Cuma

Roboski Hadisesi: Devlet eyledi, canlar düştü

Roboski katliamının 1. yıl dönümü bugün. Devlet eliyle 34 kişinin uzaktan kumandalı uçaklarla öldürülüşünün 1. yıl dönümü.

Devletin ortaya çıkışının üzerinden ise tam 5000 yıl geçmiş. Çok uzakta değil, ilk devletler 'Yakındoğu' coğrafyasında, Mezopotamya'da kent devletleri olarak ortaya çıkmışlardı. Artan nüfus, nüfusu besleyecek tarım alanlarına olan ihtiyaç, üretimi artıracak su kanallarının inşası, bunların güven altına alınma gerekliliği, toplumlar arası çatışmalar, savaşlar, ahlaki çürüme, hırsızlıklar, güçlünün zayıfı ezmesi, artan ticaret, prestij nesnelerine sahip olma isteği, birilerinin iktidar arzusu, birilerinin korunma isteği, birilerinin yönetme, birilerinin yönetilme arzusu devlet denen aygıtı doğurdu. Devlet, bürokrasi ile doğdu, olan biteni kontrol etme isteğiyle doğdu. Özellikle üretimi ve tüketimi (yeniden dağıtımı) kontrol etme isteği ile doğdu. Devlet, kralı ve bürokratları yarattı, kral ve bürokratlar da devleti. Devlet, yazıyı doğurdu. Bürokratlar o gün bugündür devlet için kayıt tutuyorlar. Bugün devleti tarih dışı, hep var olmuş hep de var olacak olan bir aygıt olarak görmeye alışığız. Halbuki, devletin ortaya çıkması için binlerce yıl geçmeliydi insanlık tarihinde, yok olması için de binlerce yıla ihtiyacımız var belli ki.

Kralın koruması altında Hitit Kralı Tudhaliya ve onu koruyan Tanrı Şarruma





Devlet tarih dışı bir şey değil, aslında devlet diye bir şey de yok! Devlet bir 'şey' değil aslında. Dilimiz alışmıştır 'devlet yaptı', 'devlet istiyor', 'devlet verdi' demeye. Çok büyük bir sırrı açıklıyorum şimdi: Devlet diye bir şey yoktur. Devlet dediğimiz 'kudretli yaratık' kanlı canlı bir takım insanlardan oluşan hiyerarşik bir örgütlenme biçimi önünde sonunda. Ve tam da bu nedenle hem sıradan hem de ulaşılmaz bir şey. Hem hayatın her alanında karşımıza çıkıveriyor hem de elle tutulmaz, gözle görülmez bir şey. Bu yüzden hem hiç bir gücü yok hem de gücü çok. Devlet; sanki biraz Tanrı gibi.. Mezopotamya'daki ilk kralların Tanrı-kral olması, ilk tapınakların gücün ve erkin toplandığı ekonominin can damarı olması tesadüf olamaz. Ekonomik ve siyasi erki elinde bulundurmanın getirdiği ayrıcalıklı konumun tadını çıkaran ilk krallar, ilk rahipler ve ilk bürokratlar, kendi ayrıcalıklı konumlarını gerekçelendirmek için, bunu aşkın bir güce dayandırmanın basit ve bir o kadar da etkili bir yöntem olduğunu o zamandan görmüşlerdir. Bugünkü devletler -hele de Batı'nın Orient dediği geri kalmış coğrafyada- hayatımızın her alanına nüfuz etmiş ve yokluğu tasavvur bile edilemez hale gelmiş elinde sopası olan bir hayalet gibi kol geziyor. Sevdiğiniz kişiyle evlenirken, arabanıza benzin alırken, sokakta eylem yaparken, yurtdışına çıkarken, internete girerken, maaşınızı alırken, okula giderken hiç yakanızdan düşmeyen, sürekli kapınızı çalan davetsiz bir misafir gibi. Devlet, peşinizi bırakmayan bir Stalker gibi.

Ve ölürken...Hayatınızın her önemli anında sizi yalnız bırakmayan bu aygıta hizmet eden adamlar sizi burada da yalnız bırakmayacak. Yaşamınızın devamına ve sonuna da o karar verebilir. Yaptığımız sözleşmede bu şartlar ve koşullar yazılı. Siz bir sözleşme imzalamadınız mı? Pardon, sizden önceki halklar imzalamıştı sizin yerinize. Siz de düşüverdiniz devletin hırçın pençelerine. Tıpkı tarihe ve kültüre, bu adaletsiz dünyaya düştüğünüz gibi. O yüzden Tanrı-devletin Tanrı-kralını tarihsiz olarak görmeye devam ettiğimiz sürece, ölümümüzü bile onaylama hakkını kendinde gören 'devlet' olarak hareket eden ve kimin çıkarlarını koruduğu aslında gün gibi aşikar olan ama hep 'halk için' görev başında olduklarını iddia edecek olan 'böyük dövlet' hayaletiyle yaşamaya devam edeceğiz. Osmanlı'dan devraldığımız mentalite ile tarihin içinde hafızasız bir balık gibi süzülmeye devam ettiğimiz bir anda, Roboski Hadisesi bize devletin ortaya çıkış amacını, soğuk varlığını ve varoluşunu sürdürme taktiklerini bir daha yüzümüze vurdu. Tarihte ortaya çıkan herşey değişmeye, dönüşmeye, eğer ki bunlar olamıyorsa, yok olmaya mahkumdur. Devletin sonunu böyle keyfi katliamlar getirecek; çünkü nihayetinde hiç bir kral, hiç bir rahip ve hiç bir bürokrat Tanrı değildir.

Bütün devletler katildir.

Çarşamba

Kubrick'in Monoliti

 
http://www.youtube.com/watch?v=lcJPaHFbsc0&stopthedamnautoplay=FLONx81fns8JlYxOih-NOqHw&index=1

Yukarıdaki video, bana göre, Kubrick'in "2001: A Space Odyssey"deki meşhur monolitin en olası anlamlarından birine işaret ediyor. Filmi hatırlarsak, maymunların alet kullanmasına, belirli bir farkındalık yaratmasına giden yol, birdenbire ortaya çıkan monolitin etrafına toplanmaları ve onu korkuyla karışık incelemeleriyle başlıyordu. Bu videoda da, neredeyse o sahnenin birebir tekrarı var sanki. Video boyunca şempanzeler sanki yavaş yavaş bir öğrenme süreci yaşıyorlar ve örneğin 4:45'ten sonra annenin elini başına ve sonra göğsüne vurması, çok temel bir farkındalığa işaret ediyor: Ölümün ve kaybetmenin farkındalığına. 
Filmdeki monolitin yerini burada ölü bir şempanze yavrusu almış durumda. Elbette bu, monolit doğrudan ölümün farkındalığını temsil ediyor demek değil. Monolit sanki daha çok, evrim sürecindeki çeşitli sosyal ve kültürel dönüşümlerin sembollerini kendinde topluyor. 
Öbür yandan, ölümün farkındalığı, yas tutma ve ölüyü gömme ritüelleri, eğer arkeolog ve antropologlar haklıysa, kültürel evrimde çok önemli bir yer tutuyor. Elbette bu videoda belirli bir farkındalık ya da karmaşık bir ritüelin işaretini görmek zor, ama insan yine de bir şeyler hissediyor sanki. Belki bir kaybın ortaklaşa yaşanan bir hissiyatını. Şimdi bir "kuantum" sıçraması yaparsak: Böyle bir ortaklık, ortak yazgıya karşı böylesi bir hissiyat ve yavaş yavaş gelişen ölümün farkındalığı, insanın atalarında belki de günümüzdeki kültürün yolunu hazırlayan iki zihinsel alan açmış olabilir. Birincisi, sürekli yinelenen doğum ve ölüm olgusu ile bu olgunun farkındalığı, bu döngünün ortaklaşa yaşanan sevinci ve tutulan yası, insanın atalarında, kendi yaşamlarının, kendilerinden daha büyük bir yaşamsal sürecin parçası oldukları bilincini geliştirmiş olamaz mı? Belki de bu nedenle, kendinden daha büyük bir sürece ya da bir "şey"e inanma, tapma bilinci geliştirip, bir tür kutsallık yaratmış olabilirler mi? Monolitin bir tür kutsal anıta benzerliği bu açıdan değerlendirilebilir.
Ama alet kullanmadan, geliştirmeden, üretmeden tapınak yapamazsın. Burada, kutsallık bilinci geliştirmenin alet kullanma ve üretimini tetiklediğini söylemek saçma olur. Tersine, ölümün farkındalığı, yaşamın sürekli olarak ölümle olumsuzlandığının ortaklaşa bilinci, kendi bireyinin ve türünün bu döngü karşısında tehlikeye düşebileceği bilinci, insanın atasını, doğada var olmayan bir olaya, yani alet yaratma, geliştirme ve üretme sürecine girerek, doğal olmayan "nesneler" yaratarak, kendini koruma altına alma dürtüsüne yöneltmiş olabilir mi?

Peki, alet üretimi ve kutsallığın, ölümün farkındalığında yatan olası eş kökenliliği ile ölenin yasının tutulması ve yaşamın olumlanması zorunluluğunun üretici karşılıklılığı fikri, gölde vraklayan kurbağadan Shakespeare'e giden yolda bir anlam ifade eder mi? Peki bu soru bir anlam ifade eder mi?

Anime Terapisi



Eskiden tuhaf bir uçak korkum vardı. Tuhaf olmasının nedeni, uçağın düşmesinden değil, atmosferin dışına fırlamasından korkmamdı. Düşersek sorun olmazdı, kısa süre içinde yerçekiminin "kontrolü" altında ölüp giderdik. Ama tersi olursa, kontrolsüzlüğün kucağında bilinmeyene doğru gidecektik. Zamanla bu "irrasyonel" korkuyu yenip, "rasyonel" olan düşme korkusuna geri döndüm. (Bu arada, uçmaktan korkmayan delidir. Havada giden insan yapımı demir bir kuşun içindesiniz sonuçta. Hiç korkmayanlara, biraz rüzgarlı bir havada uçağın kanadının nasıl saçma bir şekilde sallandığına bakmalarını öneririm.) Ukalaca gelecek ama, bu korkuyu "yenmemde" Kant'ın "Güzel ve Yüce Üzerine" metninin yardımı olduğunu düşünürüm hep. Oradaki yüce kavramının, kontrolsüzlük-irrasyonellik, yani bir anlamda imgelem gücünün anlama yetisine baskınlığının benim duyduğum uçak korkusuyla olan ilişkisini kurduğum andan itibaren bu korkunun da uçup gittiğini fark ettim. Elbette bu bir ikna yöntemiydi. Kant'ın metni beni ikna etmişti. "Şu şu duygulanımı-hissiyatı-ruh halini, şu nedenlerle yaşarsınız kardeşim" demişti ve ben de bunu kendime uyarlayarak ikna olmuştum. Sıkı bir felsefi kavramlar sistemini belki bayağılaştırmıştım, ama çok iyi gelmişti bana. Bu belki de, her terapinin yapı taşı olan, nesnel gibi gözüken bir yapının çerçevesinde öznel biçimde kendi kendini ikna etmeye bir örnekti. (Bugünlerde gittikçe coşan yaşam koçluğu zırvalığına ve bunun alt kolu olan felsefe terapisi şarlatanlığına bir örnek vermiyorum burada. O konuyu ayrıca bir deşmek lazım.)
Kant'a yaptığım gibi bayağılıştırma korkusuna düşmeden, iç dünyanın dehlizlerinde dolaştırdığını öne sürebileceğim bir kültür evreni daha var bence: Anime evreni (animelerin temeli olan mangayı ve manga-anime ayrımını şimdi es geçelim).
Bu konuda aynı düşündüğümüzü düşündüğüm bir dostumla şöyle bir sloganımız var: "Yalnızca animelerde..." Evet, sıkı animelerde karşılaşılan bazı temaları, karakterleri, öykülerdeki sapmaları ve -iddialı olacak ama- derinliği, günümüz batılı modern kurguda bulmak zor. Bunun bir nedeni elbette kültürel. Örneğin dünya haritası bile Kore ve Japonya'da bildiğimiz gibi değil; Amerika kıtası doğuda. Bunun dışında manga-anime kültürüne özgü başka nedenler daha var. Bu nedenler, bu kültürü sahici bir alt-kültür yapıyor. Alt kültür, çünkü, sıkı animelerin sembolizmi, bilincin altına gizlenenlerle aşık atmaya çalışıyor. Neyse, fazla laf ebeliği yapmamak lazım bu konuda. Bir musibet bin nasihatten iyidir. Bu nedenle, birkaç musibet önerisinde bulunmak istiyorum son olarak. (Yaratıcılık sıkıntısına giren Hollywood canavarı bu animelere el atıp onları mahvetmeden önce izlemekte yarar var.) Vereceğim örneklerde, animenin öyküsünü anlatmak yerine, tıpkı Kant'ın makalesinde olduğu gibi, izlediğim şeyin beni neyle karşı karşıya getirdiğiyle ilgili bir ipucu vermek istiyorum. Elbette öncelikle, her zaman gereksiz yere önem atfetmek dışında, dikkatli bir keyifle izleyerek, animelerin tadını çıkarmakta yarar var.
-Spoiler içermez-
1) Haibane Renmei (Yoshitoshi Abe): Suçluluk duygusunun kısır döngüsü ve koşulsuz affetme edimiyle olan ilişkisi.
2) Jin-Roh (Mamoru Oshii): Kuzu kılığında kurtlarla, kurt kılığındaki kuzuların diyalektiği.
3) Monster (Naoki Urasawa): İyilik ve kötülüğün, 1980'ler Almanyası'ndaki metafizik-etik ve politik dansı.
4) Aoi Bungaku (Osamu Dazai vd.): Has Japon edebiyatı.
5) Paranoia Agent (Satoshi Kon): Toplumsal gerçekliğin imgelem gücündeki temelleri.
6) Tekkonkinkreet (Taiyo Matsumoto): Soylulaştırmaya karşı soysuz çocuklar.
Liste bitmez elbette, ama şimdilik yeter sanırım.
Dostumla paylaştığımız sloganın yanında bir de kendi kendimize koyduğumuz bir kuralı anmadan bitirmek istemem: 
Sıkı anime her zaman yalnız izlenen animedir.

