Bir bilim dalının en değerli ve
sorgulanamaz görünen kavramları dünyayı anlamak için artık yeterli gelmiyorsa,
araştırmalar aynı kavramları ve analitik araçları kullanıp hep aynı sonuçlara
ulaşıyorsa ve dünyanın incelenmesi dönüp dolaşıp birkaç modelle açıklanabiliyorsa
o bilim dalının vazgeçilmez gördüğü kavramları yerle bir etmenin zamanı gelmiş
demektir. Kültür ve tarih bilimlerinin bugünü bana Heidegger'in bir sözünü
anımsattı. Bir bilim dalının eriştiği seviyeyi belirlemenin en iyi yolu, onun
temel kavramların kullanımında ortaya çıkan krizle ne kadar baş edebileceğidir,
diyor Heidegger.
Bugünlerde beşeri ve sosyal bilimler aynen böyle büyük bir krizin içinde. Mesela tanımı gereği insanla ilgili olan antropoloji bilimi kendini insan-olmayan kendiliklerle (entity) uğraşırken buluyor. İnsan merkezcilikten, doğa-kültür ikiliğinden, Hristiyan öğretilerinin kalıntılarından ve emperyalist-kolonyalist Batı ideolojilerinden kaçmak için insanı topyekûn geride bırakıp veya en azından şöyle bir kenara itip merkeze insan-olmayan kendilikleri, mesela hayvanları, bitkileri, tek hücreli organizmaları, şeyleri yerleştirmenin derdinde. Az buz bir kalkışma değil bu. Karşımızda olan gerçek bir paradigma değişikliği yani bir biliminin kurallarının yeniden yazıldığı, kavramlarının, ilkelerinin ve sorularının yeniden tarif edildiği bir dönem. Belli ki, antropoloji, arkeoloji, sosyoloji, tarih bilimleri bu paradigma değişikliğine hazır, hatta böyle bir değişime açlar. İşin ironik yanı, konusu insan olan tüm bilim dalları için insanın kenara itilivermesi ne demek? Bununla baş etmek mümkün mü? Bu bilim dallarının bir geleceği var mı?
Bugünlerde beşeri ve sosyal bilimler aynen böyle büyük bir krizin içinde. Mesela tanımı gereği insanla ilgili olan antropoloji bilimi kendini insan-olmayan kendiliklerle (entity) uğraşırken buluyor. İnsan merkezcilikten, doğa-kültür ikiliğinden, Hristiyan öğretilerinin kalıntılarından ve emperyalist-kolonyalist Batı ideolojilerinden kaçmak için insanı topyekûn geride bırakıp veya en azından şöyle bir kenara itip merkeze insan-olmayan kendilikleri, mesela hayvanları, bitkileri, tek hücreli organizmaları, şeyleri yerleştirmenin derdinde. Az buz bir kalkışma değil bu. Karşımızda olan gerçek bir paradigma değişikliği yani bir biliminin kurallarının yeniden yazıldığı, kavramlarının, ilkelerinin ve sorularının yeniden tarif edildiği bir dönem. Belli ki, antropoloji, arkeoloji, sosyoloji, tarih bilimleri bu paradigma değişikliğine hazır, hatta böyle bir değişime açlar. İşin ironik yanı, konusu insan olan tüm bilim dalları için insanın kenara itilivermesi ne demek? Bununla baş etmek mümkün mü? Bu bilim dallarının bir geleceği var mı?
Philippe Descola, Antropolog (1949-) |
Bu elzem sorulara yanıt arayan Phillippe Descola, "Doğa ve Kültürün Ötesinde" başlıklı antropolojinin yeni paradigmasını belirlediği şaheserinde ilk önce doğa-kültür ayrımının tarihsel ve düşünsel kökenleriyle hesaplaşmak zorunda olduğunun farkında. Kitabının koca bir bölümünü sadece bu stratigrafik kazıya ayırmış.
