Pazartesi

Parazit ve Platform: İki Film, Tek Adalet

*Spoiler Uyarısı*: Platform ve Parazit filmlerinden bahsedeceğim; olabildiğince senaryo ve sahnelerle ilgili spoiler vermekten kaçınsam da, ister istemez işlenen konular üzerine konuşacağım.*

Bu sene iki film beynimizi yaktı: Önce Parazit, sonra Platform. Bu iki filmi, birbirine kolayça geçen farklı renklerde iki lego parçası olarak görüyorum. Her iki öyküyü de teorik olarak saran "sis bulutu" aynı çünkü. Bu filmlerde anlatılanları Hegel ve Marx'a (hatta belki Lenin ve Trotsky'e) başvurmadan açıklamaya çalışmak manasız. O nedenle, bu düşünürlerin kavramlarıyla bu filmlerdeki dayanışma hallerini ve adaletin tesisi konusunu açımlamaya çalışalım. 

Önce Parazit. Film, bizi Seul'da yaşayan iki aileyle tanıştırıyor. Birinci ailemiz, Seul'da aslında ilk olarak sığınak olarak inşa edilmiş, fakat daha sonra, kentte ev bulmak zorlaştıkça normal ailelere kiralanmaya başlanmış "Banjiha" denilen, güneşin ve temiz havanın girmediği yeraltı evlerinden birinde "ikamet" ediyor. İkinci ailemiz ise Seul'un yüksek burjuva mahallelerinin olduğu tepenin yamacındaki mimari harikası bir villada yaşamını sürdürüyor. Bu iki ailenin aynı şehirde yaşadığına inanmak zor. Normalde hayatları hiç kesişmeyecek bu insanlar, kaderin garip bir cilvesi sayesinde tanışıyorlar. Film bundan sonra yavaş yavaş açılıyor ve kendimizi önce komik, sonra da trajik bir sınıf çatışmasının içinde buluyoruz.

Tıpkı Platform'da olduğu gibi, Parazit'te de çatışma aşağıdakiler ve yukarıdakiler arasındadır. 


Banjiha'da yaşayan "yoksul ama mutlu" ailemiz zengin aileyle olan temasında önce tamamen bilinçsiz, filmin sonunda ise bilince gelen önemli bir (d)evrim geçirir. Kanımca, filmin Marksist meta-kuramı tam da bu değişimin niteliğinde. Köküne kadar cahil, çocukca zevkleri ve basit mutlulukları olan bu aile, ötekiyle ötekinin mekanında karşılaşana kadar köleliği üzerine hiç düşünmemiştir. Filmde, bu karşılaşma kendisini tam bir köle-efendi ikiliği olarak göstermekte. Varlıksız varlıklarla, varlıklı varlıkların karşılaşmasının ürettiği bir diyalektiğin içinde buluruz kendimizi seyirci olarak. Bu diyalektiğin doğrudan yüzümüze çarptığı büyük kavram ise adalet. Adaleti tesis edecek olan ise -Hegel'e atıfla- tabii ki köledir! Film, bizi savaştaki tarafımızı seçmeye zorlar.

Aynı zamanda senarist olan yönetmenin (yani Bong Joon Ho'nun) adaletin tesisine doğru giden devrimci eylemde bize sunduğu metafor ise koku. Filmde, pis koku; zaten yoksul, cahil, basit ve aptal olan kölenin değersizliğini fiziki anlamda temsil eden çok güçlü bir simge olarak alttan alta hep işlenir. Ter, pislik, yağ, irin ve sidik karışımı bu koku köleye aittir ve burjuvayı müthiş derecede tiksindirmektedir. Ne kadar yıkanırsa yıkansın arka mahallelerden gelen modern kölenin üzerine yapışmış, çıkmayan kötü kokusu bir damga gibi ona eşlik eder. Böylece ahlaklı ve iyi burjuva sınıfı, aynı zamanda temizliği, iyi giyimi ve bakımı sayesinde de kölenin üstünde "doğal olarak" konumlanır.

Parazit'te, koku, lümpenlikten sınıf bilincine geçişi sağlayan kapının anahtarı olarak karşımıza çıkmakta. Aslında o bilinç gelişene kadar, yoksul ailemiz, sadece hayatta kalma savaşı veriyor, kendisi gibi yoksul başka bir aileyle acımasızca savaşıyordu. Köleler arasındaki bu çatışmada, kana, şiddete ve her türlü ahlaksızlığa yer vardır. Öyle ki, yönetmen, bu ahlaksız, lümpen köle güruhundan tiksinmemiz ve onları hor görmemiz için bize her türlü malzemeyi sağlamakta, film boyunca bizi burjuva ahlakımızla hesaplaşmaya girmeye zorlamaktadır.

