Cuma

Schiller ve Orwell'de domuzlar, köpekler ve koyunlar..

Malum, MS 21. yüzyılda Homo sapiens olmak kolay zanaat değil! Hele hele modernitenin kah çiçekli kah dikenli yollarından geçmiş olmanın getirdiği tarihsel yükü sırtlamışsanız ve artık özdüşünümsel (yani self-reflexive) bir bilinçle lanetlenmiş iseniz masum ve tasasız günlere geriye dönüş diye bir şey söz konusu olamaz. Ausschwitz’den sonra şiir yazılamazdı tabii ama, Hiroşima’dan sonra Nazım, ‘çocuklar ölmesin, şeker de yiyebilsinler!’ dediğinde unutmak istediğimiz gerçekle yüzyüze kalıp kendimizden utanmadık mı?


İnsanın halleri üzerine düşününce ister istemez geçmişe dönüp emsallar arıyoruz: Hangi insan davranışı insan olmayı en iyi temsil eder? İnsan özünde iyi mi kötü müdür? İnsan altruist bir varlık mıdır? İnsan, doğal dürtüleriyle toplumsal kuralların arasına sıkışmış zavallı bir primat mı, yoksa gezegenin başına gelmiş, doğadaki her nesne ve canlıyı sömüren en büyük bela mıdır? Bu insan denen yaratığın onurlu bir geleceği olabilir mi?

Modern insan böyle bir şey.

Biricik insan. İnsanı bir insan olarak değerlendirmek kolay değil. Ama bunu yapabilecek başka bir bilinçli varlık da henüz ortada yok. Her ne kadar onun hatalarını görsek, zayıflıklarını anlasak, bastırılmış güdülerini, medeniyet diye kendi elleriyle yarattığı kafesin içindeki çaresiz çırpınışına tanık olsak da insanla aramıza bir mesafe koymaya çalışıp onu olabildiğince nesnel bir şekilde (ne kadar mümkünse bu!) ahlaki olarak yargılamaya kalkmak o kadar kolay değil. Kendi türümüze karşı ne kadar acımasız olabiliriz ki? Hiç hayvanat bahçesinde sergilenen bir Homo sapiens gördünüz mü?


İnsan denen moral primatın geleceğine ilişkin sürüsüyle öngörü var tabii ki. Kimisi iyimser, kimisi de kötümser bir tablo çiziyor. Bu öngörüleri yapan düşünürler kendi içinde yaşadıkları tarihsel bağlamlar çerçevesinde geleceğe ilişkin projeksiyonlarda bulunuyorlar. İnsanın dünü ve bugününe bakarak geleceğini bilmeye çalışmak, bilimsel bir uğraş değil şüphesiz! Ama geleceği merak etmek, insanın vaktini öldürebileceği çeşitli boş uğraşlar arasında halen oldukça popüler. Tabii dizi izlemek yada twitter’da mesajlaşmak gibi daha ulvi erdemleri saymazsak!

Şimdi iki tane örneği ele alalım. İyimser öngörülerde bulunan Schiller’in An die Freude şiiriyle, kötümser bir tablo çizen Orwell’in Animal Farm romanını tarihsel bağlamlarında inceleyelim.

