Kant'ın bilen özne (Ben) ve bilinen şeyin ötesine, bir de hiçbir zaman öznenin bilemeyeceği bir Kendinde Şey kavramını koyması büyük felsefi sorunlar ortaya çıkarır. Hatta diyebiliriz ki, Alman İdealizmi'nin başlangıcını kışkırtan, öznenin bilemeyeceği bir transandantal kendinde şeyler dünyasının reddidir. Fichte'nin Kant'a yanıtı, kendinde şeyler dünyasının da, bütün fenomenolojik evreni -Fichte'nin deyimiyle- koyan Ben'in içine alınmasıdır. Kısacası, Ben ve Ben-olmayanı, yine Ben koyar ve belirler. Ama Fichte’nin Ben’in kendisiyle özdeşliği düşüncesinde bir kısırdöngü vardır:
Ben’in kendi kendisiyle özdeşliği üzerine düşünseme (Reflexion) ancak Ben’in
Ben’den ayrılmasıyla olanaklıdır.Yani hiçbir zaman mutlak bir Ben'e ulaşılamamaktadır, çünkü Benlik bilinci, her zaman benliğin üzerine düşünülmesi demek olduğundan, bu Ben, her zaman kendisinden ayrılıp kendisi üzerine düşünmek zorundadır. Hölderlin'e göre, bu bize bir ipucu verir: Ya eğer Ben'den ve benlik bilincinden önce, onun koşulu olan başka bir şey varsa?
Hölderlin bu sorunu,
Yargı ve Varlık’ta kendine özgü
yorumuyla ontolojik bir tartışmaya dönüştürür. Ne ahlak bilinci ne de kendinin
farkında olma olarak özbilinç (Ben’in
kendisiyle olan özdeşliği) kendi temellerinden bilinemez ve kavranamaz. Benlik
bilinci, bütün konularını ve nesnelerini dışarda bıraksa bile, bu kez kendi
kendisiyle baş başadır. O halde bilincin kendisi bir karşılıklılık ilişkisidir.
Bilincin her edimi bir tür yargıdır. Hölderlin’in Almanca’daki etimolojik
benzetmesinin Türkçe’ye de uyarlayacağımız gibi, bu edim, verdiği yargıyla her zaman bir özne-nesne ayrımını yar-atmaktadır. Yargı, özne
nesne ayrımının ilk edimidir. Bu
nedenle salt düşünseme, bir felsefenin çıkış ilkesi olamaz, çünkü kökensel
ilke, bizzat ayrımının (özne-nesne) bir
ilkesi olmalıdır. Bu kökensel ilkeye, özne ve nesnin düşünseme öncesi
birliğine Hölderlin varlık der. Bütün düşünme edimlerinin, özne nesne ayrımının
temeli olarak varlık, ancak nesnesiz bir deneyimleme tarzıyla, yani zihinsel
sezgi aracılığıyla alımlanır. Ne
kartezyen bir ikilik, ne transendental bir birlik ne de Ben’in kendisiyle
mutlak özdeşliği olan varlık, ancak bilincin pratik ya da teorik konularında
kendini mutlak olumsuz ilişki tarzında (olumlu-verili olmayan tarzda), dışavurur. Bu dışavurma aracılığıyla
varlıkla kurulan ilişki yine her zaman olumsuzdur: Tıpkı yasa çiğnenmeden
yasanın tanınamayacağı ve cezanın ortaya çıkmayacağı gibi, “Ben varım”
diyebilmemin tüm koşulu, kendimi kendimden ayırmamla olanaklıdır.
Aşağıda, Hölderlin'in Kant'a ve Fichte'ye karşı yazdığı, ama örneğin Schelling ve Hegel üzerinde büyük etkisi olduğu düşünülen metnin çevirisini bulabilirsiniz.
Hölderlin: Yargı ve Varlık
Yargı- en geniş ve keskin anlamıyla, en derin biçimde zihinsel sezgide
birleşen özne ve nesnenin kökten ayrılmasıdır. Özne ve nesne ilk olarak bu
ayrımla olanaklı olur, ve bu kökensel ayrımdır.* Ayırma [theilung] kavramında,
özne ile nesnenin karşılıklı ilişkisi ve parçaları olduğu bir bütünün zorunlu
varsayımı çoktan bulunmaktadır. "Ben benim" sözü, teorik
yargılama [Ur=theilung] olarak kökensel ayrım kavramı için en uygun örnektir,
çünkü pratik yargılamada ben, kendini kendinin karşısına değil, ben-olmayanın
karşısına koyar.
Gerçeklik ve olanaklılık, dolaylı ve dolaysız bilinç gibi
ayrılmıştır. Bir nesneyi olanaklı olarak düşündüğümde, ancak kendisini gerçek
kılan daha önceki bilinci tekrar etmiş olurum. Bizim için, gerçek olmayan
düşünülür bir olanaklılık yoktur. Bu bakımdan, olanaklılık kavramı aklın
nesneleriyle ilgili değildir, çünkü bu nesneler bilinçte hiçbir zaman olmaları gerektiği gibi
bulunmazlar, aklın bu nesneleri yalnızca zorunluluk kavramı ile ilgilidir. Olanaklılık kavramı,
anlağın [Verstand] nesneleriyle, algının ve sezginin nesnelerinin gerçekliğiyle
ilgilidir.
Varlık- özne ve nesne
arasındaki bağı dışa vurur.
Burada özne ve nesne,
parça parça değil koşulsuz biçimde birbirine bağlıdır, yani ayırmak istenilen
parçanın özüne zarar vermeden bir ayrım yapmak olanaklı değildir. Böyle bir koşulsuz
varlıktan ancak zihinsel sezgide söz edilebilir.
Ancak
bu varlık, özdeşlikle karıştırılmamalıdır. Ben benim, dediğimde, özne (ben) ve
nesne (ben), ayırmak istenilen parçanın özüne zarar vermeden ayrılamayacak bir
biçimde birleşmiş değildir; tersine, ben, yalnızca benin benden ayrılmasıyla
olanaklıdır. Özbilinç olmadan nasıl Ben! diyebilirim? Peki özbilinç nasıl
olanaklıdır? Kendimi kendimin karşısına koyarak, kendimi kendimden ayırarak
-ama aynı zamanda bu ayrımı dikkate almadan- kendimi karşımda aynı şekilde tanıyarak olur. Ama hangi açıdan
aynı şekilde? Bu soruyu soruyorum ve sormak zorundayım, çünkü ben, farklı bir
açıdan kendisinin karşısına getirilmiştir. Bu bakımdan özdeşlik, özne ve
nesnenin dolaysız bir birliği değildir, yani özdeşlik = mutlak varlık değildir.
Blogcunun notu:
· Kökensel ayrım: Ur=theilung. Hölderlin
burada Urteilung (yargılama) sözcüğünü Ur (kökensel, kaynaksal) ve teilung
(ayırma) sözcüklerine ayırıyor. Bu karşılaştırmanın en azından kısmen Türkçe’ye de uyması
(yarmak-yargılamak) dikkat
çekici.