüştürmek yetmez, ıslık çalmak lazım!



***************************************************************************************************************************

*Bu yazının tamamı aşağıdaki kitaptan derlenmiştir.  

Kaynakça:

A. Laschitza 2019. Rosa Luxemburg. Her Şeye Rağmen Tutkuyla Yaşamak. Almancadan Çeviren: Levent Bakaç. Yordam Kitap. İstanbul.

Corona Notları 6: Corona Günlerinde Felsefeci Ne Yapar?

"Modern hayatın çökmesini ve her yeri yabani otların kaplamasını sabırsızlıkla bekliyorum."

Hayao Miyazaki


Bu cümleyi ilk defa, henüz sevgili olmadan önce eşimin facebook profilinde görmüş ve "işte ben bu insanla yaşayabilirim," diye düşünmüştüm. (Doğru da düşünmüşüm.)

Miyazaki'nin gerçekten böyle bir cümle sarfedip sarfetmediği bir yana (ki kendisine bu cümle yakışırdı), bu tür kıyamet senaryoları ya da geçmişe gömülenin yeniden ayaklanmasına dayanan öyküler hep hoşuma gitmiştir.

Bu tür kıyamet senaryolarının çoğu, aslında her şeyin sona ermesini değil, radikal bir dönüşümü arzular. Çünkü bir şekilde özgür hissedilmemektedir. Ortak yaşamda oy verme dışında söz hakkımız yoktur. Böyle bir söz hakkımız yoksa, yaşamımızı da aslında kendimiz idare edemeyiz. Sahici yaşamsal-politik irademiz küçük bir azınlığın elindedir. Satın alma özgürlüğü ise illüzyondan ibarettir. Bu nedenle yaşamımızı çoğu zaman sıkıcı, tekdüze ve anlamsız hissederiz. Bu nedenle kendimizi sürekli bir şeylerle oyalarız.

Bütün bunları aslında zaten içten içe biliriz. Yine de hayatımızı böyle sürdürmeye devam ederiz. Bu da anlaşılır bir şeydir, çünkü hayatın zorunlulukları var. Ayrıca bir devrim iradesi, büyük bir yaşam enerjisi gerektirir; oysa fiziksel yaşamın, minimum enerji harcayarak hayatını devam ettirmeye çalışması kendi içinde tutarlıdır. Yaşamımız, onu tehlikeye atacak bir özgürlük savaşına girilecek kadar tehdit altında değildir belki. Özgürlüğün peşinde koşmak lükstür. Belli ki bu kapitalist sistem, en azından alt ve üst orta sınıfa, her zaman kaybedecek bir şeyi olduğunu hatırlatır. Ama genel bir adaletsizlik ve hayatın olması gerektiği gibi yaşanmadığı hissi de her zaman alttan alta dürter: Yaşam bu yaşadığımdan daha fazlası olmalı!

Bu dürtü, her şeyden önce, adil bir ortak yaşamın çok daha yoğun, özgün ve yaratıcı olabileceği hissiyle ilişkilidir. Bu his, Walter Benjamin'in tarih felsefesi üzerine ikinci tezinde zayıf mesiyanik kudret dediği şeydir. Mistik ya da ilahi bir sezgiyi değil, görmezden gelinenlerin, kaybedenlerin, ezilenlerin, sesi işitilmeyenlerin, yokluk için yaşayıp gömülenlerin bir kez olsun sesini duyurma olanağını ifade eder. Doğayı ve kendimizi iliğimize kadar sömürdüğümüz "büyüme" ya da "ilerleme" süreci bir an için durduğunda, tarihin kaybedenlerine geçecektir söz sırası. Bir tür hesaplaşma, kelimenin gerçek anlamıyla kıyamet, yani adalet için ayaklanma beklentisini yansıtan bir his.

Böyle bir kıyamet beklentisi dünyanın tamamen sona ermesi, üstün bir güç tarafından her şeyin yakılıp yıkılmasına değil, yeni bir dünyanın başlangıcına ilişkin geleceğe dönük bir umut ilkesine dayanır. Dünya düzeninin altüst olarak daha adil biçimde yeniden kurulmasına yönelik bu beklenti, içinde bulunduğumuz küresel Corona faciasında doruğa çıkar. Zaten bunu iyi bilen Zizek gibi popüler filozoflar ve teorisyenler hemen yeni bir dünya projesine dair büyük sözlere girişmeye başladılar. Hatta kitaplar bile çıkmaya başladı. Ama bugün, virüs ortalığı kasıp kavururken, evinde günlerce tek başına oturmak zorunda olan bir insan için "yeni dünya düzeni" ne ifade edebilir? Yanıt alttaki fotoğrafta sanki.




Bir gelecek tahayüllü çerçevesinde peygambervari "şöyledir" ve "şöyle olmalıdır" diyen bütün "profesyonel" gelecekbilimcilerin metinleri, en azından bende bir bıkkınlık hatta boşvermişlik hissi uyandırıyor. Sanki nasıl olsa bugün bir şey yapamayacağım, bari gelecek üzerine atıp tutayım duygusu veriyor. Hatta bir tür kaçış. Oysa Benjamin tam da bu nedenle zayıf mesiyanik kudret ifadesini kullanır, yani bugün yol gösterici bir peygambere ihtiyaç yoktur. Her kuşağın bireyi kendinin pusulasıdır, ama aynı zamanda herkes herkesten sorumludur; hiçkimse arkada bırakılmamalıdır, herkes birbirine omuz vermelidir. Yaşayan her insan, geçmiş kuşakların adil bir dünya umudunu taşır ama gelecek adına değil, her şeyden önce şimdi adına. Bu nedenle eğer tam şu anda, kim mağdursa, acı çekiyorsa ona odaklanmalı; umut geleceğe atılmamalı, gelecek hayali şimdiyi esir almamalı.

Felsefeci, eğer bugüne bir katkıda bulunacaksa, yalnızca hemen yeni bir dünya düzeni tahayyül etmektense, bireylere şimdiki durumda yol göstermekten, dertlerine çare aramaktan çekinmemeli. Hatta felsefenin psikolojiye, teolojiye ya da antropojiye emanet ettiği kavramları geri almaya çalışmalı. Örneğin felsefe ve şifa bulmak bugün hiç yan yana getirilecek sözcükler değil gibi; ama en karanlık ve çaresiz dönemimde, felsefenin bana nasıl iyi geldiğini bizzat biliyorum. Bu "şifa", felsefeyi apolitikleştirmek ve kişisel gelişim haline getirmek demek değil. Bir "teselli" olarak felsefeden söz etmiyorum. Tersine, bireyin şu andaki gerçek sorunlarına ve kaygılarına felsefi bir ilgiyle eğilinmesi, daha önceden planlanılmamış, özgürce kurulacak ortaklıklar yaratabilir diye düşünüyorum.

Benjamin'in zayıf mesiyanik kudret dediği şey, tanık olduğumuz bir mağduriyet ya da adaletsizlik karşısında yaşanan iç ezilmesinden sonra bu mağduriyetin ya da adaletsizliğin giderilmesi için duyduğumuz arzudan başka bir şey değil. Popüler isimlerin, geleceğe yönelik peygambervari güçlü mesiyanik kudret gösterisi yanında, felsefenin bize şimdi yol gösterecek, hatta belki harekete geçirecek kendine özgü kadim ve dingin kudretinin gerekli olduğuna inanıyorum ve felsefecilerin bu konu üzerinde biraz daha fazla düşünmesini talep ediyorum.