Salı

21 Aralık'a Doğru: Kıyamet Talebi

Bu blogda, insanın kıyamet talebi üzerine daha önce birkaç kez değinilmişti:  1, 2, 3
Bu blogun bu talep üzerinde durmasının bazı nedenleri var. Ne kadar akıl dışı, saçma ve patolojik gözükse de, insanın ısrarla arzuladığı şeylerin arkasında rasyonel gerekçeler aramak gerekli. Örneğin, işinin üstadı Richard Feynman'ın bile "anlayan beri gelsin" dediği kuantum üzerine yazılan "Kuantum ve Aşk", "Kuantum'la Kendini Keşfet" gibi tuhaf kitapların yüzlerce baskı yapmasında bile, insanın yeni bir arayışını, bir eksikliğini görmek gerek. Bu kitapları alanlara gerizekalı demek yerine, belki de kendilerinin farkında olmadan aradıkları şeyin ne olduğunu, neyi kendilerinde ve toplumda eksik hissetiklerini sorgulamak gerek. 
Kıyamet talebinde de bu böyle.
İlkin, bu talebin toplumsal boyutunda bir yardım çığlığı yok mu? Politik etkinliğe artık katılamayan ama buna rağmen hep kendisinin yerine kararlar alınan ve kendini gittikçe güçsüz hisseden bireyin, "artık bir durun" çağrısını görmem mümkün. Gerçi bu talep daha çok, temel ihtiyaçlarının bile karşılanmasını izin verilmeyen yoksul kesimden değil, temel ihtiyaçlarını karşılayabilen ama zihinsel ve ruhsal ihtiyaçlarının, artık başta teknolojik tüketim olmak üzere, alış-veriş döngüsü ve bürokrasi tarafından kuşatıldığını hisseden orta sınıftan gelir.
Kıyamet talebinde, alttan alta işlerin pek de iyi gitmediğinin sinyali vardır. Sıradan insan, yukarı çıkanların, iktidarın koltuğuna oturanların iyi niyetli olmadığını bilir. Bunu kendi doğasından bilir, çünkü insan, güce sahip oldukça daha çok güç ve iktidar ister. Ve bu istek onu gittikçe bencilleştirir. Almanya hükümeti, dünya barışı için konferanslar düzenlerken ya da kendi içinde tamamen yeşil enerjiye geçiş planları yaparken, dünyanın en büyük silah satıcısı olmak için çabalar (4). ABD, demokrasisiyle birlikte gittiği yerleri talan edip insanlarını katleder ya da sömürür. Büyük enerji şirketleri, çevreyi geri dönülmez biçimde yok ederken, en çevreci mesajları verir. Finans kurumları, hiç reel üretimde bulunmadan, milyonlarca insanın yoksullaşması pahasına, milyarder bireyler yaratır. Sıradan vatandaş bütün bu acayiplikleri görür ve bilir ama politik iradeden el etek çektirildiği için, kendi güçsüzlüğünü ve çaresizliğini, işte bazen böyle bir kıyamet talebinde telafi etme yolunu seçer. Bu süreç böyle giderse, kıyameti insan kendi elleriyle yaratacağını sezer. Olan bitenin farkında olan vatandaş, kendisi bir şey yapamadığı için, olan bitene "artık bir durun" diyecek kıyameti dışarıdan talep eder.
Angelus Novus-Tarih Meleği

Kıyamet talebindeki, "artık bir durun" çığlığını belki de en şık biçimde Walter Benjamin analiz eder. Benjamin'in analizi, salt bir ekonomik-toplumsal analizin teorik kuruluğundan uzaktır ve modern bireyin ruhsal dehlizlerinde dolaşır. İnsan, tarihsel "ilerleme" olgusunun şiddetli rüzgarında, arkasında sürekli yüzleşilmemiş ve hesaplaşılmamış şeyler bıraktığını hisseder. Bu hissin kaynağı, Benjamin'in, tarih felsefesi üzerine ikinci tezinde söz ettiği herkeste bulunan zayıf mesiyanik güçtür. Bu gücün içerisinde, sözü edilmeyenler, yenilenler, ezilip görmezden gelinenler, yokluk içinde doğup büyüyemeden ölenlerle gömülü geçmişin bir kere de olsa sözünü söyleyebilme olanağı taşınmaktadır. Bu sözü, ilerlemenin fırtınası bir an için durduğunda, tarihi yazan galipler değil, tarihin üzerine kazındığı yenilenler söyleyecektir. Kıyamet, yani ayaklanma, galiplerin tarihine, belki bir an için bile olsa "artık bir durun" diyecek, ilerlemenin fırtınasında sürekli ileriye savrulan tarih meleği sonunda geçmişe göz atma olanağı bulacaktır. Böylece insan da, kendi ölüleriyle kucaklaşacak, onları dinleyip onlara söyleyemediklerini söyleyecek, belki de af dileyecektir. Elbette insan bunun imkansızlığının da farkındadır. Ama ironik bir şekilde, geçmişi diriltmeye ya da bugünü radikal bir şekilde dönüştürmeye yönelik bir kıyamet talebinde geleceğe yönelik bir umut ilkesi bulunur. Paradoksal biçimde de, bu ilkenin güçlendiği zamanlar, insanın, işlerin pek de iyi gitmediğini yoğun bir şekilde duyumsadığı zamanlardır.
Sevginin, birbirini anlamanın ve dinlemenin, paylaşmanın azaldığı, sömürünün, kör şiddetin, acımasızlığın ve bencilliğin arttığı dönemlerde kıyamet talebi de çoğalır. Söz verilmeyenlerin, yok sayılıp toprağa gömülenlerin, görmezden gelinenlerin ayaklanışı ve kalkışması olarak kıyamet talebinin haklı gerekçesi, bu karanlık dönemlerin tersine çevrilmesine ilişkin mesiyanik histe yatar. Birilerinin ayaklanması ise öbürleri için gerçek bir kıyametin habercisi olabilir.

Çarşamba

Paylaşım Olmayan Paylaşımlar

Son zamanlarda en çok duyduğumuz kelime ‘paylaşmak’. Tüm kelimeler ancak çağrışım yaptığı diğer kelime, kavram ve imgelerle anlam bulurmuş. 'İsrailliler katledildi, Filistinliler öldü' diye yazarken BBC’nin kullandığı ‘trick’ bu aslında. Bir insanı ‘terörist’ ilan etmekle, ona ‘Nobel Barış Ödülü’ vermek arasında düşündüğünüzden çok daha ince bir çizgi vardır. Egemen; kendi ideolojisini yenilir yutulur bir şeymiş gibi takdim etmek için dili yeniden kurma faaliyetinde bulunur ve herkesin kullandığı gündelik kelimelerin anlamlarını yeni bir referanslar dünyası yaratarak muğlaklaştırır. Bu durumun en çarpıcı örneğine Victor Klemperer’in muhteşem The Language of the Third Reich kitabında tanık oluyoruz. Şüphesiz Nazi Almanyası’nın kelimeleri o dünyayı kurmakta kullanılan en önemli araçlardan birisiydi.
Sözgelimi ‘organisieren’ (organize etmek) gibi masum bir kelime Nazi Almanyasında toplumsal hiyerarşinin vazgeçilmez olduğunu anlatmaya yarayan bir araca dönüşüyordu. Klemperer’in kendi anlatımıyla:
As early as 1936 a young car mechanic who had managed to carry out a tricky emergency repair on my exhaust all by himself said to me, ‘Didn’t I organize that well!’ The words ‘organization’ and ‘organisieren’ were ringing in his ears so insistently, and he was so saturated with the idea that every bit of work had first to be organized, i.e. had to be allocated to a disciplined group by its leader, that he couldn’t come up with an appropriate and simple expression like ‘arbeiten’ (to work), erledigen (to deal with) or verrichten (carry out) or even just ‘machen’ (to do) for a task which he himself undertook and completed.
Victor Klemperer, Yahudi Dilbilimci. Hayatını bir Almanla evli olmasına borçlu.
Nazi Almanyasının dilini anlattığı kitabında şöyle diyordu:
"I shall go on writing. That is my heroism.
I shall bear witness, precise witness!"

-May 27, 1942
Neo-liberal ideolojinin kendine hedef seçtiği kelimeler neler? Paylaşmak kelimesi üzerinden bazı ipuçlarına ulaşabilir miyiz acaba?
Paylaşmak kelimesinin çağrıştırdığı her şey insanın içini ısıtan cinsten. Bir elmayı paylaşmak, acıyı paylaşmak, sevgiyi paylaşmak, evi paylaşmak, parayı paylaşmak, yemeği paylaşmak gibi.. Peki biz son zamanlarda neyi bu kadar çok paylaşıyoruz da paylaşmak kelimesini günde ortalama 30 kez kullanır olduk? Bu yukarıda saydıklarımızdan hiçbirini.
Paylaştığımız şey: Dijital veriler. Bir fotoğraf, bir video, bir ‘durum’, bir özlü söz. Hızlı tüketim çağının, bir o kadar hızla değişen gündem kalabalığı içinde paylaştığını sandığımız şeyler piksellerden oluşuyor. Aslında kendimize ait olan ve paylaşması bir erdem sayılabilecek hiçbir şeyi paylaşmıyoruz. Pay-laş-mak kelimesine haksızlık ediyoruz, onu yozlaştırıyoruz ve asıl paylaşmadığımız şeylerin üzerini örterek bencilliğimizi maskeliyor ve bize dayatılan rekabetçi-piyasacı düzenin içinde aziz mertebesine yükseltilmiş olan ‘bireysellik’ kültünün peşinden sürükleniyoruz. Paylaşmak artık doğrudan iki insan arasında cereyan eden ve iki taraftan birini ya da ikisini birden rahatlatan ve mutlu eden dayanışmacı bir eylem şekli olmaktan çıkıyor. Zamanın ruhu içinde paylaşmak dediğimiz şey artık anonim bir şekilde 0 ve 1’lerin dünyasına fırlatılıveren ve anında tüketiliveren bir takım dijital verileri tanımlıyor. Karşılıklı, yüzyüze ikili ve çoklu ilişkilerde değil; araya bir dolayım (bir makina) sokularak sözde ‘paylaşımlar’ gerçekleşiyor.
Güzelim ‘paylaşmak’ kelimesinin sosyal ve ekonomik bağlamlarından tamamen koparılışı ve neo-liberal dünyanın ürettiği kültürel bağlam içinde yozlaşması işte bu şekilde gerçekleşiyor.
Bu kayıtla birlikte paylaşmak kelimesine bir ağıt yakabiliriz.

Salı

Odysseus ve Mürettebatı



Homeros'un anlattığına göre, Sirenler'in büyüleyici seslerine kendilerini kaptıran denizciler yollarını şaşırıp ölüme sürüklenmiştir. Gemisinin kaptanı Odysseus bunu bilir ama Sirenler'i dinlemeye de kararlıdır. Bu nedenle mürettebatına kulaklarını balmumuyla tıkamalarını, kendisini de direğe bağlamalarını ve ne kadar yalvarırsa yalvarsın çözmemelerini emreder. Sirenler'in bölgesinden geçerken Sirenler'in büyülü müziğine kendini kaptıran Odysseus mürettebatına kendisini çözmeleri için yalvarır. Kendinden tamamen geçmiştir ve Sirenler'e kendini bırakmaya hazırdır. Ama hiçbir şey duymayan ve Sirenler'den etkilenmeyen mürettebatı, Odysseus çırpındıkça onu daha sıkı bağlar. Sonunda Sirenler'in bölgesinden çıktıklarında ve Sirenler'in etkisi geçtiğinde, Odysseus'u çözerler, böylece yollarına devam ederler.
Adorno ve Horkeimer'in müthiş metni Aydınlanma'nın Diyalektiği'nin ünlü bir bölümünde, Odysseus'un Sirenler'le olan bu öyküsü yorumlanır. Yoruma göre Sirenler'le olan bu sahne, toplumsal işbölümüne, sınıfsal ayrıma bir örnektir. Odysseus'un mürettebatının tek görevi gemiyi güvenli bir şekilde Sirenler'in bölgesinden uzaklaştırmakken, Sirenler'in büyüleyiciliğinden nasibi bir tek liderleri Odysseus alacaktır. Ama eşitsiz bir toplumda, iktidar sahibi de zevkin tadını tam olarak çıkaramaz. O kendini korumaya almalıdır. Sirenler'den estetik hazzı alır ama kendini tam olarak bırakamaz. Kendini bırakması, iktidarı da bırakması demektir. Mürettebat estetik hazdan tamamen yoksun bırakılırken, Odysseus'un yazgısı da bu hazzı ancak soyut biçimde yaşamaktır. 
Elbette Aydınlanma'nın Diyalektiği'nde bundan fazlası anlatılır. Yine de bu kısa betimleme, akla Galadriel ve Frodo'nun karşılaşmasını getiriyor. Yüzük taşıyıcısı Frodo'nun Galadriel'in aynasında gelecekten imgeler gördüğü ve sonrasında Galadriel'in yüzüğün gücüyle kendini sınadığı sahne, Odysseus ve Sirenler öyküsünden izler taşıyor gibidir. Galadriel, tıpkı Odysseus gibi, toplumun en üst tabakasında yer alır. Kendini, tıpkı Odysseus gibi yüzüğün gücüne kısa süreliğine kaptırır ve orada içindeki karanlık hükmetme güdüsü açığa çıkar ve coşarak "Herkes beni sevecek ve önümde diz çökecek" gibi şeyler söyler. Peri misali Galadriel gitmiş, dünyaya hükmetme arzusuyla yanıp tutuşan ürkütücü bir Galadriel gelmiştir. Ama bu aslında bir sınavdır. Tıpkı Odysseus gibi her gerçek iktidar sahibinin geçmek zorunda olduğu bir sınav. Tıpkı Odysseus'un Sirenler'in bölgesinden çıktığı zaman kollarını çözüp, zafer edasıyla gemisini komuta etmeye devam etmesi gibi, Galadriel de yüzüğün etkisinde kurtulduğunda, "sınavı geçtim, artık Galadriel olarak kalabilirim" der. Gerçek egemen, hiçbir zaman kendini tamamen kaptırmamalıdır ki, egemenliğine devam edebilsin. Öte yandan Frodo, her şeyden mahrum çalışan sınıfı temsil eden mürettebattan farklıdır. Sanki, kendisine önemli bir görev verilmiş gibidir. O yüzük taşıyıcısıdır ve Galadriel'in belirttiği gibi, yüzüğü yalnızca o taşıyabilir. Ama Frodo, güya üzerine toplumsal görevler atfedilen, sorumluluk sahibi bireydir. Frodo, Odysseus ve Sirenler öyküsünde henüz daha ortada olmayan yeni bir toplumsal kesimdir. Kendisine iktidardan birazcık da olsa pay verilen, sürekli toplumsal sorumluluk hissiyatında olan yeni bir bireydir. Odysseus ve mürettebatının ortasındaki tampon bölgedir. Galadriel Frodo'ya, "yüzüğü bir tek sen taşıyabilirsin, bu çok zor bir görev", diyerek pohpohlar. Ama Frodo'nun bilmediği asıl görevi, toplumsal çelişkiyi hakiki bir biçimde ortaya çıkaran yüzüğü yok edip, her şeyi süt limanmış gibi göstermektir ki Galadriel, büyük burjuva Galadriel olarak kalabilsin.
Peki mürettebat nerededir? Mürettebat, artık yüzüne bile bakılmayacak Orclar'a dönüşmüştür. Ama bu hepsi birbirine benzeyen, çirkin, zamanında 300 Spartalı'nın da savaştığı "ilkel" ve "vahşi" yığın, ne yapılırsa yapılsın hep bir yerde egemenin karşısına çıkar. Sonuçta onlar mürettebattır. Bugün belki de en doğru temsili olan zombilerle geri dönmekte olan mürettebat.
 
http://www.youtube.com/watch?v=CX3px_Ivs44&stopthedamnautoplay=FLONx81fns8JlYxOih-NOqHw&index=6&feature=plpp_video

Pazartesi

Nane Şekeri ve Masumiyet

Kore'yi insanların en azından Gangnam Style ile tanıması güzel belki, ama bununla sınırlı kalırsa hem yazık olur hem de kültür endüstrisinin çarklarında hamsterlar gibi dönmekten kendimizi kurtaramamış oluruz. Kore'nin Türkiye'den çok farklı yanları var. Türkiye gibi farklı halklardan oluşmuş değil. Nüfusu çok homojen. Uzun yıllar Çin ve Japonya'nın esareti altında yaşamış. Ayrıca bizim gibi yalnızca ABD hegemonyası altında kalmamış, ülkenin yarısı kendini komünizme adamış. Sonunda bugünkü, etnik ve tarihsel-kültürel olarak birbirinden farklı olmasa da, yönetim biçimi birbirinden tamamen derecede farklı, biri kapitalizmin, diğer totalitarizmin (komünizm değil) uçlarında yaşayan iki ülke oluşmuş. Öbür yandan, Kore ve Türkiye'nin benzer çok yanı da var. Hayır, Türkiye'nin orada anlamsız biçimde savaşa girmesiyle oluşan bir benzerlik değil. Dünya Kupası'ndaki dostluk gösterisiyle oluşan bir şey de değil. Bir tür siyasi kader ortaklığı daha çok. Kore'nin 20. yüzyılda eski alfabeden yenisine geçişi; tam o dönemde yeni ve milli bir eğitim sistemine geçmesi (bugün hala dershaneleri, giriş sınavları, sınavların önünde dua eden velileriyle fena halde benzer bir eğitim süreci); muhafazakar ve erkek egemen ahlakı; militer yapısı (2 yıl zorunlu askerlik vs.); "stratejik" konumu nedeniyle sürekli "süper" güçlerin oyun bahçesi olarak kullanılması; özgürlükçü politik gruplar, gençlik hareketleri ve bunların kanlı bastırılışları; ve elbette darbeler. Özellikle 1979 ve 1980 yıllarında yaşananlar, neredeyse Türkiye'yle birebir aynı. Ve son durum: bir sürü tuhaf tv kanalı, garip yarışmalar, birbirinin kopyası pop şarkıları, medya tekelleri, müthiş bir kapitalist rekabet, öğrenciyken ne kadar muhalif de olsan sonrasında seni içine emen müthiş bir çark...
Ve bu çark yalnızca ekonomik değil. İnsana dair en özsel şeyler varsa onları öğüten bir çark ya da değirmen. Aile için cinsiyetçi ahlakıyla, eğitim sistemiyle, askerliğiyle, sert bürokratik yapısıyla, insanı ezen rekabetçi-eşitsiz ekonomik sistemiyle, yalnızca iç değil, başta ABD olmak üzere dış mekanizmalara olan bağımlılığıyla, kendi içinde ufak çarklar yaratarak, yavaş yavaş insanı yapmak istediği insan biçimine sokan bir çark mekanizması. 
Alttaki blog iletilerinde devletin kötülüğü dediğimiz şeye bir örnek işte bu: Devletin, sistemin kendi üyelerine uyguladığı, onları biçimlendirmeye yönelik bir kısırdöngü. Elbette bu bir sürü sosyolog ya da az-çok okuyan vatandaşın bildiği, dile getirdiği bir şey. Ama nasıl oluyor da bu döngüyü kıramıyoruz? Nasıl oluyor da, gözümüzün önünde büyüyen bir çocuk, yine kadın düşmanı, yine Kürt-Ermeni düşmanı, yine devletin, polisin bir sözcüsü ve hatta uygulayıcısı oluyor? Yıllardır göz ardı ettiğimiz bir şeyler olmalı. İşte bu noktada, insanın kendi ülkesini başka ülkelerle karşılaştırması (burada Kore örneğin), benzer süreçleri, döngüleri ve çarkları bulması çok yayarlı ve elbette bir o kadar hüzün verici oluyor. Bir yerlere bakmıyor muyuz da böyle sürüp gidiyor bu döngü? Örneğin her şey, bütün gücün aslında ABD'nin elinde olmasından, o ne derse o olduğundan ve bizlerin sadece piyon olmasından mı ileri geliyor? Rakel Dink'in hemen unutulan ve asıl sorgulanan saptaması, "bir çocuktan canavar yaratan sistem"den bir kaçış yok mu? 
Rakel Dink'in sözünde unutulan nokta, onun yalnızca buzdağının görünen yüzüne (örneğin Samast) değil, görünmeyenine, devletin kötülüğünü ve şiddetini (fiziksel, kültürel, dilsel vs.), farkında bile olmadan sürekli yeniden uygulayan, belki "bizlerin" de dahil olduğu çok büyük bir kesime işaret ettiğidir. Dürüst olup, kendimize şunu sormalıyız: Çarklara çomak sokmadan ve asıl, çarkları döndüren mekanizmaları durdurmadan, bir şeylerin değişeceğine inanıyor muyuz, yoksa yalnızca günün bir kısmında aktivistlik oynayarak sosyal-kültürel kapitalimize katkı mı sağlıyoruz? Aslında tam da böyle yaparak, yani sisteme zarar vermeyecek kadar sistem karşıtı olarak, çarkların dönmesine yardım mı ediyoruz? Böylece aslında, hep karşı tarafa, "kötülere" attığımız suçların aynısını biz işliyor olmuyor muyuz? Onların kaybettiğini söylediğimiz vicdan ve masumiyeti, bizlerin ne kadar kaybettiğini kendimize soruyor muyuz? Bu soruları irdelemek için, kaderi Türkiye'ye benzeyen Kore gibi ülkelere bakarak, çarkların işleyişine göz atmak ve en önemlisi, bu çarkların insanın içinde neyi öğütüp yok ettiğine, neyi besleyip büyüttüğüne bakmamız gerekiyor. Böyle bir şey için de, bazen analizler yerine, içimizde unutturulan, ama çarkların hiçbir zaman yok edemeyeceği duyguları uyandırmak gerekiyor. Bunun önemli tarafı, bu duyguların yalnızca "iyiler" değil, "kötüler"de de hiçbir zaman tamamen yok edilemeyeceği ve bunun bize yeni bir düşünme ve eylem alanı açabileceği.


Kore'ye geri dönelim. Analiz yerine bazen duygular dedik...1999 yapımı Nane Şekeri (Peppermint Candy/박하사탕 Yön: Lee Chang-Dong), arka planda Kore'nin yakın tarihini vererek, başkahramının nasıl çarkların içinde devletin kötülüğünün esiri olduğunu anlatıyor ve bu çarkları neden kıramadığımız konusunda önemli ipuçları veriyor. Yalnızca Kore değil, Türkiye'nin yakın tarihinin, bir "kötü adam"ın gözünden anlatıldığı bu film, çarkların mekanizmalarından yayılarak sokaklara, oradan evlerimizin kapısından içeri girerek hepimizi kaplayan sisin içinde kaybolan, postalların ezip parçaladığı ama süpürüp tamamen temizleyemediği nane şekerlerinin masumiyetini anlatıyor; çünkü masumiyet, filmdeki şarkıda dendiği gibi, hiç kimsenin bilmediği ya da hepimizin unuttuğu bir sır bilir.

http://blog.daum.net/_blog/BlogTypeView.do?blogid=0FqBa&articleno=2651&_bloghome_menu=recenttext#ajax_history_home

"Ne yapacağım şimdi, 
bir anda çekip gittin.
Ne yapacağım şimdi, 
beni arkada bıraktın.
Hiç kimsenin bilmediği bir sır mı biliyordun?
O kadar şefkatliydin ki, 
bana bunu nasıl yapabildin?
Gitmiş olmana inanamıyorum,
Hoşçakallara inanmam.
Ne yapacağım şimdi?"

Spoiler: http://www.youtube.com/watch?v=yNOT4VQr3zg&stopthedamnautoplay=FLONx81fns8JlYxOih-NOqHw&index=1&feature=plpp_video

Cuma

Kötülüğü Anlamak II: Kötülüğe Övgü

Kötülüğü anlamak insanı anlamanın yarısıdır. Kötülük; karşıdakine zarar vermek amacıyla yapılan eylemin adıdır. Yani kötülük aslında yalnızca eyleme döküldüğünde gerçekleşmiş olur. Kötü olarak nitelendirdiğimiz insanlar artniyetli düşüncelere sahip oldukları için değil -ki böyle düşünceler istisnasiz her insanda ortaya çıkar- bu düşünceleri eyleme dökmekte sakınca görmemiş olmalarından kaynaklanır. Bu basit gerçeği baştan ortaya koyduğumuza göre, kötülüğün kendi kendine varolan bir 'şey' olmadığını teslim edebiliriz. Kötülük bir fenomen, kendini görünür kılan şeydir; ama bu fenomenin ardında yatan göze görünmeyen nedenler ve sonuçlar zinciri yatmaktadır. Heidegger'in verdiği örneklerden birini kullanmak gerekirse, kötülük; bir hastalığın göstergesi olan ateş gibidir, ama aslında hastalığın nedeni ateş değildir. Kötülük; bir takım yaşantılardan ve duygu durumlarından beslenen ve içimizdeki karanlık köşelerden arada sırada korkunç başını uzatarak yeryüzüne çıkan bir canavara benzetilebilir.. Günlük deneyimlerimiz göstermiştir ki, ne kadar bu canavarı saklamaya çalışırsak çalışalım, ya da Freudiyen bir tabirle ne kadar güçlü bir süperegomuz olursa olsun, o kendini şu ya da bu şekilde açığa vuracaktır.

Ancak kendi kendine varolan orijinal bir kötülük varsayımında bulunmak yanlış olacaktır kanımca. Evet, evrim kötü davranışları bugüne kadar elemediğine göre, bunların insanın hayatta kalma mücadelesinde bir yeri olduğu kesin. Antik Yunan mitolojisinde belirtildiği gibi, kötülüğün hiç olmadığı, henüz Pandora'nın Kutusu'nun açılmadığı, altın bir çağ diye bir zaman dilimi hiç olmadı. Aldatma, kandırma, hırsızlık ve öldürme gibi davranışlar sadece insanda değil, bir çok memeli türünde ortaya çıkar. Bu noktada biz insanlar yalnız değiliz. Ne var ki, bir eylemin kötülük olabilmesi için failin özbilinç sahibi olmasi şarttır. Bir aslanı antilopları avladığı ve öldürdüğü için kötü bir aslan olarak yargılayamayacağımız gibi, sözgelimi, bir bebeğin saçımızı çektiği için kötülük yaptığını söyleyemeyiz. Sonuçta, bir aslanda ya da bebekte artniyet denilen bir düşünce biçimi hayat bulamaz. Artniyet, artdüşünce ve bunların açığa çıkarıldığı kötülük eylemi yalnızca kendi edimleri üzerine düşünebilen, diğer bir deyişle, özdüşünümsel (self-reflexive) hareket edebilen belki de tek canlı olan (2 yaşını geçkin) Homo sapiens'e ait özelliklerdir. Dolayısıyla, kötü (ya da iyi) olabilen tek canlı da insandır. İyi ve kötü diye kategoriler yaratan, iyiyi öven, kötüyü yeren toplumsal bir düzen oluşturmaya çalışan insan -ki burada din kurumu üzerinde uzun uzadıya durulabilir- bu yüzden ahlaki bir varlık olarak tanımlanır. Şüphesiz ki, bir edimi kötülük olarak tanımlayabilmek için toplumsal ve tarihsel olarak ortaya konmuş bir ahlak çerçevesi gerekmektedir.


Buraya kadar herkes hemfikir herhalde. Peki kötülüğü anlamanın yolu nereden geçiyor? Madem kendi başına mutlak kötülük diye birşey yok, madem kötülük yalnızca bir sonuç, bize görünen olanın ardına nasıl geçeceğiz? Buzdağının suyun altında kalan bölümünü nasıl araştıracağız? Kanımca burada bol bol psikanalize başvurmak gerek. Kötülük denilen eylem biçimini yaratan ne de olsa kendine güvensizlik, korku, kıskançlık, çekememezlik gibi pek insanca duygular. Star Wars'da Darth Vader'in nasıl adım adım masum bir çocuk olmaktan çıkıp karanlık tarafa geçtiğini hatırlayalım. Darth Vader mutlak kötü değildi, hiçbir zaman da olmadı. Karanlık tarafa geçmesine neden olan şeyler içinde kötülüğün değil, korkunun ve kendine güvensizligin olmasıydı. Master Yoda bunu en başından itibaren sezmişti:

Yoda: Fear is the path to the dark side. Fear leads to anger. Anger leads to hate. Hate leads to suffering. I sense much fear in you.

Genç Anakin'in içindeki korku, onun rasyonel davranmasını engellemekle kalmadı, onu yöneten mutlak bir gücün ve nefretin esiri olmasına yol açtı. Anakin, kötü olduğu için karanlık tarafa geçmedi, içindeki korkuları yenemediği için karanlık taraf onu kölesi yaptı. Burada Anakin'e kızmaktan çok, acıyabiliriz ancak. Belki tüm kötülükler için bu geçerlidir. Kötülük yapan insana acımamız gerekir belki de, çünkü kimbilir içindeki hangi pek insancıl duygunun esiri haline gelmiştir. Dolayısıyla, dehşet eylemlerinden sonra söylemeye alışık olduğumuz 'bunu yapan insan olamaz' önermesini, 'bunu yapan ancak ve ancak insan olabilir' ile değiştirmemiz yerinde olacaktır. Sonuç olarak, kötülüğü anlamak için işe korkuyu anlamakla başlamamız gerekecektir.

Böyle bir kişilik için kötülük haz veren bir davranış şeklini almıştır. Kötülük yapmanın haz vermediğini söyleyecek durumda değiliz. Kötü karakterlerin çizgi filmlerdeki hain kahkahalarını anımsayın. Kötü adam kahkahası bir klişedir, bu kahkahalar kötülüğün yapıldığı anda duyulan hazdan kaynaklanır. Yaralı ve kendini eksik gören benliklerde kötülük yapmanın verdiği haz büyük olacaktır. Yine böyle insanlar iktidarı arzulayacak, mutlak güce tapacaklar ve diğer insanları kontrol altına almak isteyecekledir. Kanımca, tarihin 'büyük' kişilikleri (Napolyon, Cengiz Han, Stalin, Hitler gibi..) benzer kişilik bozuklukları ve ruhsal problemlerle boğuşan, kendisi çok acı çeken ve bu yüzden de acı çektiren zavallı insancıklardır. Bu insanların içinde asla dolmak bilmeyecek 'bir büyük boşluk' vardı. Mesela Hitler için, eğer ressamlıkla başarılı olabilseydi tüm bunların hiçbiri yaşanmazdı derler. Çünkü kötülük haz verse de, hiçbir zaman kendini ve dünyayı olduğu gibi sevmenin yarattığı dinginlik hissinin yerini tutamayacaktır. Bu son cümle beni iyilikle ilgili bir söz söylemeye itiyor. Kanımca, mutlak iyilik ya da iyi insan diye bir şey de yoktur. Kendini tanıyan, kendi eylemleri üzerine düşünen ya da klişe tabirle kendiyle barışık insan vardır. İyilik de bu duygu durumunun bir sonucu olarak ortaya çıkar sadece. Her insanda iyi ve kötü eylemlerde bulunma kapasitesi olduğu gibi, yine her insanda iyi ve kötü arasında seçim yapma kapasitesi de vardır. İyi ve kötü eylemlerimiz içimizdeki karanlığı ya da aydınlığı toplumsal ortama çıkarmanın yollarıdır sadece. Tıpkı Hegel'in bu blogdaki "Kötülüğü Anlamak" yazısında vurgulanan sözlerinde olduğu gibi, insanda hem gündüz hem gece halleri birarada mevcuttur. Geceyi tanımaktan ve onunla yüzleşmekten korktuğumuz sürece içimizdeki karanlık boşluk büyüyecek, korkularımız artacak, öfkemiz ve nefretimiz günyüzüne çıkarak içimizdeki aydınlığın yerini almaya başlayacaktır. O yüzden tüm masal kahramanlarının yaptığı gibi, mutlu sona ulaşmak için önce karanlık ve ürpertici yerlerden geçmeliyiz. Ve bu son söylediğimiz, bireyler için geçerli olduğu gibi, toplumlar için de geçerlidir. Bireyler kendi içlerinde bir yolculuğa çıkarlarken, toplumlar da kendi geçmişlerindeki karanlık köşelerle yüzleşmek zorundadır.

Bu pek meşakatlı yolculuğu başarsak da, unutmayalım ki, gecesiz gündüz, gündüzsüz gece olamaz. Kötülüğün olmadığı bir dünyada iyiliğin adı bile konulamazdı. Kimbilir, belki de Hölderlin'in pek incelikli sözü "tüm erdemlerimizin başlangıcı kötülüktedir" bu gerçeği anlatmak istiyordur (1).. Bu yüzden, kötülüğü meşru kılmaya gerek kalmadan, onun insanın (kendimizin) olmazsa olmaz bir parçası olduğunu peşinen kabul etmemiz gerekiyor. Kötülüklerin olmadığı bir dünya değil, kötülüğünün farkında olan bir insanlık hayaliyle..

(1) Hölderlin, Şiir ve Tragedya Kuramı. 2012. Notos Kitap.

