Cumartesi

Çoklu Nahakikatler Çağında Bilmenin Değeri Üzerine

İyinin neden iyi, hakikatin neden gerekli olduğunu hatırlamaya ihtiyacım var. Post-truth çağında duyu organlarımın beynime ilettiği algının bile gerçekliğine inanabilmek mümkün değilken, her izlediğim videoya ya da görsele "acaba YZ mi?" şüphesiyle yaklaşırken, daha karmaşık öykülere veya anlatılara karşı güvenimi nasıl sağlayacağım? Geleneksel olana zahmetsizce dönmek veya realiteyi inkar etmek de mümkün değil. Bu ortada. Post-truth ya da hakikatsizlikle yüzleşmenin zorunlu olduğunu biliyorum.

Alenka Zupančič. Sloven filozof.

Bu çağrıyı ortaya çıkaran ne peki? Onu da sorgulamak ve temeline inmek önemli. Bilinçdışı bir tarafı var mıdır iyiliğin ve hakikatin değersizliğinden korkmanın? İlk aklıma gelen sabitlerimizin ortadan kalkmasının yarattığı tekinsiz his. Sadece uçucu ve kararsız değişkenlerden oluşan bir evrende hareket etmek durumunda kalmış olmak ürkütücü. Her ne kadar fiziksel evrenin gerçeği tam da bu olsa da, iyi ve kötü diye kategorilerin olduğu canlıların dünyasında bu farklı bir etki yaratacaktır. Ölçütlerin çoklulaştığı bir çağdan çıkıp tamamen ölçütsüz bir çağa girmenin ürpertisi sanırım benim yaşadığım. 

Aslında 20. yüzyılın sonlarında çoklu hakikatlare alışmıştık ve bunu yeni bir modernite tarzı olarak benimsemiştik. Gel gör ki, tam çoklu hakikatlerle baş edebiliyoruz derken 21. yüzyıl bize ters köşe yaptı. Burada artık çoklu nahakikatlar var. Bireysel, sosyal, kamusal, sanal veya immersiv fark etmez, nasıl bir ortamda olursak olalım, bizi karşılayan tek şey: yalan olduğunu bildiğimiz yalanlar ve yalan olduğunu bildiğimiz yalanlar karşısında yalan olduğunu bildiğimizi bilmiyormuş gibi yaparak davranmak. 

Sosyal ilişkilerin salağa yatmak ile salak yerine koymak arasındaki iğreti olasılıkları arasında salınmak demek bu. Bu devrin sarkacı da böyle bir şey olsa gerek! Elbette çoklu nahakikatlar arasındaki zorunlu gezinti gözüktüğü kadar zahmetsiz ve bedelsiz değil. Hangi nahakikati seçtiğimiz birçok kereler bizim bireysel ve toplumsal statülerimizi, kimliklerimizi, gücümüzü ve konumumuzu belirliyor. Yani çoklu nahakikatler bizi mutlaka bir seçim yapmak zorunda bırakıyor. Seçim yapmadan eski usul bir özgürlüğü seçenler veya bu şebekenin dışını merak edenler için koca bir boşluk ve bitmeyen yenilgiler vaat edilmiş. Mesela o evrende banka promosyonları yok veya yemek fişleri. Sonuç olarak, rasyonel olduğu çok kereler ilan edilmiş, karmaşık bir canlı organizma olan insan, biyolojik ve toplumsal varlığını sürdürebilmek için en değerli varlığından yani biricik özgürlüğünden vazgeçmek zorunda. Bu da nahakikatlerden birini seçmek ve ona göre eylemek demek. 

Hiçbir şekilde özgürlük imkanı kalmayan bireyler bu seçimi yapmak ve dahası seçimini sevmek zorunda. Birey, bu çağda toplumsal bağlarından hunharca sökülüp alınmış, hafızasız atomize bir canlı olarak tasarlandı. Nahakikat projesinin başarıya ulaşmasına bu aşama elzemdi. Apolitik, kayıtsız, sınıf ve tarih bilinçsiz varlıklar olarak bireyler, dibine kadar güçsüzleştirilmiş ve prekaryalaştırılmış durumda. Yabancılaşmanın belki de Marx'ın bile tahayyül edemeyeceği bir ileri aşamasında hem de. O hissisleştirilmiş, otantik benliğinden ve varlığından koparılmış bir makine veya robot bile değil artık. İnanın makine ve robotların özgürlüğü bireyinkinden fazla. En azından robotta bir kod hata verebilir, bir algoritma yeni bir imkan üretebilir veya bir makine kısa devre yapabilir. Robot, olumsal bir kendiliğe dönüşebilir. Birey ise tüm bunları bilerek ve isteyerek omni-potent ve tarih üstü olarak kodladığı sisteme devretmiş durumda. Çaresiz bir bilinçli varlık konumunda. Burası bence acınası olan. 


Şimdilerde hakikati “biliyorum ama yine de” deme çağındayız. Şimdi bilmenin bir fetiş olduğu çağdayız. Bu çağa dayanmak için senin fetişin ne peki? diye sorar Alenka Zupančič. Bilmenin kendisi gerçekliğe dayanmanın, onu bilmiyormuş gibi yapmanın aracı olmuşsa eğer, bilmenin; iyiliği, güzelliği ve doğruyu artıracağına dair inanca nasıl tutunabiliriz artık? Zor soru. Filistin'deki soykırımı biliyoruz. Dünyanın her yerinde otoriterleşen rejimlerdeki Führer'leri biliyoruz. Dinlediğimiz haberin, ilan edilen istatistiklerin yalan olduğunu biliyoruz. Bir kazanın aslında iş cinayeti olduğunu biliyoruz. Bir kadının tanıdığı bir erkek tarafından katledildiğini biliyoruz. Bir köprü inşa edilirken yapılan ihmalleri; bir hastane kurulurken dağıtılan rüşvetleri, ranta kurban edilen sulak alanları, kıyıları veya kurutulan gölleri biliyoruz. Bir maden sahasının sebep olduğu yoksulluğu, emek sömürüsünü, gelir adaletsizliğini biliyoruz. Bir plastiğin doğada yüzlerce yıl yok olmadığını, özel jetlerin atmosferi ısıttığını, ormanları kesmenin kuraklığı tetiklediğini biliyoruz. Bu dünyayı %1'in yönettiğini, bizim de içine dahil olduğumuz %99'un gözden çıkarılmış ucuz emekçiler olduğunu ve ne kadar çalışırsak çalışalım bir CEO veya Genel Müdür olmayacağımızı biliyoruz

Bugünün dünyasında bilmek, sadece "bilmiyorum" dememek için var. Bugünün dünyasında bilgi, bilinç ile bilinçdışı arasındaki ara yüzde varlığını (olabildiğince sessiz) sürdürmekte. Yani Türkçe'deki güzel ifadeyle tüm sistemin işleyişini aslında içten içe biliyoruz. Yüce bir amaca (mesela bugüne veya yarına) hizmet eden bir bilgi olarak bilgi değil bu artık. Yani insan nahakikatler çağında “biliyorum, öyleyse hiç bir şey yokmuş gibi hayatıma devam edebilirim” düsturuyla yaşıyor. İşte kitabın başlığı buradan geliyor: "Biliyorum, ama yine de..." Bu içten içe bilinen şeye rağmen yapmamayı, susmayı, görmezden gelmeyi, inkar etmeyi, salağa yatmayı tercih ediyoruz. Evet doğru bildiniz: İçten içe tercih ediyoruz

Tüm bu birikmiş bilgi ne işe yarıyor peki o zaman? İnsanlığın binlerce ve binlerce yıllar boyunca ilk önce sözle, sonrasında yazıyla ürettiği, çoğalttığı ve biriktirdiği bilgi ne işe yarıyor? Bunları bilmek, ancak ve ancak, bir tersliği veya yanlışlığı düzeltmek için kullanılırsa anlam kazanır. Neye hizmet ediyor tüm bu bilgiler acaba? 

Büyük data merkezleri dünyanın her yerinde bol bol emisyon salıyor. Ne için?

Bence bilimlerin ve felsefelerin varlığın ne’liğini, ontolojisini ve ilişkiselliğini düşünmenin ötesine geçip yine ve yeniden iyinin neden iyi ve hakikatin neden gerekli olduğunu ele alması gerekiyor. Hatta belki bir adım daha ileri gidip iyi, iyi midir? sorusunu sanki hiç sorulmamış gibi yeniden sormamız lazım gelir. Bu soruları sormak sadece bir felsefe etkinliği olarak değil, aynı zamanda 21. yüzyılın ilk çeyreği geride kalırken “kara ayna/black mirror” karşısında hipnotize edilmiş, epey karışık ve uyuşuk kafalarımız için analog bir alarm işlevi görebilir.

Post-truth çağında, görünen o ki, (na)hakikati tekeline almış olan %1’ler hayatta kalacak. Peki geriye kalan %99 için biyolojik, kültürel, toplumsal realiteler hangi hakikatleri doğuracak? Bir referans noktası olmadan, yalnızca havada uçuşan, geçişken değişkenlerin olduğu bir durumda öznel konumumuz ve duruşumuz neye göre şekillenecek? Prekarya, küçük burjuva, çiftçi, işçi, gözden çıkarılmış tüm jeo-sınıflar, gezegenin yoksul Güney'i kendi hakikatini dile getirse bile o bir hakikat olarak algılanacak mı? Yoksa onun hakikati başka bir nahakikat olarak paketlenip bir Reels videosunda mı konu edilecek? İçten içe bilinen (ama hakkında bir şey yapılmayan) şeyler, yani %99'lar içten içe bilerek ölüme terk edilecekler. Hatta spoiler vereyim: edildiler bile. 

Öyle görünüyor ki, sabitler ve katı maddeler için avantajlı olmayan bir dönem bu. Olabildiğince akışkan, geçişken ve kararsız kütleler hayatta kalabilecek sadece. Bir diğer deyişle omurgasız canlıların yıldızının parladığı dönemdeyiz şimdi. O nedenle, 7. kitlesel yok oluşu da yaşayacak bu gezegen. Geriye kalan "başarılı" %1 için dileğimiz sonsuza kadar hakikatsiz kalacak evrenlerinde bu bilgiyle içten içe anın tadını çıkarmaları. 
.
.
.
.
.
Kitabın künyesi: Alenka Zupančič. 2024. Biliyorum ama yine de... Metis Yayınları. Çeviri: Barış Engin Aksoy. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder