Cuma

Tarihin Diyalektik Hareketi Olarak Özgürlük ve Güvenlik

İnsanlık tarihini en başlarından bugüne kadar olan süreçleri içinde ele aldığımızda tarihin diyalektik hareketini sağlayan ve toplumsal değişimi hızlandıran şeyin özgürlük ve güvenlik çelişkisi olduğunu düşünüyorum. Yani bana sorarsanız kadın-erkek çatışmasının arkasında da, sınıf çatışmalarının arkasında da, devletler arasındaki çatışmaların arkasında da, hatta ve hatta kendi bireysel yaşam öykümüzün özünde de güvenlik ile özgürlük arasında yapılmış seçimler var.


Tarihin büyük hareketlerini şimdilik bir kenara koyalım. Herkes kendi hikayesine baksın. Hayatta özgürlüğü mü seçtiniz, güvenliği mi? Bu bir kişilik testi değil. Tarihi anlamamızı kolaylaştıracak bir araç. Şöyle söyliyim: Düzenli geliri olan bir işi mi seçtiniz? Yoksa riski olan girişimciliği veya işsizliği mi? Belli bir yaşta evlenip çocuk yapmayı mı seçtiniz? Yoksa eşsiz veya çok eşli kalmayı mı? Kazandığınız tüm parayı ev taksitlerine mi ayırdınız? Yoksa gezmeye mi? 30'lu yaşlarınıza kadar ailenizin size bakmasını mı beklediniz, yoksa evden koptunuz mu? Uzar gider bu sorular. Ama sanırım anlaşıldı. Bunların hepsi güvenlikle özgürlük arasında yapılan seçimlerdi. Özgürlük size bugünü en iyi şekilde yaşamanızı, güvenlik ise yarını garanti altına almayı öğütler. O zaman özgürlükten ödün vererek yaptığımız tüm seçimler, geleceğimize dair kafamızdaki endişelerin ne kadar ağır bastığıyla doğru orantılı. Şunu da hemen tespit etmem mümkün ki, modern toplumun bize dayattığı güvenlik seçeneğidir. Bizden hep ama hep güvenlikten yana tercih koymamız isteniyor. Güvenli yaşam daha az çaba, endişe, sıkıntı istiyor; güvenli yaşam "iş", "ev", "araba" ve "aile" gibi aslında muhafazakarlık içeren burjuva yaşam vaadiyle bir arada paketlenip önümüze konuyor. Bu bombardımanın önünde bir an olsun durup düşündüğümüzde anlıyoruz ki bu "güvenli yaşam" palavraları şeytanla yapılan anlaşma gibi; çünkü güvenli yaşam diye bize yutturulan gül bahçesinin karşılığında özgürlüğümüz talep ediliyor.


İlk toplumlara bakalım, göçebe avcı-toplayıcılar. Romantik bir tavırla değil, onları yüceltmeden ve de aşağılamadan bakalım. M. Sahlins, "The original affluent society" adlı makalesinde çok da güzel özetlemiş durumu. Bu adamlar ve kadınlar, toprağa bağlı değiller, bir eve bağlı değiller, durmadan çocuk yapmadıkları için nüfus hep belli bir sayıda, kamp yeri herkese açık, doğanın nimetleri de. Genellikle zamanlarını uyuyarak, dinlenerek, dedikodu yaparak, bir şeyleri onararak geçiyorlar. Bir kaç güne bir ava çıkıyorlar, av olursa güzel bir ziyafet çekiyorlar..Bol bol zamanları var, ayrıca açlıktan kıtlıktan da kıvranmıyorlar. Mekana bağlılık olmadığı için gerektiğinde yer değiştiriyorlar. Fazlaca eşyaları yok, en önemlisi hafif olabilmek. Hafif kalıyorlar, nesnelere bağlılık da yok o nedenle. Kavga ediyorlar, şiddet var, insan yaralama ve öldürme de var. Ancak bunlar genellikle son çareler. Ahlaksızlık ve aykırılık yapanlar toplumdan soyutlanıyor. Toplumun kurallarını uygulamak kolay, yaptırım büyük. Herkesin birbirini yüzyüze tanıdığı ve kanbağı olan böyle bir toplumda güvenlik ve özgürlüğün dengesi olabilecek en iyi düzeyde. Ne güvenlik için özgürlükten feragat ediliyor, ne de özgürlük için güvenlikten. Olabilecek en kötü şey pılını pırtını alıp yeni bir grup oluşturmak; bu da sizi kan bağıyla bağlı olduğunuz grubun konforundan/sağladığı güvenden mahrum bırakır. Ancak hepi topu bu. Tekrar özgür olarak güvende olabilirsiniz bir süre sonra, siz de kendi küçük toplumumunuzu kurana dek.. İşte bu nedenle, dünya üzerindeki özgün varsıl toplumlar avcı-toplayıcılar. Modernitenin kendini özgür, zengin veya ilerlemiş olarak tanımlaması tamamen bir yanılgı veya aldatmaca..

M. Sahlins'in muhteşem eseri. Her ölümlü okumalı.


İnsanların yerleşik yaşama geçişi bir büyük olay. "Ev" diye yılboyu kalıcı ve sabit bir mekan ortaya çıkıyor. Artık göçebe olunmadığı için, doğumlar artıyor. Kadın ve ev arasındaki zorunlu, hatta tarihsiz, gibi görünen bağıntı ortaya çıkıyor. Kadının cinsiyet rolleri nüfusun devamını ve artmasını sağlaması bakımından değerli oluyor. Yani bir kadının işlevi, ailenin işgücü kapasitesini artırabilme gücüne sahip birey olarak tanımlanmaya başlıyor. Bebeğin ve çocuğun ilk yıllarında "annelik" görevini üstlenen kadın, doğumlar artıkça daha da fazla ev ve çevresine bağlı (dolayısıyla ev ve çevresinde yapılacak işlerin yükümlülüğünü yüklenir) hale geliyor. Hem Üst Paleolitik Dönemin hem Neolitik Dönem'in şişman, gebe, koca memeli ve kalçalı kadın imgesinin ardında böyle bir cinsiyet algısı yatıyor olabilir. Aynı zamanda eril simgelerin de öneminin devam ettiğini görüyoruz. Kudretli, güçlü ve dominant iktidar sahibi erkek, fallik veya boğa sembolleri aracılığıyla kadın imgelerinin yanında kendine rahatlıkla yer buluyor.


Göçebeliğin bitmesiyle, en hafif toplum ülküsünün yerini, en ağır toplum ülküsü alıyor. Kim en çok, en kalıcı, en gösterişli, en değerli nesneleri üretecek ve biriktirecek? Artık iş çığrından çıkıyor, inşa edilmedik kutsal alan, anıtsal mezar kalmıyor, koca koca evler de..Obsidyenden ayna da yapabilirsin artık, bazalt taşından öğütme taşı da, pişmiş topraktan kaplar da..Özgürlük ve güvenlik dengesinde neler oluyor? Toprağa bağlılık, toprak ile soy arasında bir ilişki çıkmasına neden oluyor. En verimli topraklara veya önemli hammadde kaynağına kim sahip olacak? İlk önce kim geldiyse o tabii ki. Aynı yerde durmadan evler inşa ediyor ki insanlar, biz hep buradaydık diyebilsinler. Köyün çevresini duvarla örüyorlar, kimi zaman hendekler kazıyorlar, kuleler inşa ediyorlar. Herkes seferber olmuş, aman çoluk çocuk güvenli bir şekilde burada "oturalım" diye. Tarlaları var, hayvan sürüleri var, yerleştikleri toprağın altında ataları yatıyor/yaşıyor..Buradaki güvenlik faktörü, yiyeceğin üretiminde, hayvanın yerleşme içine alınmasında. Bu buğdaylar şu mevsimde hasat edilebilir düşüncesinde, veya şu hayvanlar baharda yavrulayacak bilincinde. Doğanın döngüselliğini denetim altına alacağım kibirinde..Sürekli yollarda olmak zorunda değilim, kıçımı serip tüm yıl burada inşa ettiğim kerpiç evde yaşayabilirim konforunda. Ailemi büyütebilir, daha fazla işgücüne sahip olabilirim, daha fazla tarla ekebilirim, daha fazla ürün alabilirim düşüncesinde..Bu da toprağın esiri olan (ama toprak kölesi, ya da serf anlamında değil) insan modeli. Yiyeceğinin güvenliği için ömründeki "boş" vakitleri seve seve veren insan modeli. Öyle ki, bu "konforu" gören göçebeler bir bir yerleşik yaşama geçiverdi, hemen tahılını, bakliyatını ekti; hayvanını güttü. "Evinin kadını" olan kadınlar için "ev işleri" o zamandan beri bitmiyor. "Evlenmek" ile "birini eş seçmek" ne zaman eşanlamlı oldu acaba? Güvenlik ve özgürlük dengesi belki de ilk olarak kadınlar için fena kaçtı. En temel toplumsal çatışmayı cinsiyetler arasında bulmamız tesadüf değil o halde!

Bu yeni üretim biçiminin ve sosyal örgütlenme modelinin yaygınlaşmasından sonra toplumlararası çatışmaların arttığı ve güvenlik fikrinin ağır basmaya başladığı görülebilir. Kullanılan kaynaklar belli, artan nüfus ortada.  Bunun yanında ilk salgın hastalıklar ortaya çıkıyor. Ya insanlar farklı bir biçimde örgütlenmeyi başaracaklar, ya da terk-i diyar edecekler..Her ikisi de oldu. Kan bağına dayanmayan yeni toplumsal örgütlenme biçimleri ortaya çıkarken, bir yandan da insanlar yeni coğrafyalara doğru yola çıktılar. Hatta bazıları teknelerine atlayıp adalara yerleşmeye gittiler, bir daha geri dönmemecesine...Onlar kendilerine eski alışık oldukları yaşamı bir daha kurmaya girişirken, geride kalanlar, bir lider öncülüğünde yeni bir hayat kurdular.


Zamanda biraz daha ilerleyelim. Nüfus artışı tarihte daha önceden görülmemiş yeni durumlar ortaya çıkardı. Hayvanların evcilleştirilmesi, insanların sürekli olarak bir arada yaşamaya başlaması, tarıma bağlı artan işler, beslenecek boğazların artması, az bulunan maden yataklarının denetimi, yeni silah tiplerinin üretimi vs. hepsi toplumlar arası çatışmaları artırdı.  Özellikle, önemli hammadde kaynaklarının (bakır, kalay, altın, gümüş, kalas gibi) kontrolü için birbiriyle didişen toplumlar tarihin hareketini sağlıyor. Toplumlararası çatışmaların arttığı, can ve mal güvenliğinin olmadığı bu dönemde, insanlar neyi seçti dersiniz? Tabii ki güvenliği! Güvende olmadığın bir dünyada özgür olmanın anlamı ne, öyle değil mi? Kendi tarihsel koşulları içinde göremeyecekleri tek şey, güvenlik karşılığında neyi takas ettikleriydi! Surların içinde, bir liderin çevresinde, insan gücünün bol olduğu ve saldırı karşısında herkesin silahlanabildiği güvenlik ortamı içinde yaşamak istemenin ne fenalığı olabilir? Fenalığı şurada: İnsan kendi zincirlerini bilerek ve isteyerek başkasının ellerine teslim etmiş oldu. Yani, zincirleri insana takanlar zorba liderler değil, tam tersi, kendi rızalarıyla kendini kendini zincirleyen kişilerdi. İnsanın en temel biyolojik dürtüsü olan can güvenliği arzusu, insana verili olan en değerli ve biricik yaşam enerjisini, yani özgürlüğünü alıyordu (Sanırım burada bir Hobbes göndermesi gerekli).


Geç Tunç Çağında (MÖ 1600-1200) Truva kenti. Sur içi ve sur dışı yaşam.

 

Bu takas ölümcül bir takastı, çünkü yalandı. Can ve mal güvenliği sağlayan lider, istediği takdirde, insanların güvenlik korkusunu sonuna kadar sömürebiliyor, onları bir askere veya köleye çevirebiliyordu. Sur içinde yaşamın konforu, daha doğuştan köle olmak anlamına geliyordu. Sanılmasın ki, köleler ve topraksız köylülerdi sadece acı çeken, efendinin trajedisi de hep devam ediyordu. Efendi kendini pahalı mücevherleri, kumaşları ve emrindeki ordusuyla, din adamlarıyla oyalıyordu. Tüm bunlara sahip olduğundan ötürü, o da hiç özgür değildi! Hatta, tam da bunlara sahip olduğu için, o kendi kölesinden ve çiftçisinden daha az özgürdü. Özgürlük, herkes için az bulunur değerli bir "hammaddeydi". Burjuva devriminden önce kıta Avrupa'sındaki feodal sistemi anlatan Marx, tam da bu sınıf çatışmasından, emek sömürüsünden bahsediyor, burjuva devriminin tarihsel önemini ve değerini bu çerçeveden bize sunuyor, benzer bir işçi devrimini de özgürleşmeye doğru giden yolda tarihin tininin zorunlu bir sonucu olacağı şeklinde yorumluyordu. Sınıf çatışmalarının sona ermesi ülküsünde "özgürleşme" tininin gerçekleşmesi zorunluluğu karşısında tarihin tam da bu patikayı takip etmesi olası gözüküyor.
 

Ama, peki ya güvenlik? Özgürleşmenin karşısında güvenliğin geri adım atacağını hiç öngörebiliyor muyuz? Hele de içinde yaşadığımız dünyada, hangimiz kendini daha özgür hissediyor? Değil göçebe avcı-toplayıcının özgürlük duygusunu, Neolitik Dönem'deki ilk çiftçinin veya Tunç Çağı'ndaki surlu yerleşmeye sığınan ailenin özgürlüğünü bile mumla arar durumdayız. En azından bu insanlar kendi evlerini inşa edebiliyor, ava çıkabiliyor, kendi yiyeceklerini üretebiliyor, kendi kıyafetlerini dokuyabiliyor ve sınırların ve termal kameraların olmadığı bir dünyada özgürce mekan değiştirebiliyordu.
 
Suriyeli sığınmacılar Macaristan sınırında.
Özgürlük ve güvenlik bu resmin neresinde? Kaynak: Guardian.
 
Modern dünyanın zavallı özneleri biz: Çok konforlu yaşamımızın hangi anlarında özgür, bağımsız ve endişesiz hissediyoruz? Bir kere canımızın güvenliğini tamamen devletin kolluk güçlerine teslim etmiş durumdayız. Yiyeceğimizi üretecek, kendimize ev inşa edebilecek, doğada ailemizle kalsak hayatta kalabilecek hiç bir bilgi ve deneyime sahip değiliz. Tüm bunları bizim yerimize başkaları yapıyor ki bu da güvenlik karşılığında takas ettiğimiz özgürlüğümüzün bir parçası. Peki ya sahip olduğumuz ve sürekli arttırmamız gereken mallarımızın güvenliği? Hani biriktirdiklerimiz, güvenli bir iş, huzurlu bir aile, dolgun bir banka hesabı, emeklilik primleri, çocuğun okul parası? Yani öngörülen basmakalıp bir gelecek. Tüm bunlara "sahip" olduğumuz anda bir sihirmişcesine vardan yok olan özgürlüğümüz? Tüm oyalanmalarımız, asık suratlılığımız, endişemiz, bitmeyen stresimiz ve insanın içine fenalık getiren "küçük bir sahil kasabasına yerleşme" hayallerimiz...


Antik Yunan medeniyeti dahil tüm görkemli ve varsıl medeniyetlerin temelinin kölelerin emeğinde aranması gerektiğini söyleyen Marksist eskiçağ tarihçisi Croix, bireyin özgürlüğünün "tüm insan krallığının çıkarları için" giderek yok olmasını Marx'tan alıntıladığı şu pasajla anlatır:
 
"In the development of the richness of human nature as an end in itself... at the first the development of the capacities of the human species takes place at the cost of the majority of human individuals and even classes...; the higher development of individuality is thus only achieved by a historical process during which individuals are sacrificed; for the interests of the species in the human kingdom, as in the animal and plant kingdoms, always assert themselves at the cost of the interests of individuals."
(Theories of Surplus Value II.118)
 
V. van Gogh, Patates yiyenler/Aardappeleters tablosu (1885).
Croix'un kitabına seçtiği kapak resmi. Kaynak: wikipedia.
 
Neden Žižek'e göre Edward Snowden bir modern zaman kahramanı daha iyi anlıyoruz şimdi! Snowden, bize güvenlik diye yutturulan şeyin aslında özgürlüğün/mahremiyetin ve en ironik haliyle güvenin kendi rızamızla nasıl devletlerin eline teslim edildiğini gösterdiği için bir kahraman. Tam da o nedenle o devletler için bir vatan haini! Devlet aygıtının meşruiyetini sarsabildiği için. (Makale şurada: http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/sep/03/snowden-manning-assange-new-heroes)
 

Sonuç olarak, anladım ki, insanlık tarihinde bir öncekinden daha karmaşık bir siyasi/ekonomik/sosyal örgütlenmeye giden her adım, özgürlüklerden daha fazla ödün vermek anlamına geliyor. Küreselleşmenin kendisi o nedenle özgürlüğümüzden geriye kalan kırıntıları da kurban etmemizi talep ediyor. Bize vaad edilen yine daha fazla güvenlik. Hiç gelmeyecek güzel bir gelecek için elimizdeki en değerli şeyden, yani özgürlükten ebediyen vazgeçmek..Tartışmanın bizi getirdiği nokta, sadece kapitalizm veya küreselleşme ağlaklanması değil. Aynı zamanda, insanın biyolojik dürtülerinin özgürleşme tininin tarihte gerçekleşmesine ne kadar izin vereceği sorusu. En başta gördüğümüz gibi, "can güvenliği" tehlikesi söz konusu olduğunda, özgürlük-güvenlik "dengesi", böyle bir denge varsa tabii, bozulmaya veya manipüle edilmeye çok müsayit. Tam da bugün olanlar gibi. İnsan zihninin en ilkel ama en güçlü dürtülerini kullanarak, insanlara bir düşman gösterip ("terörist", "bölücü", "vatan haini", "komünist" vs.) kişilerin tüm mahrem bilgilerini kendi rızalarıyla vermelerini sağlayabiliyorsunuz. Bana öyle geliyor ki, tarihte hiç olmadığı kadar güvenlik, özgürlük karşısında ağır basmış durumda. Hiç olmadığı kadar, özgürlüklerimizi kendi rızamızla veya bize danışılmadan "duman adamlara" teslim etmeye hazırız. Peki bunun bedelini çekmeye hazır mıyız?

5 yorum:

  1. Özgürlük-güvenlik arasında bir dengeye ihtiyaç yok. Güvenlikle özgürlük arasında bir karşılaşma-çelişki veya antagonizma yok. Tehdit edenin, bizzat güvenliğimi ortadan kaldırmaya gücü olanın dili bu: Eğer dediklerimi yapmazsan başın belada, bu kadar. Yani güvenlik özgürlüğe tercih edilmiyor, güvenlik ihtiyacımız bazıları tarafından sömürülüyor, özgürlüğümüz elimizden alınıyor. Bu sahte ikilemden kurtulmanın yolu, eşitsizliğin ortadan kaldırılmasından geçiyor. O yüzden, özgürlük için verilecek mücadele, aynı zamanda güvenlik için, eşitsizliğin ortadan kaldırılması için de verilecek mücadeledir.
    Not: yazıyı okumadım :)

    YanıtlaSil
  2. Eşitlik yerinde bir kavram bence de. Sistem, konformist bir eşitlik ütopyası sunuyor: ev, araba, plazma tv'in olacak, artık mutlu ve özgürsün. Hem zihinsel hem de ekonomik eşitliği baştan garanti eden bir tasavvur gerekiyor belki. Şahsen, "özgürlük çalışmaktır"cı olduğum için, eşitliğin hiçbir zaman özgürlüğe bir tehdit olmadığını düşünüyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Arbeit macht frei! Welche Arbeit dude? Darauf sollst du (sollt Ihr) ganz klar denken. Wenn dein Nachbar ein Auto kauft, wird man lachen. Das war mein Styl, und doch und schon warte ich auf Nachbarn die Auto kaufen werden oder kaufen lassen werden (welch ist doch schlimmer) Mit Plasma TV ist etwas anderes. Das Method laeuft ganz anders. Es ist über neo-Foucauldian freie Gefaengnisse. Bin ich Nazi? Seit zwei Generationen, ja. Seit meinem maternalischen Grossvater. Es ist eine komische Geschichte. Beide Nazi und Jude. Ich werde bald in meinem blog "oykunmekleilgili" darüber schreiben. aber siehst Du schon (seht Ihr doch) ich hab' keine Grenzen mehr. Ich hab' keine Farben mehr. Es bedeutet dass ich keine Freunde mehr habe, weil alle Farben hier und da sind.

      Sil
  3. Na ja! Ihr seid Mithabern. Ist es nicht so? Und sollen wir ein(en) Kreis herumschlümpeln??? Bitte remainieren sie wo Ihr seid. Ich weiss nicht wieviele Leute (Personen) seid Ihr? Aber Ihr seid entweder Frenemies (which is good) oder Freunde. Feinde sind komisch und lustig. Warum soll ich mich auf sie aergern?

    YanıtlaSil
  4. Um ein(en) Kreis herumschlümpeln, braucht man leider ads. Ist es nicht so. Aber ich bin der grosste Feind des Risikos.

    YanıtlaSil