Descola, doğa-kültür
ikiliğine "büyük bölünme" adını veriyor. Ona göre, bu bölünme insanın
doğayla münasebetlerinin doğal bir sonucu değil çünkü dünya
toplumlarının azımsanamayacak kadar büyük bir bölümü doğa ile kültür arasında
bir ayrım yapmıyorlar. Bilinen o ki, antropologların çalıştığı toplumların neredeyse
tamamında doğa ile kültür arasında keskin ayrımlar yok, dillerinde böyle
kavramlar yok, düşünceleri ve dünyayla kurdukları ilişki kendi kültürel
üretimleriyle doğanın ürünleri arasına çizgi çekmekten çok uzak. Bize tarihsel
değil de, ezeli-edebi görünen "vahşi", "evcil", "orman",
"tarla", "yabanıl" veya "medeni" gibi kategoriler
başka toplumlarda bir karşılık bulmuyor, Batılı antropoloğun kavramları bu kozmolojileri "görmeye" yeter gelmiyor. Descola bize birçok geleneksel yerli
toplumundan örnekler sunarak ilk önce bunu iyi bellememiz gerektiği fikrinde.
Amazon toplumlarında yaptıkları araştırmalardan sonra, Descola şöyle bir ana
sav geliştiriyor: Doğa-kültür ayrımı sadece ve sadece Batılı modern
toplumlarına özgü bir düşünce biçimidir. Evrensel olmayı geçtik, tamamen
özelleşmiş ve tekil bir tarihi sürecin sonucudur: Batılı modern toplumların tarihi.
Peki nasıl? Descola hikâyeye şöyle başlıyor:
Peki nasıl? Descola hikâyeye şöyle başlıyor:
"Her zaman olduğu gibi her şey
Yunanistan'da başlar."
Descola, önce
Sokrates öncesi dönemde, henüz keskin bir doğa-kültür ayrımı olmadığını
vurguluyor. Ne Homeros'da ne de Hesiodos'da doğa ve kültür bölünmüştür, henüz
bütünlüklü bir kendilik olarak birbirinin içinde yer alır. İlk filozoflarda
doğa, ilk defa Tanrıların gazaplarının kendini açık ettiği bir alan olarak
değil de, çeşitli düzenliliklerin ve yasaların görüldüğü bir "araştırma
alanı" olarak ortaya çıkar. İşte tam bu noktada, Batılı modern ideolojinin
temelini sağlam biçimde atacak olan kişi belirir tarih sahnesinde: Aristoteles.
Aristoteles, doğayı "bir düzen oluşturan ve yasalara tabi bir varlıklar toplamı" olarak tanımlarken, aynı zamanda onu oluşturan türlü varlıkları taksonomik bir düzen içine yerleştirmiş, böylece fiziksel ortamı içinde gözlemleyebileceğimiz ve öngörebileceğimiz bir doğal hareketin varlığını nesnelleştirmiştir. Belirtmekte fayda var ki, Aristoteles’in düşüncesinde insanlar halen doğal olanın bir parçasıdır; insanlar bu düzenliliği bilebildikleri için bu kozmosun parçası olarak yaşamlarını sürdürürler. Bunun sonucunda da, kamusal alandan veya siyasi alandan gayrı olarak yasalar ve düzenliliklerle işleyen, kendini gerçekleştiren ve sınıflandırılabilen bir nesneler alanı olarak doğa (phusis) belirmiştir. İşte Descola'ya göre "Batı'ya o tuhaf tekilliğinin birçok çehresini kazandıracak olan da işte bu alandır".
Fakat bu yetmez. İkinci önemli bir "arılaştırma" aşaması lüzumludur. Bu da insanın doğanın parçası olmaktan çıkıp, onun dışında ve ondan üstün olarak konumlandırılması aşamasıdır. Kuşkusuz, bu önemli aşamanın tek aktörü ve büyük bölünmenin kudretli mimarı Hristiyanlık öğretisidir. Şöyle buyurur Hristiyanlık ideolojisi:
Aristoteles, doğayı "bir düzen oluşturan ve yasalara tabi bir varlıklar toplamı" olarak tanımlarken, aynı zamanda onu oluşturan türlü varlıkları taksonomik bir düzen içine yerleştirmiş, böylece fiziksel ortamı içinde gözlemleyebileceğimiz ve öngörebileceğimiz bir doğal hareketin varlığını nesnelleştirmiştir. Belirtmekte fayda var ki, Aristoteles’in düşüncesinde insanlar halen doğal olanın bir parçasıdır; insanlar bu düzenliliği bilebildikleri için bu kozmosun parçası olarak yaşamlarını sürdürürler. Bunun sonucunda da, kamusal alandan veya siyasi alandan gayrı olarak yasalar ve düzenliliklerle işleyen, kendini gerçekleştiren ve sınıflandırılabilen bir nesneler alanı olarak doğa (phusis) belirmiştir. İşte Descola'ya göre "Batı'ya o tuhaf tekilliğinin birçok çehresini kazandıracak olan da işte bu alandır".
Fakat bu yetmez. İkinci önemli bir "arılaştırma" aşaması lüzumludur. Bu da insanın doğanın parçası olmaktan çıkıp, onun dışında ve ondan üstün olarak konumlandırılması aşamasıdır. Kuşkusuz, bu önemli aşamanın tek aktörü ve büyük bölünmenin kudretli mimarı Hristiyanlık öğretisidir. Şöyle buyurur Hristiyanlık ideolojisi:
"Yaradılış Tanrı'nın varlığının,
iyiliğinin ve mükemmelliğinin kanıtıdır. Her şey Tanrı'dan gelir; ancak
Tanrıyla karıştırılmamalıdır. İnsan da yaratılmış olduğu için anlamını bu
kurucu olaydan alır. Dolayısıyla, insan ‘doğadan gelen’ bir varlık değildir,
maddi dünyaya aşkın bir varlıktır. İnsan bu doğaüstü kökenden dünyayı yönetme
hakkı ve misyonunu alır, zira Tanrı insanı Yaradılışı denetlemesi, örgütlemesi
ve ihtiyaçlarına göre düzenlemesi amacıyla tekvinin son gününde
oluşturmuştur.
Aynı şekilde hayvanları adlandırma
gücüne sahip olan Adem de doğaya kendi düzenini getirmekle görevlendirilmiştir,
tıpkı onun soyundan gelenlerin dünyada çoğalarak Tanrı'nın amacını
gerçekleştirmeleri gibi."
Böylece Aristoteles'in sınıflayarak ve bağlamından kopartarak nesneleştirdiği phusis/doğa'dan yeni bir aşamaya geçilmiş olur. Bu da insanın doğadan ayrı ve yüce bir varlık olarak ayrılmasıdır. Tanrı'nın planının yeryüzündeki uygulayıcısı olarak insan, diğer hayvanlardan ve bitkilerden ayrıcalıklı bir konumda olmak durumundadır çünkü doğanın varlıklarına eşit ve denk bir insan, Tanrı'nın kendini gerçekleştirmesinin aracı olamaz. Akinolu Thomas'ın sözleriyle "insanın hayvana egemen olması doğanın düzeniyle uyumludur." Hristiyan öğretisinin sadece "karanlık Ortaçağ"ın bir veçhesi değil de, tüm Batılı filozofların ve düşünürlerin, hatta bilim, din ve siyasetle uğraşan tüm insanların en azından 20. yüzyılın başına kadar içine doğduğu ve içinde yetiştirildiği ideolojik çerçeveyi oluşturduğunu hesaba kattığımızda, bu inancın nasıl da Batı'daki herkese "doğal" göründüğünü daha iyi tespit edebiliriz.
Dolayısıyla 17. yüzyılın bilim devrimi, Batı'nın bu özelleşmiş hikâyesinin üzerine gelen ve ondan bağımsız anlaşılamayacak bir sürecin uzun vadeli sonucu olarak okunmalıdır. Çünkü nesnelleşmiş bir doğa tasarımının doğurduğu bilim ve teknikteki gelişmeler, evreni bilen ve anlayan, doğaya hâkim olan ve bunda ahlaki olarak kendini haklı ve hatta yükümlü gören, Tanrı'nın eşsiz yaratımı insan olmadan olamazdı. O halde, modern düşüncenin Antik ve Ortaçağ düşüncesinden radikal bir kopuş olmadığını, tersine onun üzerine inşa edilen ancak tarihin failliğini göklerden yerlere indiren yeni bir düşünce biçimi olduğunu teslim etmek gereklidir. Unutmadan belirtelim ki, tüm bu gidişat içinde doğa ve insan ayrımına karşı çıkan tek filozof Spinoza'dır; ama tek başına bu koca dalgayla baş edemez. Doğa ve insan Batı fikrinde birbirinden kopmaya ve aralarındaki hiyerarşi derinleşmeye devam eder...
