Perşembe

Doğaya Dönüş

Modern insanın sürekli teması "doğaya dönüş" yine yükselişte. Gün geçmiyor ki "bakın doğayla biriz, onun bir parçasıyız" gibi duygusal müzik eşlikli ikna çalışmaları yer almasın. Yalnızca bu bitmeyen çaba bile gösteriyor ki, doğayla bir filan değiliz, ya da en azından spiritüel anlamda değiliz. Doğayla bir olsak, sürekli kendi kendimizi böyle ikna etmeye çalışmak zorunda kalmazdık, basitçe doğayla bir olarak yaşardık. 
 
Belki ilk sorulması gereken şu: Doğadan kasıt inorganik mi yoksa organik doğa mı? Güneş sistemleri, galaksiler ve evrenden oluşan, şu ana kadar Dünya dışında canlıya rastlanmayan inorganik doğayla mı bir hissetmemiz gerekiyor, yoksa Dünya'daki ekosistemle, canlılık tarihiyle mi? 
Canlılık çok tuhaf bir şey. Sanki evrenin inorganik doğasına aykırı gibi, hatta sanki ona bir tür başkaldırı. Kendi varlığını, daha doğrusu türünü devam ettirebilmek için türün bireylerinin genlerini başka bireylere aktararak üremesi ve hem termodinamik yasası hem de gen çeşitliliğinin korunması için ölmesi gerekiyor. Bu amaçla içsel mekanizmalar geliştiren organik türler, bir anlamda inorganik doğaya karışmamak için "direnerek" hayatta kalmaya çalışıyor. Organizmanın içsel yapısı, böylece bir tür "dışsallık" yaratıyor. Hegel'in "yalnızca canlılar bir eksiklik hisseder" sözünü bu çerçevede anlamak gerekiyor. Organik doğa; üreyerek, ölerek, doğarak, genlerini yayarak kendi türünü devam ettirmek için geliştirdiği iç mekanizmalarla kendini inorganik doğadan ayırıyor ve zorunlu olarak bir "eksikliğe" sahip oluyor. Ancak yine Hegel'e göre özne olabilmenin koşulu bu eksiklik, çünkü inorganik doğaya karşı kendi varlığını devam ettirmek için, kendisini yapısal-organik bir birlik olarak kuruyor. Elbette organik yaşam sihirle değil, moleküler bir evrimle başladı; yani organik yaşamın temelinde de inorganik doğa var. Ancak organik çabayı birden inorganik doğaya indirgemek, bana üç küsür milyar yıldır kendi varlığını çok çeşitlendirerek devam ettirmeye çalışan organik yaşama haksızlık etmek gibi geliyor. O halde, "doğaya dönüyoruz" kampanyasının hedefi, inorganik doğaya dönüyoruz olamaz.

Peki organik doğaya şıp diye dönebilir miyiz? Burada insanın önündeki en büyük engel yine kendisi. Muhtemelen hayatta kalma stratejisi olarak geliştirdiği dil ve bilinç, insana organik yaşamın inorganik doğayla kurduğu duyarlılık, uyarılabilirlik ve yeniden üreme ilişkisinin üzerinde yeni bir dolaylı ilişki biçimi yaratıyor. Yine Hegel'e dönersek, "bilinç, ilişki kurduğu şey üzerinden kendisini ayırarak var olan bir şeydir." Bilincin özünde, ilişki kurduğu şeyden, nesnesinden kendisini ayırması yatar. Yani bilinçlilik, tıpkı organik yaşamın kendisini inorganik doğadan ayırması gibi, kendisini organik yaşamın dolaysız ilişkiselliğinden ayırarak işleyen bir mekanizmadır.
 
İnsan bilinci iki ucu keskin bir bıçak. Bilincin varlığı insanı hem doğadan ayırıyor hem de bu ayrımdan rahatsız olup tekrar onunla bir olmayı arzuluyor. İnsan bir yandan kaçınılmaz olarak doğaya ait olduğunu biliyor, çünkü türün devamı için zorunlu olan bireyin doğumu ve ölümü, her canlıda olduğu gibi, insan türü için de geçerli. Ancak kendi benliğinin farkında olan bilinç için ölüm, öyle doğal olarak kabul edilecek bir olgu olmaktan çıkıyor, çünkü ölüm ve sonluluk üzerine düşünebiliyor. Kısacası bilincin yaşamı, bizzat bir ayrıma, kendini var eden koşulların üzerinde düşünebilmesine dayanıyor. 
 
İnsan nasıl oldu da böyle bir bilinç geliştirdi sorusu, en temel sorularından biri. Beynin ön lobunun gelişmesinden, dilin gelişimine, bu soruya insanın evrim tarihinden pek çok farklı yanıt var. Paleolitik Çağ’ın birikimlerinin Buzul Çağı’nın sona erişiyle açığa çıkması da dahil, muhtemelen pek çok farklı iç ve dış etkenin bir araya gelişinin oluşturduğu bir olay bilinç. Ancak bilinçle ilgili teoriler arasında bana önemli gelen bir tanesi nedense bugün demode olmuş durumda. 
 
Marx'ın bilincin evrimiyle ilgili söyledikleri, insan ve doğa ilişkisine, modern insanın bitmeyen "doğayla bir olma" çabasının kökenine bence ışık tutuyor. Marx’a göre, bilinç insanın maddi etkinliği olarak üretim süreciyle oluşur. İnsan, en temel ihtiyaçlarını karşılamak için doğanın materyallerini kullanarak yeni araçlar üretir ve bu ürettikleriyle en doğal ihtiyaçlarını karşılamaya başlar. Bu doğal-temel ihtiyaçlarını karşıladıkça yeni ihtiyaçlar meydana gelir ve onları karşılamak için de yeni araçlar üretir. Maddi etkinliğinin sonuçları olan ürünlerinde insan, yaşamsal etkinliğini dışsallaşmış olarak görür. Tıpkı organik yaşamın kendi iç mekanizmalarını oluşturarak bir dışsallık yaratmasına benzeyen bu dışsallaştırma sürecinde, kendi üretiminin sonuçları, emeği, insana kendi zihinsel sürecinden bağımsız bir şey gibi görünür. İhtiyaçlar ve ona karşılık olarak üretilen ürünler çeşitlendikçe, doğal ihtiyaçlardan, toplumsal ve ruhsal ihtiyaçlar geliştikçe, doğa ve bilinç arasındaki ayrışma da artar. Çünkü karmaşıklaşan üretim sürecinde birey, gittikçe bu süreçten koparak, kendi bilincini doğal süreçten bağımsız bir olay olarak görmeye başlar. Bilinç, ne kadar kendi başına var olan bir olay olarak görülürse, içsel dünya dediğimiz şey de o kadar dipsizleşir. Bana kalırsa, spiritüel bir arayış olarak "doğaya dönüş" arzusunda ya da "doğayla aslında biriz" sloganında, maddi etkinliklerden, üretim ilişkilerinden kopmuş bir benlik bilincinin narsistik bir kendini gerçekleştirme, kendi bilincini bu arayışa sokan temel toplumsal arızaları göz önünde bulundurmadan bir tür "paçayı kurtarma" hissiyatı bulunuyor.
 
Muhtemelen yaşam koçluğu seminerlerinde sıkça anlatılan şöyle bir hikâye vardır: Bir gün yaşlı bir usta, öğrencisine bir bardağın içinde tuzlu su verir ve içmesini söyler. Öğrenci içtikten sonra tadının nasıl olduğunu sorar. “Acı,” der öğrencisi. Sonra aynı miktar tuzu göle döker usta ve gölden bir yudum almasını söyler. “Tadı nasıl?” diye sorar. “Tatlı,” der öğrencisi. “Peki tuzun tadını aldın mı?” diye sorar usta. Öğrencisi “Hayır,” diye yanıtladıktan sonra şöyle açıklar usta: “Yaşamın acısı tuz gibidir. Ama duyacağın acı, onu hangi kaba koyduğuna bağlıdır. Acı hissettiğinde tek yapacağın, her şeye dair duyarlılığını genişletmektir. Bardak değil, göl ol.” 
 
Bu öykünün, bireyi iş ve aşk dünyasında daha "başarılı" yapacak narsistik bir paçayı kurtarma tavsiyesi olarak mı yoksa bireysel arayışların toplumsal yaşamın kolektifliği ve arızalarıyla kopmaz bir ilişkide olduğuna ilişkin bir tavsiye olarak mı okunduğu, insanın doğaya dönüş kavramından ne anladığıyla da ilgili sanırım. Elbette doğaya dönüş kavramında, insanın bugün iyice ayyuka çıkan kendini ve doğayı tahrip etme becerisine karşı bir uyarı da var. Ancak inorganikten organiğe, oradan da insan bilincine geçen milyarlarca yıllık ayrışma ve birleşme süreçlerine birden dahil olma arzusu yerine, şu son yüzyıllarda kendi kendimizi ne hale getirdiğimize bakıp, birbirimizin acılarına neden tuz bastığımızı da sorgulamamız gerek.

2 yorum:

  1. çok güzel bir uyarı. Biraz da burjuva konformizminden dem vurabiliriz bence. Doğaya dönüş vıdı vıdısını en çok burjuva sınıfında görürsün. Sevgili Hegel'in efendilerinin tanınma ihtiyacı bir yerde. Kölenin böyle bir derdi yok, yani işçi sınıfının. Burjuvanın gezegen üzerindeki destructive gücünü görmüş olması, bence onu korkutmadan ve ürkütmeden önce, tatmin ediyor. Bu tatmini yaşadıktan sonra "doğaya dönmek" istiyor. Ama burjuva alışkanlıklarını bir kenara kaç kişi koyabiliyor? Doğaya dönüşü de kendine kaçış olarak görüyorlarsa vay halimize..Büyük bir ikiyüzlülük, ama geleceğe dair bir imkan sunuyor olmalı bize (umarım sunuyordur). En azından doğaya tahakküm sürecini kapatıp dışsallığa dair yeni bir kavrayışla yola devam edebiliriz..bilemiyorum..

    YanıtlaSil
  2. Abi çok iyi. Otomatik metin diil bunlar di mi? Çok Walter Benjamin automaton. Tabii ki zoofili çok büyük bir ikiyüzlülüktür hem vegan hem vejetaryen için. Benim Atreus rejimine dönüp oradan yeniden vejetaryen olamayışım çok büyük ikiyüzlülüktür. Ne yazık ki işçi sınıfı bir ikiyüzlülüktür bu. İşçi sınıfı et üzerinden çok ama çok kötü kazıklanmıştır. Et pahalıdır ama sunulan etin reel değeri spekülatif değerinin çok altındadır. Et büyük ölçüde inorganiktir. Zaten aslında danayı yemiyoruz, denebilir. Ama niye üzülelim de denilmemeli çünkü dana mevcut olmak durumundadır. Sıfır dana da veremezler. Peki ya işçinin hayatta kalabilmek için et yemek zorunda olduğu mythos'u? Kapitalizmin mistifikasyonu değil midir? Ama bu noktada karşımıza kahraman gibi çıkan vegan ne yazık ki oldukça üst sınıftır ve eninde sonunda kendini göstermek zorunda kalacaktır.İşçi sınıfı vegan'ı yutmayacaktır. ama vegan bu noktada hiç beklenmedik biçimde politize olabilir ki bu devrimcidir. Ve bir bireyin politize olması değildir söz konusu olan, bir kadro çalışmasıdır. Bu kadro çalışmasında vegan olmayanlar da fail olmuştur. Devrimcilik budur. Devrimcilik böyle bir şeydir. Ve saygı duyulmalıdır. Ayamayanlara bakarak devrimci ruh sivriltilmelidir. Oksimoronlar hayata geçirilmeli ve karşı duruş sergilenen taraf sürekli şaşırtılmalıdır. zaten olan da budur.

    YanıtlaSil