Perşembe

Çeviri Meseleleri

Yıl 1990 küsur, Cağaloğlu'ndaki  lisemden çıkmış, paldır küldür yokuş aşağı inerken birden duraklıyor ve duvarın kenarında kaçak sigara, tütün ve kitap satan tezgahtara yöneliyorum. Adamdan Camel isterken, kitaplara göz atıyorum. Derken, o da ne? Daha geçenlerde sınıfta geyiğini yaptığımız Joyce'un Ulysses'i! Hem de ucuz, hem de indirimde (gerçi tezgahtarın kitapları hem indirimdeydi)! Camel'ı çantama saklayarak, elimde Ulysses vapura koşturuyorum. Ama şu işe bakın ki, vapurdan inene kadar Ulysses'i bitiriyorum, çünkü kitap 85 sayfa! Kitabın sadece onda birinin çevrildiğinden ise o zamanlar haberim yok tabii. Bunun dışında gençliğimden hatırladığım bir sürü klasik var. Kim bilir kaçını yarıda bıraktım ya da onlar zaten çeviri sürecinde yarım bırakılmıştı! Çoğunu sıkıcı olduğundan da değil, kendi aklımdan şüphe ettiğim için bıraktım. Anlayamıyordum, geri zekalı olmalıydım. Çevirilerin çoğunun eksik ya da yanlış olduğunu ise, okuma alışkanlığını tekrar kazanmaya çalıştığım ilerideki yıllarda fark edecektim.

Peki bugün değişti mi bir şey? Gerçekten özenli çalışan çevirmenler, redaktörler, editörler var, şüphemiz olmasın. Ancak okuduğunuz şeyi anlamıyorsanız, önce aklınızdan şüphe etmeyin derim. Bugün bir kitabevinde rastgele seçeceğiniz kitaplarda ya eksik ya yanlış ya da hem eksik hem yanlış çevrilmiş sayısız kitap bulacağınızdan emin olabilirsiniz.

Bu çevirilerin yarım yamalaklığının hem trajikomik hem de acıklı bir arka planı var. Bazı yayınevlerine, editörlere, çevirmenlere sorsanız, bu kitapların berbat bir şekilde de olsa çevrilmesi, onlara göre büyük bir kültürel katkı. "Çünkü bu kitaplar çevrilmelidir!" Hem de büyük bir özveriyle yapmaktadırlar bunu. "Sizler bilmezsiniz yayınevi idare etmenin zorluğunu!" Oysa burada söz konusu olan, özensizliğin, üstünkörülüğün, hatta işine saygısızlığın idealist bir kibir ile örtülme çabasından başka bir şey değil. Bir de tabii bizdeki yaygın eğitimli-eğitimsiz söylemine özgü yukarıdan bakma, "bilinçlendirme" adına toplumu, okuyucuyu küçümseme hali burada da mevcut.

Kültür hizmeti olarak sunulan şey ise, tam tersine kültüre bir darbe vurmuyor mu ama? Kaç kişi soğumuştur acaba kötü çeviriler yüzünden okumaktan, ya da kendi aklına güvenini kaybetmiştir? Örneğin bazı felsefe kitaplarının orjinali, çevirisine göre emin olun çok daha sade ve anlaşılır dille yazılmıştır, Ayrıca kötü çevrilen kaç kitap, nasıl olsa çevrildi diye ziyan edilmiş ve bir daha çevrilme zahmetine girilmemiştir? Ya da bir kitap çok satıyor diye  kaç kere yeniden kötü çevrilebilir?

Bu son soruyla ilgili bir örnek vereyim. Kafka'nın "Dönüşüm" adlı uzun öyküsünün son çevirisinin (evet, sürüsüne bereket çevirisi var) düzeltmesini yaparken, tesadüfen "Dönüşüm"ün dört farklı Türkçe çevirisini satır satır karşılaştıran bir teze rastladım. Aralarında meşhur çevirmenlerin de elinden çıkma bu çevirilerin hepsi birbirinden sorunluydu. Kimi, öyküde olmayan diyaloglar eklemiş, kimi anlamadığı cümleleri atlamış, kimi de cümleleri kafasına göre yorumlamış. Bu kısa ve aslında ne okuması ne de çevirmesi o kadar zor olmaması gereken öykünün bu kadar sayıdaki farklı çevirisindeki hataları gördükçe, geçmişte ve bugün neler okumak zorunda kaldığımızı hatırladım tekrar. Önümdeki son ve belki de tek iyi "Dönüşüm" çevirisini ise öpüp başıma koyduktan sonra çevirmenine teşekkür ettim içimden.



Sık yaşandığını düşündüğümü bir başka örnek, çevirmenin "forsunun" redaktörü ezmesiyle ilgili. Doğrudan çevirmenin bir suçu olmaktan çok (kötü çeviri dışında), yayınevinin işleyişiyle ilgili bir redaktör sömürüsü bu. Bir süre önce redaksiyon için aldığım klasik bir romanın ödüllü bir çevirmen tarafından yapıldığını görünce içime bir ferahlık gelmişti. Gelin görün ki, daha beşinci sayfada gelincik tarlasına dönmüştü düzeltmeler. 50. sayfada editöre mail atıp, çevirinin çevirmene geri yollanması gerektiğini, yoksa benim her şeyi baştan çevirmem gerektiğini yazdım. Tamamen anlamsız cümleler birbirini kovalamaya, karakterlerin duygu durumları birbirlerine karışmaya başlamıştı çünkü. Yeniden çevirirdim belki ama bir redaktör olarak alacağım para 350-400 TL'yi geçmeyecekti. Neyse, sonunda editör, çevirmenin tanınmış biri olduğunu ve çeviriyi kendisine tekrar yollayamayacağını yazdı. Elbette editörler de çok arada derede kalıyorlar, çevirmenin bütün günahını üstlenmek zorunda kalan redaktörleri mümkün olduğu kadar dışarıdan-güvencesiz çalıştırmak zorunda kaldıklarından ve emeklerinin karşılığını veremediklerini bildiklerinden, içten içe bu duruma üzülüyorlardır.

Sonuçta çeviri ve yayımlama süreci öyle bir döngü ki, işleyişteki bir kusur sürecin tüm aşamalarını vuruyor. Kötü bir çeviriyle baş başa kalan paraya muhtaç bir redaktör, sizce kaç denemeden sonra berbat çeviriyi üç kuruşa düzeltmeyi reddeder ve artık çeviriyi orjinaliyle karşılaştırmayı bırakıp yalnızca yazım hatalarını düzeltmeye girişir? Ya da bir çevirmen, ne zaman kendinde bazı cümleleri atlama ya da kafasına göre "uydurma" hakkını bulmaya başlar? Bu soruların ve genel olarak bu konunun elbette birçok farklı yüzü var, yayınevleri arasındaki ve yayınevi bünyesindeki hiyerarşiden, ülkedeki kitap okuma oranlarına kadar. O nedenle yazılacak şey çok. Aslında başta redaktörlerin, çevirmenlerin ve editörlerin söyleyecek, yazacak şeyi o kadar çoktur ki. Umarım herkes bir gün eteklerindeki taşları dökmeye başlar. Aslında işbu konuyla ilgili yazma fikrini de, editörlükle ilgili yeni çıkan şu dosya verdi. Ayrıca yayınevi dünyasındaki idealizm ve emek sömürüsüyle ilgili geçenlerde bir söyleşi çıkmış ve bu sömürüye karşı kurulan yayınevi emekçileri kolektifinden söz edilmişti. Onlara da bakılmasını öneririm. 

2 yorum:

  1. Bir ara bir arkadaş, değer verdiğim çevirmen ve entelektüel bir arkadaş Facebook'tan birlikte şu kitabı çevirelim mi önerisi getirmişti. Manyak enteresan bir kitaptı yaklaşık bin sayfa, içinde Latince şiirler vardı, yer yer arkaik İngilizceydi, tıptan hukuka her şey vardı. 16. yüzyılda yazılmıştı (En azından amazon böyle bir bilgi veriyordu) Ben de çeviririz iyi organize olursak demiştim. Arkadaşım hayret içinde kaldığında bir anlam verememiştim çünkü Latince biliyordum, sadecde köhnemişti o kadar. Gerçekten de mükemmel bir tecrit ile başarılamayacak iş değildi. O zamanlar Işık Ergüden efsanesinin Romulus ile ilişkisini bilmiyordum. Sekiz senelik çevirmen ve Çev-Bir üyesi olduğum halde piyasadan bihaberdim ve konsantrasyonumu bozan gerizekalılar dışında hiçbir problemim yoktu ki akademik hayatımı bitirmiş olan bu gerizekalılar şimdi de meslek hayatımı bitirmekteydi. Oysa meslek hayatım çoktan bitmişti. Matbu yayın piyasasının çapı belliydi ve açık seçik biçimde çok absürd bir Don Quixote'lik taslamıştım. Çevirdiğim kitaplar hiç de öyle aham şahım değildi bir tanesi hariç (Etnoloji Defterleri) onu da çevirdiğime çevireceğime pişman etmişlerdi, ne büyük ümitlerle aldığım bir çeviriydi! Mükemmel Gezilerine niye gelmediğimi sorup durdu şımarık bir kalabalık. Oysa dümen güzeldir, dumanlı işler de güzeldir. Daha fazla Mezbahaların Johanna'sı olmayı düşünmüyorum ve herkes gibi elimi taşın altına koyup risk alıyorum. şimdilik işsizim. Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim.

    YanıtlaSil
  2. Elbette ki bu bir profildir. Bir portredir. Sahicidir. Hakikidir. Bir anlamda "bir elinde cımbız bir elinde ayna"dan pek farkı yoktur. Hastalık Hastası kadar çirkin satar kendini, ama aidiyetindeki, ego sınırları içerisindeki bir şeylere, mühim bir şeylere adeta tapınma söz konusudur. İşte bu tapınmadır ki ona sürekli yanlış hesap yaptırır. Evet, bu yaşlı ve çirkin adam, bu Shy-Locke kendini hesap kitap yapmaz satar oysa sadece yanlış hesap yapar. Hezimetin üstadı olmuştur adeta ve tapılan tam da budur.

    YanıtlaSil