Salı

Hölderlin'in Fichte'ye Yanıtı: Yargı ve Varlık




Kant'ın bilen özne (Ben) ve bilinen şeyin ötesine, bir de hiçbir zaman öznenin bilemeyeceği bir Kendinde Şey kavramını koyması büyük felsefi sorunlar ortaya çıkarır. Hatta diyebiliriz ki, Alman İdealizmi'nin başlangıcını kışkırtan, öznenin bilemeyeceği bir transandantal kendinde şeyler dünyasının reddidir. Fichte'nin Kant'a yanıtı, kendinde şeyler dünyasının da, bütün fenomenolojik evreni -Fichte'nin deyimiyle- koyan Ben'in içine alınmasıdır. Kısacası, Ben ve Ben-olmayanı, yine Ben koyar ve belirler. Ama Fichte’nin Ben’in kendisiyle özdeşliği düşüncesinde bir kısırdöngü vardır: Ben’in kendi kendisiyle özdeşliği üzerine düşünseme (Reflexion) ancak Ben’in Ben’den ayrılmasıyla olanaklıdır.Yani hiçbir zaman mutlak bir Ben'e ulaşılamamaktadır, çünkü Benlik bilinci, her zaman benliğin üzerine düşünülmesi demek olduğundan, bu Ben, her zaman kendisinden ayrılıp kendisi üzerine düşünmek zorundadır. Hölderlin'e göre, bu bize bir ipucu verir: Ya eğer Ben'den ve benlik bilincinden önce, onun koşulu olan başka bir şey varsa?
Hölderlin bu sorunu, Yargı ve Varlık’ta kendine özgü yorumuyla ontolojik bir tartışmaya dönüştürür. Ne ahlak bilinci ne de kendinin farkında olma olarak özbilinç  (Ben’in kendisiyle olan özdeşliği) kendi temellerinden bilinemez ve kavranamaz. Benlik bilinci, bütün konularını ve nesnelerini dışarda bıraksa bile, bu kez kendi kendisiyle baş başadır. O halde bilincin kendisi bir karşılıklılık ilişkisidir. Bilincin her edimi bir tür yargıdır. Hölderlin’in Almanca’daki etimolojik benzetmesinin Türkçe’ye de uyarlayacağımız gibi, bu edim, verdiği yargıyla her zaman bir özne-nesne ayrımını yar-atmaktadır. Yargı, özne nesne ayrımının ilk edimidir. Bu nedenle salt düşünseme, bir felsefenin çıkış ilkesi olamaz, çünkü kökensel ilke, bizzat ayrımının  (özne-nesne) bir ilkesi olmalıdır. Bu kökensel ilkeye, özne ve nesnin düşünseme öncesi birliğine Hölderlin varlık der. Bütün düşünme edimlerinin, özne nesne ayrımının temeli olarak varlık, ancak nesnesiz bir deneyimleme tarzıyla, yani zihinsel sezgi aracılığıyla alımlanır. Ne kartezyen bir ikilik, ne transendental bir birlik ne de Ben’in kendisiyle mutlak özdeşliği olan varlık, ancak bilincin pratik ya da teorik konularında kendini mutlak olumsuz ilişki tarzında (olumlu-verili olmayan tarzda), dışavurur. Bu dışavurma aracılığıyla varlıkla kurulan ilişki yine her zaman olumsuzdur: Tıpkı yasa çiğnenmeden yasanın tanınamayacağı ve cezanın ortaya çıkmayacağı gibi, “Ben varım” diyebilmemin tüm koşulu, kendimi kendimden ayırmamla olanaklıdır. 
Aşağıda, Hölderlin'in Kant'a ve Fichte'ye karşı yazdığı, ama örneğin Schelling ve Hegel üzerinde büyük etkisi olduğu düşünülen metnin çevirisini bulabilirsiniz. 



Hölderlin: Yargı ve Varlık


Yargı- en geniş ve keskin anlamıyla, en derin biçimde zihinsel sezgide birleşen özne ve nesnenin kökten ayrılmasıdır. Özne ve nesne ilk olarak bu ayrımla olanaklı olur, ve bu kökensel ayrımdır.* Ayırma [theilung] kavramında, özne ile nesnenin karşılıklı ilişkisi ve parçaları olduğu bir bütünün zorunlu varsayımı çoktan bulunmaktadır. "Ben benim" sözü, teorik yargılama [Ur=theilung] olarak kökensel ayrım kavramı için en uygun örnektir, çünkü pratik yargılamada ben, kendini kendinin karşısına değil, ben-olmayanın karşısına koyar.
Gerçeklik ve olanaklılık, dolaylı ve dolaysız bilinç gibi ayrılmıştır. Bir nesneyi olanaklı olarak düşündüğümde, ancak kendisini gerçek kılan daha önceki bilinci tekrar etmiş olurum. Bizim için, gerçek olmayan düşünülür bir olanaklılık yoktur. Bu bakımdan, olanaklılık kavramı aklın nesneleriyle ilgili değildir, çünkü bu nesneler bilinçte hiçbir zaman olmaları gerektiği gibi bulunmazlar, aklın bu nesneleri yalnızca zorunluluk kavramı ile ilgilidir. Olanaklılık kavramı, anlağın [Verstand] nesneleriyle, algının ve sezginin nesnelerinin gerçekliğiyle ilgilidir.

Varlık- özne ve nesne arasındaki bağı dışa vurur.

Burada özne ve nesne, parça parça değil koşulsuz biçimde birbirine bağlıdır, yani ayırmak istenilen parçanın özüne zarar vermeden bir ayrım yapmak olanaklı değildir. Böyle bir koşulsuz varlıktan ancak zihinsel sezgide söz edilebilir.
Ancak bu varlık, özdeşlikle karıştırılmamalıdır. Ben benim, dediğimde, özne (ben) ve nesne (ben), ayırmak istenilen parçanın özüne zarar vermeden ayrılamayacak bir biçimde birleşmiş değildir; tersine, ben, yalnızca benin benden ayrılmasıyla olanaklıdır. Özbilinç olmadan nasıl Ben! diyebilirim? Peki özbilinç nasıl olanaklıdır? Kendimi kendimin karşısına koyarak, kendimi kendimden ayırarak -ama aynı zamanda bu ayrımı dikkate almadan- kendimi karşımda aynı şekilde tanıyarak olur. Ama hangi açıdan aynı şekilde? Bu soruyu soruyorum ve sormak zorundayım, çünkü ben, farklı bir açıdan kendisinin karşısına getirilmiştir. Bu bakımdan özdeşlik, özne ve nesnenin dolaysız bir birliği değildir, yani özdeşlik = mutlak varlık değildir. 



Blogcunun notu:
·    Kökensel ayrım: Ur=theilung. Hölderlin burada Urteilung (yargılama) sözcüğünü Ur (kökensel, kaynaksal) ve teilung (ayırma) sözcüklerine ayırıyor. Bu karşılaştırmanın  en azından kısmen Türkçe’ye de uyması (yarmak-yargılamak) dikkat çekici.