Pazartesi

Nane Şekeri ve Masumiyet

Kore'yi insanların en azından Gangnam Style ile tanıması güzel belki, ama bununla sınırlı kalırsa hem yazık olur hem de kültür endüstrisinin çarklarında hamsterlar gibi dönmekten kendimizi kurtaramamış oluruz. Kore'nin Türkiye'den çok farklı yanları var. Türkiye gibi farklı halklardan oluşmuş değil. Nüfusu çok homojen. Uzun yıllar Çin ve Japonya'nın esareti altında yaşamış. Ayrıca bizim gibi yalnızca ABD hegemonyası altında kalmamış, ülkenin yarısı kendini komünizme adamış. Sonunda bugünkü, etnik ve tarihsel-kültürel olarak birbirinden farklı olmasa da, yönetim biçimi birbirinden tamamen derecede farklı, biri kapitalizmin, diğer totalitarizmin (komünizm değil) uçlarında yaşayan iki ülke oluşmuş. Öbür yandan, Kore ve Türkiye'nin benzer çok yanı da var. Hayır, Türkiye'nin orada anlamsız biçimde savaşa girmesiyle oluşan bir benzerlik değil. Dünya Kupası'ndaki dostluk gösterisiyle oluşan bir şey de değil. Bir tür siyasi kader ortaklığı daha çok. Kore'nin 20. yüzyılda eski alfabeden yenisine geçişi; tam o dönemde yeni ve milli bir eğitim sistemine geçmesi (bugün hala dershaneleri, giriş sınavları, sınavların önünde dua eden velileriyle fena halde benzer bir eğitim süreci); muhafazakar ve erkek egemen ahlakı; militer yapısı (2 yıl zorunlu askerlik vs.); "stratejik" konumu nedeniyle sürekli "süper" güçlerin oyun bahçesi olarak kullanılması; özgürlükçü politik gruplar, gençlik hareketleri ve bunların kanlı bastırılışları; ve elbette darbeler. Özellikle 1979 ve 1980 yıllarında yaşananlar, neredeyse Türkiye'yle birebir aynı. Ve son durum: bir sürü tuhaf tv kanalı, garip yarışmalar, birbirinin kopyası pop şarkıları, medya tekelleri, müthiş bir kapitalist rekabet, öğrenciyken ne kadar muhalif de olsan sonrasında seni içine emen müthiş bir çark...
Ve bu çark yalnızca ekonomik değil. İnsana dair en özsel şeyler varsa onları öğüten bir çark ya da değirmen. Aile için cinsiyetçi ahlakıyla, eğitim sistemiyle, askerliğiyle, sert bürokratik yapısıyla, insanı ezen rekabetçi-eşitsiz ekonomik sistemiyle, yalnızca iç değil, başta ABD olmak üzere dış mekanizmalara olan bağımlılığıyla, kendi içinde ufak çarklar yaratarak, yavaş yavaş insanı yapmak istediği insan biçimine sokan bir çark mekanizması. 
Alttaki blog iletilerinde devletin kötülüğü dediğimiz şeye bir örnek işte bu: Devletin, sistemin kendi üyelerine uyguladığı, onları biçimlendirmeye yönelik bir kısırdöngü. Elbette bu bir sürü sosyolog ya da az-çok okuyan vatandaşın bildiği, dile getirdiği bir şey. Ama nasıl oluyor da bu döngüyü kıramıyoruz? Nasıl oluyor da, gözümüzün önünde büyüyen bir çocuk, yine kadın düşmanı, yine Kürt-Ermeni düşmanı, yine devletin, polisin bir sözcüsü ve hatta uygulayıcısı oluyor? Yıllardır göz ardı ettiğimiz bir şeyler olmalı. İşte bu noktada, insanın kendi ülkesini başka ülkelerle karşılaştırması (burada Kore örneğin), benzer süreçleri, döngüleri ve çarkları bulması çok yayarlı ve elbette bir o kadar hüzün verici oluyor. Bir yerlere bakmıyor muyuz da böyle sürüp gidiyor bu döngü? Örneğin her şey, bütün gücün aslında ABD'nin elinde olmasından, o ne derse o olduğundan ve bizlerin sadece piyon olmasından mı ileri geliyor? Rakel Dink'in hemen unutulan ve asıl sorgulanan saptaması, "bir çocuktan canavar yaratan sistem"den bir kaçış yok mu? 
Rakel Dink'in sözünde unutulan nokta, onun yalnızca buzdağının görünen yüzüne (örneğin Samast) değil, görünmeyenine, devletin kötülüğünü ve şiddetini (fiziksel, kültürel, dilsel vs.), farkında bile olmadan sürekli yeniden uygulayan, belki "bizlerin" de dahil olduğu çok büyük bir kesime işaret ettiğidir. Dürüst olup, kendimize şunu sormalıyız: Çarklara çomak sokmadan ve asıl, çarkları döndüren mekanizmaları durdurmadan, bir şeylerin değişeceğine inanıyor muyuz, yoksa yalnızca günün bir kısmında aktivistlik oynayarak sosyal-kültürel kapitalimize katkı mı sağlıyoruz? Aslında tam da böyle yaparak, yani sisteme zarar vermeyecek kadar sistem karşıtı olarak, çarkların dönmesine yardım mı ediyoruz? Böylece aslında, hep karşı tarafa, "kötülere" attığımız suçların aynısını biz işliyor olmuyor muyuz? Onların kaybettiğini söylediğimiz vicdan ve masumiyeti, bizlerin ne kadar kaybettiğini kendimize soruyor muyuz? Bu soruları irdelemek için, kaderi Türkiye'ye benzeyen Kore gibi ülkelere bakarak, çarkların işleyişine göz atmak ve en önemlisi, bu çarkların insanın içinde neyi öğütüp yok ettiğine, neyi besleyip büyüttüğüne bakmamız gerekiyor. Böyle bir şey için de, bazen analizler yerine, içimizde unutturulan, ama çarkların hiçbir zaman yok edemeyeceği duyguları uyandırmak gerekiyor. Bunun önemli tarafı, bu duyguların yalnızca "iyiler" değil, "kötüler"de de hiçbir zaman tamamen yok edilemeyeceği ve bunun bize yeni bir düşünme ve eylem alanı açabileceği.


Kore'ye geri dönelim. Analiz yerine bazen duygular dedik...1999 yapımı Nane Şekeri (Peppermint Candy/박하사탕 Yön: Lee Chang-Dong), arka planda Kore'nin yakın tarihini vererek, başkahramının nasıl çarkların içinde devletin kötülüğünün esiri olduğunu anlatıyor ve bu çarkları neden kıramadığımız konusunda önemli ipuçları veriyor. Yalnızca Kore değil, Türkiye'nin yakın tarihinin, bir "kötü adam"ın gözünden anlatıldığı bu film, çarkların mekanizmalarından yayılarak sokaklara, oradan evlerimizin kapısından içeri girerek hepimizi kaplayan sisin içinde kaybolan, postalların ezip parçaladığı ama süpürüp tamamen temizleyemediği nane şekerlerinin masumiyetini anlatıyor; çünkü masumiyet, filmdeki şarkıda dendiği gibi, hiç kimsenin bilmediği ya da hepimizin unuttuğu bir sır bilir.

http://blog.daum.net/_blog/BlogTypeView.do?blogid=0FqBa&articleno=2651&_bloghome_menu=recenttext#ajax_history_home

"Ne yapacağım şimdi, 
bir anda çekip gittin.
Ne yapacağım şimdi, 
beni arkada bıraktın.
Hiç kimsenin bilmediği bir sır mı biliyordun?
O kadar şefkatliydin ki, 
bana bunu nasıl yapabildin?
Gitmiş olmana inanamıyorum,
Hoşçakallara inanmam.
Ne yapacağım şimdi?"

Spoiler: http://www.youtube.com/watch?v=yNOT4VQr3zg&stopthedamnautoplay=FLONx81fns8JlYxOih-NOqHw&index=1&feature=plpp_video

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder