Çarşamba

Büyük Bunalım: İnsan

Bir süredir tanık olunan vahşet ve barbarlık karşısında dumura uğramamak mümkün değil. Her gün facebook'a twitter'a düşen haberler ve görüntüler, bildik küçük dünyamızın temellerini sarsıyor. İnsanı derin bir çaresizliğe, bunalıma, "ne yaparsak yapalım boş" duygusuna götürüyor. İnsanın daha önce karşılaşmadığı ya da karşılaşmadığını sandığı bir durum bu; sosyal medyanın da etkisiyle, sanki insanlık ilk defa böyle bir dönem yaşıyormuş gibi geliyor kişiye. Dünyanın dört bir yanından her an korkunç haberler geliyor. Pakistan'da bir lunaparktaki çocukların kopmuş kol, bacak ve kafasını bir mouse tıkıyla görmenin yaratacağı etkiler öyle hemen anlaşılabilir değil. Eskiden onca savaş arasında insanlar nasıl sanat, felsefe yapmış diye sorarsak cevabı şu: O zamanlar internet mi vardı? Şimdi eğer "bu adamlar barbar" ya da "işte İslam bu" deyip işin içinden çıkmayacaksak ve bazı şeyleri anlamlandırmak durumundaysak, sanırım geçmişe dönüp bakmamız gerekecek. "İnsan hep böyle miydi," "ne oldu bize" sorularının yanıtı genelde geçmişte gizli ve yakın geçmişe bakınca denilebilir ki, "bu daha iyi günlerimiz." Çünkü birey bunalımda değil belki, bizzat insan büyük bir bunalım.

1930'lardaki korkunç ekonomik krize de deniyor Büyük Bunalım ya da Buhran. Almanya'da bir para banknotunda onlarca sıfırın olduğu, açlıktan insanların birbirini öldürdüğü, intiharların zirve yaptığı bir dönem. Hitler'in yükselişine ve İkinci Dünya Savaşı'na zemin hazırlayan, Birinci Dünya Savaşı'nın etkilerinin büyük bir rol oynadığı bir dönem. Geçenlerde okuduğum bir romanla (A God In Every Stone) daldım Büyük Bunalım'a ve öncesindeki savaşa. Sonra Birinci Dünya Savaşı'na dair hiç bilmediğim şeyler üzerine okudum biraz. İnsanlık tarihinin o zamana kadar görmediği kadar vahşi bir savaş. O zamana kadar bilinmeyen ağır silahların kullanıldığı, 40 milyon insanın öldüğü, milyonlarca insanın sakat kaldığı bir savaş. Örneğin Avrupa'nın göbeğinde, Belçika'nın Ypres bölgesinde yaşanan muharebeler akıllara durgunluk verici; kitlesel imha silahlarının ilk defa kullanıldığı muharebeler bunlar. Fransızlar ve İngilizler Almanlara karşı savaşırken, birden Alman uçakları beliriyor ve tonlarca klor gazını askerlerin üzerine atıyor. Boğazı, midesi kaynayarak ölen, patır patır düşen binlerce asker. (Sonra tabii aynısını İngilizler Almanlara yapıyor.) İkinci Dünya Savaşı'ndaki gaz odaları öyle birden çıkmıyor yani ortaya, Birinci Dünya Savaşı'nda da uluorta kullanılmış kitlesel imha silahları. 

                                       

Bu savaşın bir başka özelliği, adı üzerinde dünya savaşı olması. Sanki dünyadaki bütün topluluklar birden çıldırmış, içindeki canavarı meydana salmış. Ama bazı topluluklar zorla katılmış. Sömürgeciliğin çifte kötülüğü. Sömürdüğünle bırak bari, bir de kendi berbat savaşının askeri yapma. Çanakkale Savaşı'nda aborjinlerin olduğunu biliyordum ama mesela bu Ypres Muharebeleri'nde binlerce Hintli olduğunu bilmiyordum. Elin Hintlisi, sen kalk gel, Fransız-İngiliz ve Alman cephesi arasında klor gazından boğularak öl. Neden? Çünkü İngiliz sana savaştan sonra özgürlüğünü vaat etmiş. Önce senden özgürlüğünü almış, sonra kendi savaşında seni savaştırtmış, sonra da belki özgürlüğünü verecek. Ki vermiyor, savaştan sonra bağımsızlık isteyen binlerce Hintliyi Hindistan'da katlediyor. Sanırımş bu Birinci Dünya Savaşı, insanın ne olduğunu anlamamız açısından epey önemli bir savaş. Gerçi İkinci Dünya Savaşı'nda iyice ayyuka çıkacak insanlığın buhranı, ama bu savaşta insanlık tarihinin dehşeti ilk defa apaçık bir şekilde belgeleniyor. Yine de, savaşlar tarihinden oluşan insanlık tarihinin böyle olacağına dair uyarılar vardı galiba kadim zamanlarda. 

                                   

İnsanlığın katmanlarında biraz daha geriye gidelim: Kral Oedipus miti. Sophokles'in tragedyasından çok öncelere dayanan, kadim bir öyküdür Oedipus. Ağızdan ağza dolaşan her kadim öykü ve masal gibi, Kral Oedipus da insanlığa dair temel ipuçları barındırır. Ama Kral Oedipus'un olay örgüsü, diğer birçok öyküden ayrılır. (Joseph Campell'ın mit yapısı filan pek işlemez mesela Oedipus'ta, ama bu başka bir yazının konusu). Bu nedenle bu öykünün, insanlığın gidişatıyla ilgili genel bir uyarı olduğuna dair görüşler vardır (bkz. Goux). Üç temel uyarı söz konusudur: Eylemsizlik, araçsallık, öteki cinsiyetin reddi. Bu üç uyarının somutlaştığı olay, Oedipus'un Sfenks'le karşılaşmasıdır. Eylemsizlik: Oedipus, Sfenks'in bilmecesini herhangi bir fiziksel mücadeleye-savaşa girmeden çözer, oysa mitolojik öykülerde fiziksel mücadele önemlidir, çünkü tam bir yenilenme için, ruhun yanında bedenin de savaşması gerekir. Araçsallık: Oedipus, bilmeceyi herhangi bir yardım almadan, salt kendi aklına güvenerek çözer. Oysa öykülerde her zaman bir yardımcı olmalıdır (bir hayvan, ilahi-kutsal biri vs.), bu yardımcı insanın bilemeyeceği diyarların (bilinçdışı, doğa, göksellik vs.) olduğunu insana hatırlatır, ona sınırını gösterir. Ancak Oedipus, kendi aklını merkeze koyarak, ilerde her şeyi bu aklın aracı yapabileceğinin işaretini verir. Öteki cinsiyetin reddi: Oedipus, araçsal aklı temsil eden egosantrik erkek figürü olarak, Sfenks'in dişiliğinin reddidir. Oedipus figürü, erkeğin içindeki dişil unsurun reddidir (ve kadının içinde eril unsurun). Böylece insan kendini bütünleyen bir unsurunu kaybeder, yarım insan olur. Sfenks, bilmece çözüldükten sonra kendini uçurumdan aşağı bırakır. Yani aslında karanlık ve aydınlık, dünyevi ve uhrevi, bilinç ve bilinçdışı, insan ve doğa arasında bir uzlaşma olmamıştır. İnsan kendini merkeze koydukça, bütünlükten uzaklaşır. 

Bugün Oedipus çeşitli kılıklardadır. Afrika'da bir savaşın ortasında fotoğraf çeken beyaz gazetecinin ya da arkadaşlarıyla selfie çeken bir gencin gururudur. Meydanlarda haykıran bir politikacının öfkesi ya da dünyada olan bitenler karşısında kendini çaresiz hisseden bir orta sınıfın iç çekişi de olabilir. Herkes bir şekilde yorumlayabilir Kral Oedipus'taki uyarıları ve kendinde ya da başkasında görebilir Oedipus belirtilerini. Hepimizin gittikçe birbirimize benzemeye başladığı bir dünyada daha da kolay olmalı bu işaretleri görmek. Daha geçen yüzyıl yüz milyonlarca insan birbirini kesip biçmişken, bugünkü gösteri çağında vahşet de bir şova dönüşmüşken, üç-dört bin yıl önce yapılmış bazı uyarılara kulak kabartmakta fayda olabilir. İnsan hep böyle miydi, hep böyle mi kalacak? Kendi bunalımlarımızdan çıkıp, insanlığın buhranı üzerine düşünmek, belki de yalnızca düşünmeyip eylemde bulunmak gerek. 

1 yorum:

  1. saldırganlık gibi ilkel dürtülerimizin bitmesini bekleyemeyiz bence. aslanların artık antiloplara saldırmamasını beklemek gibi bir şey bu. Onu başka bir kanala yönlendirmek gerek belki. Freud-Einstein yazışması "Warum krieg?" bu hususta çok aydınlatıcı gelmiştir hep bana..

    YanıtlaSil