Ancak "koku" çatışmayı çözen devrimi başlatmıştır. Her ne kadar bu devrim kurtuluşu getirmese de! Devrim, toplumsal olamamıştır; kişisel bir hesaplaşmada kendini görünür kılmıştır. Dolayısıyla, kölenin içinde biriken öfkeyle empati kurabilsek de, öfkenin dış dünyaya taştığı biricik "eylem"in sınıf kavgasına hiçbir katkısı yoktur. Eylem, sembolik olarak kalır. Şiddeti hor gören ve anlam veremeyen burjuva sınıfı için bu eylem sadece iğrenç ve barbarcadır. Bu nedenle, kendi trajedisini göremeden yaşamaya devam edecek bir efendi orada doğal olarak ona bahşedilmiş üstün varlığını gamsızca sürdürmeye devam edecektir.

Burjuvanın sahip olduğu bu ahlaki üstünlüğü, yoksul ailenin annesi zengin evin kadını hakkında konuşurken dile getirir:

"Bu kadar zengin olsam, ben de iyi olurum. Zenginsen iyi olmak çok kolay." 

Toplumsal dayanışmanın olmadığı ileri kapitalist bir "toplum" modeli içinde gerçek bir hayatta kalma mücadelesi veren ailenin günün sonundaki olağanüstü tespiti budur. Kapitalizmde sadece mallar ve mülkler değil, en kıymetli erdemler de yalnızca zenginlere tahsis edilmiştir. Sistem bunu otomatik olarak yaratır ve yeniden üretir. İyi olabilmek bir ayrıcalıktır; bir sınıf meselesidir. Yoksula bırakılan tek seçenek kötülük, tiksinçlik ve barbarlıktır. Burjuvanın kendi varlığını gerekçelendirebilmesi için zorunlu olan manevi zemin böylece yaratılmıştır.

Evet, tam bu noktada Platform'u hikayeye ekleyebiliriz. Platform, devrimin öncesine veya sonrasına değil, tam da devrim anına odaklanıyor. Filmde, adalete ve dayanışmaya hiç yer olmayan fantastik, ürkünç bir mekanla karşı karşıyayız. Yine de, bize ileri kapitalizmden aşina gelecek olan adalet yoksunluğunu ve eşitsizliği hatırlatan bir sürü gönderme var filmde. Varlığın "gurme yemekle", yokluğun ise "kanibalizmle" temsil edildiği; altta kalanın gerçek anlamda canının çıktığı, tam da Benjaminci anlamda "barbar bir medeniyet" tasarımına tanıklık ediyoruz.

The Platform (2019) - IMDb

Adaleti, bir sorun olarak tanımlayan ve dayanışmayı topluma yerleştirecek olan protoganistimiz açısından yüzleşmek zorunda kalacağı soru çok nettir:

Kanlı mı, kansız mı?

Parazit'in aksine, Platform'daki devrimci eylem kitleseldir. Tüm toplumu yukarıdan değişmeye zorlayan bir mekanizma üretilir. Önce ikna yoluyla, olmuyorsa şiddet ve zor kullanma yoluyla toplumsal dayanışma sağlanmaya çalışılır. Toplumsal dayanışmanın ortaya çıkışı ise sistemi ayakta tutan vicdansızlığa, bir vicdan kazandırma şeklinde olacaktır.

Hem Platform hem de Parazit'teki adalet arayışı ve ondan beslenen haklı öfke kendini fiziksel şiddetle açığa vurmaya mahkumdur. Bir toplumda, adalet, kendiliğinden doğmaz ve spontane olarak gerçekleşmez. Hayatta kalma şansları daha doğmadan ellerinden alınmış olan milyonlar, milyarlar için, kazananla aynı masaya oturmanın ve onunla müzakereler yürütmenin hiç bir manası yoktur. Kaldı ki, adaleti ve toplumsal etiği kuran zaten sistemin kazananlarıdır. Sistemi yürütenlerden kendiliğinden bir adalet beklemek ancak saflıktır, aptallıktır. Dolayısıyla, her toplumun adaleti, dayanışmayı ve eşitliği tesis edecek kararlı faillere ihtiyacı vardır.

Her iki filmin de kaçınılmaz olarak vardığı nokta, devrim için kanlı bir şiddetin meşru ve zorunlu olduğudur. İki filmin de en tartışmalı (neredeyse modernist) duruşu burada çıkıyor karşımıza. Bu acımasız ve barbar dünyada, adalet ve dayanışmaya inanan insanlar, onu gerçekleştirebilmek için en az sistem kadar acımasız ve barbar olabilmeyi başarabilmelidir. Eğri dünyada doğruluk olmayacağı gibi, ruhunu ve bedenini kirletmeden, kurtuluş da gelmeyecektir.

Tüm Don Kişot'ların karşısında dev yel değirmenleri gibi dikilen ikilem tam da budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder