Pazartesi

İhvân-ı Safâ’nın Düşündürdüğü




Yakın bir arkadaşım, kendisini ziyaret ettiğim bir gün, mutlaka okumamı söyleyip elime “İhvân-ı Safâ Risaleleri, Cilt 1”. Kitabın adından ürkerek yavaşça çevirdim sayfaları. Ayrıntı Yayınları'nın enfes bir baskıyla yayımladığı kitap, daha Gezegenlerin Hareketlerinin Ud Nağmeleri Gibi Nağmeleri, Yıldızların Nağmelerinin Hakikati, Ahlakın Islahı ve Nefsin Terbiyesinde Sayısal ve Geometrik Oran, İnsanın Düalist Yapısı gibi başlıklarıyla aldı beni içine. Sonra okumaya başladım, şu ana kadar çıkan ilk üç cildi. Bundan sonra çıkacak 49. cildi de sabırsızlıkla beklediğim “İhvân-ı Safâ Risaleleri” 52 ciltten ya da risaleden oluşuyor. Bu risalelerin yazarları, İhvân-ı Safâ (dizi editörü Burhan Sönmez’in ifadesiyle Arınmış Kardeşler) adında, 10. yüzyılda Basra'da yaşamış bir topluluk. 10. yüzyıl Ortadoğu'su, düşüncenin çiçek açtığı bir coğrafya Meşhur Bağdat Kütüphanesi henüz yok edilmemiş. Yunancadan çevirilerin yapıldığı, İslam felsefesinde farklı görüşlerin filizlendiği ve bunların özgürce tartışıldığı, üretilen metinlerin Endülüs'e gidip orada Latinceye çevrilerek Kıta Avrupa'sına yayıldığı ve Hıristiyan düşüncesini etkilediği bir dönem. 
İhvân-ı Safâ’nın risaleleri, o dönemdeki düşünsel özgürlüğü ve karşıt fikirlere açıklığı yansıtmasının dışında, sanattan doğaya, dinden felsefeye, bilimden metafiziğe, insan anatomisinden gök cisimlerine, bitki ve hayvan türlerinden madenlere ve taşlara, bütünsel ve evrensel bir bilgi arayışını temsil edişiyle ansiklopedik bir dev yapıt. Yalnızca İslam felsefesini değil, antik Yunan, Hint ve Pers kültürlerini de araştırıp yorumlayan risaleler, insanı evrenselleştirmesi ve evreni insanlaştırarak öznelleştirmesi hümanizm izleri taşıyor. Ancak aklı insanmerkezciliğe indirgeyen ve doğayı insan aklının hizmetinde gören dogmatik yorumlanışının tersine, İhvân-ı Safâ’nın hümanizmi, insanı doğanın efendisi olarak görmüyor. Örneğin, Kelile ve Dimne’yi andıran Hayvanın İnsanın Yaptığı Zulümden Şikâyeti bölümünde konuşan hayvanlar, insanların kendilerini araç olarak görmesini, kendilerine yapılan eziyetleri anlatır. Ya da enfes bir anlatıma sahip bir başka bölüm Madenler Üzerine’de, çeşitli taşların ve madenlerin oluşumu, içinde insanlığın da dahil olduğu doğanın hala sürmekte olan oluşum sürecine bir tanıklık olarak betimlenir. Risalelerden anlaşıldığı üzere, İhvân -ı Safâ’ya göre şeriat ya da Tanrı’nın hükmünün cisimleşmesi, insanların toplumsal yaşamını kısıtlayan bir dogmalar bütünü değil, insanın, evrenin ve doğanın oluşum sürecini, tüm bilgi ve becerilerini (bilim, sanat, felsefe, teoloji vs.) kullanarak anlama çabasıyla Tanrı’ya yaklaşması, böylece Tanrı’nın da insana yaklaşmasıdır.
İhvân-ı Safâ’nın insanı bir anda içine alan bir başka yönü de dili. Çevirmenlerin titiz çalışmasının açığa çıkardığı, buyurucu olmayan, okuyucuyla sohbet eden bu yumuşak ve şiirsel dil, İhvân-ı Safâ’nın mezhepler, sanatlar, bilimler ve düşünceler arası bir diyalog kurma çabasını da gösteriyor. Risalelerin bu dili, günümüzde unutulmaya yüz tutmuş bir diyalogun da olanağını gözler önüne seriyor sanki. Bir zamanlar filizlenmiş, sonraysa yalnızca “dış güçler”den kaynaklanmayan, ta Nizam-ül Mülk döneminde eğitimin tek merkezci bir otoriterleşme ve tek tipleştirilme sürecine kadar giden nedenlerden kurumaya yüz tutmuş düşünce tarlalarının tohumlarına rastlanıyor bu risalelerde. Öbür yandan, İhvân -ı Safâ Risaleleri gibi yapıtların çevrilmesi ve üzerinde çalışılması, genel olarak da İslam düşüncesindeki geçmiş tartışmaların yeniden felsefenin konusu haline getirilmesi, tohumların yeniden filizlenmesi için önemli. Bu bakımdan İhvân -ı Safâ’yı okurken günümüzü düşünmemek, bugün sürekli inançlar ve iktidarlar adına kan dökülürken bunun nasıl sona erdirilip silah tutan değil düşünen insanların yetişeceğine kafa yormamak mümkün değil. Böyle bir amaç çerçevesinde, ne bir ateistin İslam ne de bir Müslüman’ın din dışı felsefi konular çalışması garipsenmeli bugün. Bu, altı pek de dolu olmayan tolerans ya da hoşgörü çerçevesinde bir yakınlaşmadan çok, artık neredeyse tamamen birbirini dışlayan dünyaların gelecekte nasıl bir arada yaşayabileceğini düşünebilmek, hayal edebilmek için önemli.
Uzun zamandır bitmeyen şiddete ilişkin, Batı’da da Hıristiyanların yüzlerce yıl mezhep savaşları yüzünden birbirini öldürdüğünü hatırlatan argümanlar var. Ama Hegel’in, Avrupa’nın geçmişine bakarak söylediği “tarih kanlı bir mezbahadır” sözünü yeniden doğrulamaya gerek var mı? Müslüman toplumlar, tarihte bir solucan deliği açarak, sosyal eşitlik ve özgürlük temelinde farklı bireylerin ve toplulukların bir arada yaşayabileceği bir gelecek yaratamaz mı? Bu sorunun yanıtına, İslam’ın ne olduğu ve olmadığıyla ilgili tartışarak başlamak gerekiyor belki. Nasıl oluyor da hak, adalet ve eşitlik vurgusunun en çok yapıldığı bir din, günümüzde kapitalizme bu kadar sıkı eklemlenebiliyor? Nasıl oluyor da bir İslam Devleti kurma peşindeki insanlar, bu amaç uğruna masum insanları öldürmeyi tam da bu amaç temelinden meşrulaştırabiliyor? (Batı’da örneğin artık en azından “nükleer silah” gibi bahaneler bulunuyor.) Eğer evreni ve içindeki bütün ilişkileri yaratan Tanrı, insana şahdamarından daha yakınsa, gerçekten kendi adına kurulacak bir devlet ya da otoriter bir rejimin muhafazası için bu kadar kurban verdirtir mi? Bu kadar şiddet, hoşgörüsüzlük, adaletsizlik ve çıkarcılık Tanrı’yı hoşnut eder mi?
Bu son “naif” soru üzerinden İhvân -ı Safâ’ya dönmek istiyorum. Henüz iki buçuk cildini okuyabilsem de İhvan-ı Safâ’da, sürekli olarak çevresiyle, evrendeki konumuyla ve Tanrı’yla olan ilişkisini irdeleyen, neyi doğru yapıp yapmadığını tartan, ne kadar geliştirirse geliştirsin kendini hep eksik olarak gören ve bunun için tüm bilimlere ve farklı görüşlere kendisini açan bir insan tasviriyle karşılaştım. Benim için belki de bundan da önemlisi, İhvân-ı Safâ’daki insanın, kendisini ve dünyadaki başka insanlarla, hayvanlarla, bitkilerle, eşyalarla olan ilişkisini, devam etmekte olan evrensel bir oluşum sürecinin bir parçası olarak görmesiydi. Bu bakımdan insan, İhvân-ı Safâ’da, kendisi için yaratılmış, olmuş bitmiş bir evrenin ya da doğanın efendisi değil, en önemli yetisi olan akıl ve kavrama kabiliyetiyle, kendisinin de içinde olduğu bir oluşum sürecini, tüm yönleriyle anlamaya ve hem kendi türüyle hem de doğayla uyum içinde yaşamaya çalışması gereken bir özne olarak beliriyor. İhvân-ı Safâ ve sembolik olarak Bağdat Kütüphanesi’nin yok edilmesiyle kapanan ve hala tam anlamıyla irdelenmeyen konu, bana kalırsa, bu gelişim sürecinin bir parçası olarak insan öznesiyle, bizzat gelişim sürecinin öznesi olan Tanrı arasındaki ilişki. Belki de bu ilişki üzerine özgürce düşünülmemesi sonucu, ironik bir şekilde bu ilişki koptu ve her bir mezhebin kendini Tanrı’nın mutlak temsilcisi olarak görmesinin, kendinden olmayana bir araç ya da eşya olarak yaklaşmasının, böylece yaptıklarını ahlaki bir düzleme yerleştirmeye gerek görmeden meşrulaştırabilmesinin yolu açıldı. Elbette tarihteki din ve mezhep savaşlarının altında maddi-ekonomik nedenler de vardı, ancak gerekçeler, mazeretler çoğunlukla insan ve din, insan ve Tanrı ilişkisinin tek boyutlu yorumlanışına dayanıyordu.
Bu bitmeyen çekişmenin yarattığı öğrenilmiş çaresizlik ya da bıkkınlık, mezhepsel olan ya da olmayan kimlikler de dahil, her türlü konforlu konumlanışın sorgulanabileceği yeni varoluş tarzlarıyla yer değiştirmeli. İhvân-ı Safâ’nın devlet düşmanı, büyücülük gibi suçlamaları göze alarak dönemin şeriat anlayışına ve dinsel yozlaşmaya karşı, insanın doğa ve Tanrı’yla olan ilişkisini yeniden düşünme çabası örneğindeki gibi yeni varoluşsal ve düşünsel birliktelikler gerekli. 

1 yorum:

  1. "Şeriat ya da Tanrı hükmünün cisimleşmesi" İpucu için teşekkürler. Bakalım gelecek günler ne gösterecek? hiçbir şey hiçbir şeyi kanıtlamıyor bence. Sadece "SANSÜRE HAYIR!!! OTOSANSÜRE HAYIR!!!" Yani bir çalışma var, bu çalışma LGBTİ cemaati (toplumu değil) tarafından bekleniyor. Ama bu cemaatin başlıca üyeleri kitabın en az üçte ikisini zaten piyasaya sürülemez hale getirdi, buradaki bütün önermeleri -self-denial yöntemiyle olsa keşke- kendilerini inkar ederek külli bir yalan haline getirdiler. Ay bu Lut Kavmi! Gullümleri bol olsun. Yani ortada "Der Gott ist zornig." hezeyanından ziyade mantıksal ve ontolojik bir imkansızlık var. ama bunların 10. yüzyılla bir alakası yok. Belki buralar çöpe atılır da sadece dört ve beşinci ve altıncı bölümler üzerinde çalışırım çünkü bunlar aslında çok önemli. Ama bu durumda da çok önemli yazarlar Türkçe Edebiyat tarihinden silinmiş olacak (bu Türk Edebiyatı, Türkçe Edebiyat, Türkiye Edebiyatı üzerine de bence yeterince düşünmemişim). Türk Edebiyatı bence bu kadar materyalle dolduktan sonra denir, yoksa anakronizm olacak gibi gibi. Bunun bu metinde anlatılan 10. yüzyılla hiçbir alakası yok. Sadece iyi niyet patlaması. Herkes kendine göre bir şey ummuş. Patriyarkal bir iyi niyet tutulması elbette. Ne olacak şimdi? Yani yazık olan Sinekli Bakkal'a oldu. Çalışmanın en güzide eseri. Her açıdan, sırf bu çalışma açısından değil. şimdilik bu çalışma hakkındaki dedikodular bu kadar ki bence çok enteresan da değil.

    YanıtlaSil