Yukarıda anlattığımız modern Batı ideolojisinin biricikliğini Descola şöyle ifade ediyor:
"...o halde bu iki kavramın
(doğa-insan) karşılıklı doğuşu, yan yana gelebilecekleri işlevsel bir alanda
olgunlaşmaları, süreksizliklerinin izin verdiği üzere gerçekliği parçalara ayırmaları,
bütün bunlar tekil çatallaşmaların ve çoklu kopuşların ürünü olan o kadar uzun
ve tekil bir sürecin sonucudur ki, bu sürecin bizimkinden başka kültürlerce de
paylaşılmış olması gerçekten zor anlaşılırdı."
Gelelim "kültür" kavramına. Kültür ve uygarlık kavramları hayatımıza ancak 18. yüzyılda giriyorlar. Uygarlık (civilisation) ilk olarak 1757'de Fransız Mirabeau tarafından kullanılıyor, "Kultur" kavramı ise Almanların Fransız elitizm ve monarşisine karşı ürettiği, halkın yani saray aristokrasisinin karşısındaki orta sınıf insan yaratımlarını anlatır (bu ayrılıklar Fransa-Almanya siyasi çekişmelerinin bir yansıması olarak ortaya çıkar şüphesiz). Tabii burada Aydınlanma'nın ideallerine tepki olarak ortaya çıkan Almanya'daki Romantizm akımının etkisini belirtmeden geçmeyelim. Kultur kavramı Franz Boas'ın Amerika'ya gitmesinden sonra ve çok sonraları Kroeber'in çalışmalarıyla antropoloji ve arkeolojiye o kadar yerleşir ki, bu bilimlerin hiç sorgulanmaz temel kavramlarından biri haline gelir. Sanki ezeli ve edebi olarak bu kavram varmış ve daha da fenası sanki bu kavramın incelediğimiz toplumlar açısından herhangi bir anlamı varmış gibi...
Descola'nın perspektifinden "Kültür" neden sorunlu peki? Çünkü bir toplumun biricik kültüründen bahsettiğimizde, kaçınılmaz olarak onu doğanın karşısına bir karşıtlık olarak yerleştirmiş oluyoruz. Bütüncül bir kültür anlayışında doğa kültüre bir karşıtlık olarak bulunmak zorunda olmasa da, özellikle 19. yüzyılın sonlarında bilimlerin "doğa" ve "tin" bilimleri olarak sınıflandırılmasıyla, doğanın ve insanın/toplumun alanları birbirinden ilke bakımından ayrılmış oluyordu. Doğa bilimleri, "yasa üreten bilimler" olarak tanımlanırken, tin bilimleri insan davranışlarının olumsallığı ve öngörülemezliği nedeniyle tarihin alanı olarak tarif ediliyordu. Burada Descola, özellikle Heinrich Rickert'in "Kültür Bilimi ve Doğa" çalışmasını ön plana çıkartıyor. Burada hem iki bilme tarzı birbirinden kesin çizgilerle ayrılıyor hem de tin bilimleri ifadesinin yerine kültür bilimleri getiriliyor. Doğa bilimleri genellemelere doğru gidişi, kültür bilimleri ise ilkesi değer ve anlam olan tikelleşmenin alanı olarak anlaşılıyor. Kabul etmek gerekir ki, bugün hâlâ okullarda doğa ve tarih bilimleri birbiriyle amaçları, yöntemleri, kavramları ve ilkeleri bakımından uzlaşmaz ve kesişmez iki farklı etkinlik alanı olarak anlatılmaktadır. Sıradan bir biliminsanı size fiziğin yasalar bulduğunu, toplum ve insan bilimlerinin ise sadece olan olayları betimlediğini, bunlardan genel geçer yasalara ulaşamayacağını falan söyleyecektir. Hatta birçoğu yasaya ulaşamayan bir etkinliğin bilim olduğundan bile şüphe duyacağını belirtebilir.
Bir Açuar lideri. Açuarlar, Amazon'da yaşayan doğa-kültür bölünmesiyle dünyayı düşünmeyen bir halk. |
Bu son yarılmadan sonra artık işlem tamamlanmıştı. Dünyayı bilecek Batılı bilim insanları bu büyük bölünmeyi dünyanın tüm toplumlarına hazır dikilmiş bir elbise gibi giydirmek üzere yollara düştüler. İşte böylece antropoloji ve arkeoloji gibi bilimler, hepi topu türler içinde bir tür olan Homo sapiens'i onu diğer varlıklardan ayırdığı iddia edilen dil, sembolizm, örgütlenme, teknik beceri, sanat vs. gibi özellikleriyle göklere çıkaran, yabanıl ve evcilleşmesi gereken doğanın karşısında duran aşkın bir varlık olarak incelemeye başlar. Ve antropoloji incelediği bütün toplumları bu ideolojinin içinden kavramaya çalışır. Bu düalizmin gözlükleriyle dünyaya bakan antropolog/kültür bilimci veya tarihçi, her yerde karşısında aynı toplumları bulur, hatta bunları sınıflayarak evrensel kategoriler oluşturma çabasına girmeye bile cesaret bulur. Yapısalcılığın bütün harika yönlerinin yanında, böyle bir işe girişmeye çalışması örnek gösterilebilir. Descola’ya göre, Batılı antropoloğun düşüncesine içkin doğa-kültür düalizmi ve insanın biricikliğine eşlik eden bir üstün ve merkezi rol tanımı yer almaktadır. Böyle bir tutum, geleneksel toplumların kendi özgünlükleri ve ötekilikleri içinde tanımayı engellemek bir yana, bu toplumları "ortak mirasımıza dahil ederek insanlık durumunun anlaşılabilirliğine katkılarını yok etmek"ten başka bir şeye yol açmaz.
Bu oldukça acıklı bir
son. Eğer biz bu kültürleri "bizim kozmolojimizin sadece bir parçasının
prizmasının arkasından" görüyorsak, bu gördüğümüz yeni bir şey
midir? Yoksa kendi inançlarımızı ve değer yargılarımızı binlerce kere
doğrulamanın ve haklılığımızı/üstünlüğümüzü ispat etmenin bir yolu mudur?
Hayatında hiç koala görmemiş bir çocuğun ısrarla onun bir panda olduğunu
söylemesi gibi. Zihinsel sınırlarımızdan ve duvarlarımızdan dışarı adım
atamayacaksak, dünyayı diğer halklardan ve medeniyetlerden daha iyi bildiğimizi
iddia etmenin anlamı nedir? Bu olsa olsa büyük bir aptallık ve küstahlıktır.
Descola'ya göre, dünyaya ve insanlığa ihanet etmemek için, kendi ideolojilerimizin egzotik bir şey olduğunu baştan kabullenmek gerekir. Ancak ondan sonra, avladığı hayvanı kendine benzer yeteneklerle donanmış bir kişi gibi gören Açuar yerlilerinin dünyasına zihnimizi açmaya başlayabiliriz. Ancak, o zaman kendimizin ve geleneğimizin dışında varoluşlar ve tarihler olduğunu tanıyabilirim. Doğa ve kültürün ötesinde ne var gerçekten o zaman? Doğa ve kültürü aştığımda, kendi ufkumun ötesini görmeye başladığımda karşımda koca bir dünya bulmaz mıyım? Hiç keşfedilmemiş, mırıl mırıl mırıldayan bir gezegen ve sadece doğanın tarihi...
Descola'ya göre, dünyaya ve insanlığa ihanet etmemek için, kendi ideolojilerimizin egzotik bir şey olduğunu baştan kabullenmek gerekir. Ancak ondan sonra, avladığı hayvanı kendine benzer yeteneklerle donanmış bir kişi gibi gören Açuar yerlilerinin dünyasına zihnimizi açmaya başlayabiliriz. Ancak, o zaman kendimizin ve geleneğimizin dışında varoluşlar ve tarihler olduğunu tanıyabilirim. Doğa ve kültürün ötesinde ne var gerçekten o zaman? Doğa ve kültürü aştığımda, kendi ufkumun ötesini görmeye başladığımda karşımda koca bir dünya bulmaz mıyım? Hiç keşfedilmemiş, mırıl mırıl mırıldayan bir gezegen ve sadece doğanın tarihi...
Descola'nın kitabı:
P. Descola 2013 "Doğa ve Kültürün Ötesinde" İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
P. Descola 2013 "Doğa ve Kültürün Ötesinde" İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
ille de dayatılan kutsal ve din dışı ikiliğine doğa ve kültür karşıtlığının yararsızlığı perspektifinden de bakılabilse keşke. çok teşekkürler kitap tavsiyesi için
YanıtlaSil