Schiller’in tüm insanlığın kardeşliğini müjdeleyen, doğa, insan ve Tanrı sevgisi dolu, coşkulu ‘An die Freude’ şiiri 1785 yılında Almanya’da kaleme alınmıştı. Schiller, tıpkı dostları Hegel ve Schelling gibi, Fransız Devrimi’nin Avrupa’ya saçtığı özgürlük, kardeşlik ve eşitlik ilkelerinden ziyadesiyle beslenmiş ve etkilenmişti. Schiller, devrimi uzaktan, henüz ulusal bütünlüğe ulaşamamış Almanya’dan gıptayla izlemiş, Fransa’daki bu umut verici düşünsel arkaplana sahip devrimsel halk hareketini insanlığın ulaştığı bir büyük başarı olarak görmüştü. Hep daha iyiye doğru yol alan insanlığın başına bundan sonra kötü ne gelebilirdi ki? Napolyon Fransası bu büyük düşünürler için, bilincin yada tinin tarih içindeki hareketi boyunca ‘yıldızının parladığı’ bir oluşumu temsil ediyordu. Devlet; eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ülkülerini hayata geçiren insanları mutluluğa ulaştıran, tarihin sonunu getiren bir güzel eserdi onlar için. Fransa’da giyotinin bıçağı kelleleri uçuruyor ve Napolyon mutlak iktidarı yavaş yavaş ele geçiriyor dursun; Alman romantikleri yanı başlarında vuku bulan devrimin göz kamaştırıcı ışığı karşısında toplumsal olayları, çalkantıları ve devrimin karanlık yüzünü görmüyorlardı. Bu durum karşısında, Beethoven’a, Schiller’in coşku ve umut dolu şiirini müziğe uyarlamak kalıyordu sadece. Ausschwitz ve Hiroşima’nın tarihsel belleğinde yer tuttuğu bugünün insanını bile hala derinden etkileyebildiği ve naif bir umutla ‘acaba olur mu?’ dedirttiği için bu güzel melodi ve şiirin kusursuz bileşimini bize armağan eden Beethoven’a sitem etmek tabii ki içimizden gelmiyor. Ne de olsa, içimizde hala tüm insanların kardeş olabileceği yada Schiller’in orijinal ifadesiyle ‘prenslerle dilencilerin kardeş olabileceği’ (‘Bettler werden Fürstenbrüder’) düşüncesini taşımaya ve ona gizli gizli inanmaya devam ediyoruz. Biricik insanı –ki biz de onlardan biriyiz- bu kadar acımasızca yargılamak ve karanlık bir gelecek çizmek içimizden gelmiyor işte! Kendimizi fazlasıyla seviyoruz! Narsizm ve unutmak biyolojik evrimin bize güzel armağanları! Kendimizi bu kadar sevmesek ve hoşumuza gitmeyeni unutmayı beceremesek Ausschwitz ve Hiroşima’dan sonra neslimizi devam ettirmek ister miydik?

Friedrich Schiller (1759-1805)

Prenslerle dilencilerin -bir uzak gelecekte bile olsa- kardeş olabileceğini bize gösteren ipuçları tarihte karşımıza çıkmış mıdır?

Napolyon'un hiç insanlığın kardeşliğini gerçekleştirmek gibi bir derdi olmuş muydu?
Adına tarih denilen, tüm insan edimlerini içinde barındıran zaman-mekan sahnesi tabii ki yalnızca savaşlardan, psikopat liderlerden, haksızlıklardan, katliamlardan, tecavüzlerden, nefret ve kinden oluşmuyor. Barışlar, halkını seven liderler, dayanışmalar, sevgi ve saygı da tarihte kendine yer bulmuştur. Elbette bulmuştur! Ne var ki, iyiliklerle kötülükleri terazinin kefesine koyunca, kötülükler daha mı ağır basıyor ne? Yoksa kötülükler belleğimizde daha fazla yer ediyor da, iyiliklere o kadar değer vermiyor muyuz? Onları görmezden mi geliyoruz? Bu dünya kimin sırtında dönüyor? Hiç tanımadığı birine yardım edenlerin mi yoksa zayıfları, güçsüzleri görünce sırtını dönenlerin, haksızlıkları görmezden gelenlerin mi? Moral varlık olarak tanımlanan ve diğer tüm canlılardan bu biricik özelliğiyle ayrılan Homo sapienscik. İster istemez moral değerler atfettiğimiz tarihte, iyi-kötünün ezeli-ebedi diyalektiğinde, kötünün muzaffer olacağını düşünenlerin sayısı hiç de az değil. İşin ilginci, bugünün içinden bu kara ütopyaları okuduğumuzda, bize daha olasılıklı gelen kardeşlik hayalleri değil de, karanlık gelecekler oluyor. Doğanın ve insanın apaçık olarak sömürüldüğü, köleleştirildiği ve tam da Pink Floydcu anlamda her bireyin arasına duvarlar örüldüğü şu post-war, post-ıvır zıvır zamanında yaşayan bizlerin geleceğe dair tahayyüllerimizden umut ışığı çıkmasını bekleyebilir miyiz? Umudu olanlar vardır elbet, HES’lere karşı kazanılan bir dava, bir gazetecinin cezaevinden salıverilmesi, bir işçinin sendikal hakları olması, bir köylünün kendi seçtiği ürünü ekip-biçmesi, bir deniz kaplumbağasının ölmeden denize ulaşması bizi umutlandırmıyor diyemeyiz. Peki bunların akıntıya karşı çekilen kürekler, rüzgara karşı atılan adımlar, bir tsunami gücündeki neo-liberal dalganın altından şans eseri canlı çıkanlar olduğunu görmemek mümkün mü?



İşte bu noktada karanlık ütopyalar bir anda kafamızda canlanıyor. Orwell’in 1984’ü, Fritz Lang’ın Metropolis’i (Tezuka’nın mükemmel anime versiyonunu da unutmayalım), Terry Gilliam’ın Brazil’i gibi.. Belirsiz bir geleceği değil de, bugünün karanlığını apaçık bir şekilde bize göstermeye çalışan romanlar arasında Orwell’in Animal Farm’ı üzerinde düşünülmeye değer.. Çok net bir biçimde Stalin Rusya’sını ve totaliter rejimlerin ortaya çıkış hikayesini anlatan bu kurguda Orwell bize sanki tam da içinde bulunduğumuz günü tarif ediyor. Hollywood sinemasının bizi alıştırdığı tarzda mutlu bir sona sahip olmayan Animal Farm hikayesindeki her karakteri biz zaten günlük yaşamımızdan tanıyoruz. Görüyoruz ki, Napolyon’un Fransa’sı, Stalin’in Rusya’sı yada Tayyip’in Türkiye’si hiç farketmez, güce ve iktidara koşulsuz şartsız boyun eğilen her yerde tarih kendini bozuk plak gibi tekrar etmeye devam edecek.        
George Orwell (1903-1950)

Animal Farm’da domuzlar, köpekler ve koyunlar var.. İşçi sınıfını temsilen bir at (Boxer), manipüle etmesi kolay cahil halkı temsilen koyunlar, devletin kolluk kuvvetlerini temsilen köpekler ve nihayet mutlak iktidarı elinde bulunduran domuzlar. Domuz Napolyon, Stalin’i yada tüm totaliter rejim liderlerini temsil ederken; onun fikirlerini yayan propoganda bakanı Squealer bugünkü dünyada ana akım medyayı temsil ediyor. Halkın iradesine, devrimin gücüne inanan, entelektüel Snowball ise Troçki. Old Major (Marx) devrimin gerekliliğini tüm çiftlikteki hayvanlara anlatır, onun söylediklerini herkes tam olarak anlamasa da yada dinlemese de tüm hayvanlar kendileri için iyi bir şey söylendiğini sezerler. Sonuçta hepsi çiftlik sahibinin onların etini, sütünü, yumurtasını sömürmesinden ve onları çok çalıştırmasından bıkmıştır. Hep birlikte yapılan devrim, onları çok mutlu eder. Hayatlarında ilk defa özgürce, kendi iradeleriyle istediklerini yapmaya başlarlar. İlk defa kendi kurallarını kendileri koyarlar, Snowball bu kuralları herkes ezberlesin diye çok didinir, domuzlar tamamen öğrenirler, tavuklar ve koyunlar ancak bir kısmını akıllarında tutarlar, bazı hayvanlar okuma-yazma bile bilmediği için bu kuralları hiçbir zaman tam olarak öğrenemezler. Bu yüzden Napolyon Snowball’ı çiftlikten kovduktan sonra, ne zaman Squealer duvarda yazılı bu kuralları değiştirse, diğer hayvanlar eskisinin ne olduğunu hatırlayamadıkları için yapılan değişikliğe itiraz edemezler. Mesela ilk kurallarda yazılı olan ‘hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldüremez’ kuralı bir anda ‘hiçbir hayvan başka bir hayvanı nedensiz yere öldüremez’ olur. Domuzların iktidarında gel zaman git zaman ironikliği ile ünlü şu kural ortaya çıkar: Tüm hayvanlar eşittir; ancak bazı hayvanlar daha eşittir! ("All animals are equal, but some animals are more equal than others".)


Orwell çok basit ve küçük adımlarla aslında devrimin nasıl totaliterliğe doğru dönüştürüldüğünü anlatmaya çalışır bize: İneklerin ‘artı ürün’ konumundaki sütü bir gece ansızın ortadan kaybolur. Bir bakmışız sütü sadece domuzlar içiyor. Hayvanlar buna bozulur, ama domuzların cevabı hazırdır, ‘biz devrimin beyniyiz, düşünen, planlayan biziz. Bizim daha çok yemeğe ihtiyacımız var, hepsi devrim için, hepsi sizin iyiliğiniz için’ derler. Diğer hayvanlar da bu bahaneye safça inanırlar. İşte eşitlik fikri yavaş yavaş bozulur, domuzlar kendilerine göre bir dünya oluşturmaya başlarlar. Öyle ki, Napolyon, kendine karşı çıkanın üzerine köpeklerini salar, eşitlik fikrine ve tüm hayvanların okuma-yazma öğrenmesine inanan Snowball çitflikten kovulur, tüm başarıları ihanet olarak gösterilir, tüm işgücünü sırtında taşıyan ve sürekli ‘daha çok çalışacağım’ şeklinde bir motto geliştiren at Boxer bile bir mezbahaya satılır, insanlarla ticaret yapmaya başlayan Napolyon tavuklardan o kadar çok yumurta üretmelerini ister ki, tavuklar devrimden önceki günleri hatırlamak için kendilerini çok zorlarlar. Hangisi acaba daha iyiydi? Bu acıklı öykünün sonunda çiftlik hayvanları bir de bakarlar ki; Domuz Napolyon ile ezeli düşmanları insanlar birbirinden ayrılamayacak kadar birbirlerine benzemişler. Yani devrim öncesine geri dönülmüş, hatta devrim öncesindeki günlerini arar olmuşlar..Koyunlar hep bir ağızdan şu şarkıyı söylemeye başlasalar yeridir:

What do you get for pretending the danger's not real.
Meek and obedient you follow the leader
Down well trodden corridors into the valley of steel.
What a surprise!
A look of terminal shock in your eyes.
Now things are really what they seem.
No, this is no bad dream.
(Pink Floyd, Animals, 1977)

Tüm bu ahval ve şerait içinde durumu okuyabilen tek hayvan eşek Benjamin’dir. Benjamin çiftlikteki herkesten daha çok yaşamıştır ve deneyimlerine dayanarak kötümser olmakta sonuna kadar haklıdır. Devrim öncesi ve sonrasının birbirinden pek de farklı olmadığını kavrar, domuzların iktidar hırsını görür ve der ki:

Hayat hep olduğu devam edecek –yani kötü bir şekilde. “Life will go on as it has always gone on – that is, badly.”

               

Bu sözler Orwell’in şahsi fikri olabilir. Nitekim 2. Dünya Savaşı sonrası kaleme aldığı 1984 onun geleceğe ilişkin fikirlerini açıkça göstermiyor mu? Orwell’in haksız çıktığını söylemek isterdik ama geldiğimiz noktada Orwell’in dünyasındaki karanlığın bizi sardığını, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ülkülerinin güvenlik, iktidar ve para ile yer değiştirdiğini anbean yaşamıyor muyuz?

İşte Orwell'in geleceğe dair ne kadar yanıldığını (!) gösteren bir kanıt. Barcelona'daki George Orwell Meydanı'ndaki kamera.

Başka bir dünyayı mümkün kılacak bir devrim fikrinden uzaklaşıp bireysel eylemlerle ‘sisteme karşı’ olduğumuzu söylüyor; ancak domuzların idaresine ve iradesine bir türlü nasıl karşı çıkacağımızı kestiremiyoruz. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz olmasa da, bizi ilk başta köle yapmış olan ölüm korkumuz hala bizi kontrol ediyor.

Domuzlar sadece Doğu’da değil, aynı zamanda Batı’da. Wikileaks olayı ve Julian Assange’ın başına gelenler Batı demokrasisinin sınırlarını bize apaçık gösterdi. Sömürüye dayalı neo-liberal ekonomik düzenin temelleri hedef alındığında, demokrasinin aslında bir gülünç fikir olarak alaya alındığı su yüzüne çıkıveriyor. Savaş endüstrisinin kanlı çarklarını hangi ‘barışçıl ve demokratik’ ülkelerin dişlilerinin döndürdüğünün, her zaman cahil ve unutkan olması tasarlanmış koyunlar topluluğu halk tarafından görülme tehlikesi ortaya çıkınca demokrasinin sınırları çizilmiş oluyor. İşte insanın yarattığı dünya gerçekleri alışveriş merkezlerinde, Hollywood filmlerinde, Nobel ödül törenlerinde falan değil, sınırları zorlayan böyle marjinal olaylarda karşımıza bir öcü gibi çıkıveriyor. Unutmayı seçebiliriz, yada domuzlar bize bunları unutturabilir, herşeyin bizim güvenliğimiz ve iyiliğimiz için olduğu söylenebilir, ama inancım -en azından- aramızdaki Benjamin’ler bunları unutmayacak. Benjaminler hayatın zaten hep böyle kötü olduğunu bize söyleyecek. Old Major ve Snowball gibileri tarihi değiştirebiliriz dese de, şu içinde yaşadığımız zaman ve mekanda Napolyonlar’ın hep kazanacağını söylemek gerçekten fütursuzca bir kötümserlik mi yoksa insansız bir güzel gelecek hayali için bize sunulan bir imkan mı? Lars von Trier'in son filmi Melancholia tam da bu yüzden bize büyük bir rahatlama getirmiyor mu? Hadi artık, bitsin, evren de rahatlasın biz de!!
          

Biricik insanın geleceğinde domuz, köpek, koyun, at ve eşek hallerinin hepsine bir rol düşecekmiş gibi gözüküyor. Ebedi-ezeli diyalektik içinde bir gezegen gelip de dünyayı yok edene dek küçük iktidar hırslarımız ve kana susamış açgözlülüğümüz ile insanı affedilebilir kılan sevgi, saygı ve dayanışma gibi duygular bize eşlik edecek. Olur da koyunlar azalırsa, Schiller'in rüyası için de bir imkan doğabilir belki!




ps: Omnis determinatio est negatio'ya bu yazıdaki bazı fikirlerin oluşmasına sağladığı katkılar için teşekkürler.

4 yorum:

  1. Ne guzel yazmissin Memo, kalemine saglik. Brazil her depresyonumda gelir benim.

    Son zamanlardaki cikar yolumu tekrarliyor "Once kendinden baslamak gerekiyor istedigin degisime" diyip, tezime geri donuyorum ;)

    YanıtlaSil
  2. Özgecim, bu Çiler'in yazısı, keşke onun kadar iyi yazabilsem ben de :)

    YanıtlaSil
  3. özgecim çok teşekkürler, memo'nun da hatırı sayılır bir payı var bu yazıda tabii..aklımıza estikçe karalayalım buraya bir şeyler..

    YanıtlaSil
  4. aa memocum ben burdaki tum yazilari begeniyle okuyorum, dun biraz enerjiktim de yorum da yazabildim ;) ama ciler pek guzel yazi, simdi de tebrik sana gelsin, hedefini bulsun :)

    YanıtlaSil