Cuma

Tarihin Diyalektik Hareketi Olarak Özgürlük ve Güvenlik

İnsanlık tarihini en başlarından bugüne kadar olan süreçleri içinde ele aldığımızda tarihin diyalektik hareketini sağlayan ve toplumsal değişimi hızlandıran şeyin özgürlük ve güvenlik çelişkisi olduğunu düşünüyorum. Yani bana sorarsanız kadın-erkek çatışmasının arkasında da, sınıf çatışmalarının arkasında da, devletler arasındaki çatışmaların arkasında da, hatta ve hatta kendi bireysel yaşam öykümüzün özünde de güvenlik ile özgürlük arasında yapılmış seçimler var.


Tarihin büyük hareketlerini şimdilik bir kenara koyalım. Herkes kendi hikayesine baksın. Hayatta özgürlüğü mü seçtiniz, güvenliği mi? Bu bir kişilik testi değil. Tarihi anlamamızı kolaylaştıracak bir araç. Şöyle söyliyim: Düzenli geliri olan bir işi mi seçtiniz? Yoksa riski olan girişimciliği veya işsizliği mi? Belli bir yaşta evlenip çocuk yapmayı mı seçtiniz? Yoksa eşsiz veya çok eşli kalmayı mı? Kazandığınız tüm parayı ev taksitlerine mi ayırdınız? Yoksa gezmeye mi? 30'lu yaşlarınıza kadar ailenizin size bakmasını mı beklediniz, yoksa evden koptunuz mu? Uzar gider bu sorular. Ama sanırım anlaşıldı. Bunların hepsi güvenlikle özgürlük arasında yapılan seçimlerdi. Özgürlük size bugünü en iyi şekilde yaşamanızı, güvenlik ise yarını garanti altına almayı öğütler. O zaman özgürlükten ödün vererek yaptığımız tüm seçimler, geleceğimize dair kafamızdaki endişelerin ne kadar ağır bastığıyla doğru orantılı. Şunu da hemen tespit etmem mümkün ki, modern toplumun bize dayattığı güvenlik seçeneğidir. Bizden hep ama hep güvenlikten yana tercih koymamız isteniyor. Güvenli yaşam daha az çaba, endişe, sıkıntı istiyor; güvenli yaşam "iş", "ev", "araba" ve "aile" gibi aslında muhafazakarlık içeren burjuva yaşam vaadiyle bir arada paketlenip önümüze konuyor. Bu bombardımanın önünde bir an olsun durup düşündüğümüzde anlıyoruz ki bu "güvenli yaşam" palavraları şeytanla yapılan anlaşma gibi; çünkü güvenli yaşam diye bize yutturulan gül bahçesinin karşılığında özgürlüğümüz talep ediliyor.


İlk toplumlara bakalım, göçebe avcı-toplayıcılar. Romantik bir tavırla değil, onları yüceltmeden ve de aşağılamadan bakalım. M. Sahlins, "The original affluent society" adlı makalesinde çok da güzel özetlemiş durumu. Bu adamlar ve kadınlar, toprağa bağlı değiller, bir eve bağlı değiller, durmadan çocuk yapmadıkları için nüfus hep belli bir sayıda, kamp yeri herkese açık, doğanın nimetleri de. Genellikle zamanlarını uyuyarak, dinlenerek, dedikodu yaparak, bir şeyleri onararak geçiyorlar. Bir kaç güne bir ava çıkıyorlar, av olursa güzel bir ziyafet çekiyorlar..Bol bol zamanları var, ayrıca açlıktan kıtlıktan da kıvranmıyorlar. Mekana bağlılık olmadığı için gerektiğinde yer değiştiriyorlar. Fazlaca eşyaları yok, en önemlisi hafif olabilmek. Hafif kalıyorlar, nesnelere bağlılık da yok o nedenle. Kavga ediyorlar, şiddet var, insan yaralama ve öldürme de var. Ancak bunlar genellikle son çareler. Ahlaksızlık ve aykırılık yapanlar toplumdan soyutlanıyor. Toplumun kurallarını uygulamak kolay, yaptırım büyük. Herkesin birbirini yüzyüze tanıdığı ve kanbağı olan böyle bir toplumda güvenlik ve özgürlüğün dengesi olabilecek en iyi düzeyde. Ne güvenlik için özgürlükten feragat ediliyor, ne de özgürlük için güvenlikten. Olabilecek en kötü şey pılını pırtını alıp yeni bir grup oluşturmak; bu da sizi kan bağıyla bağlı olduğunuz grubun konforundan/sağladığı güvenden mahrum bırakır. Ancak hepi topu bu. Tekrar özgür olarak güvende olabilirsiniz bir süre sonra, siz de kendi küçük toplumumunuzu kurana dek.. İşte bu nedenle, dünya üzerindeki özgün varsıl toplumlar avcı-toplayıcılar. Modernitenin kendini özgür, zengin veya ilerlemiş olarak tanımlaması tamamen bir yanılgı veya aldatmaca..

M. Sahlins'in muhteşem eseri. Her ölümlü okumalı.


İnsanların yerleşik yaşama geçişi bir büyük olay. "Ev" diye yılboyu kalıcı ve sabit bir mekan ortaya çıkıyor. Artık göçebe olunmadığı için, doğumlar artıyor. Kadın ve ev arasındaki zorunlu, hatta tarihsiz, gibi görünen bağıntı ortaya çıkıyor. Kadının cinsiyet rolleri nüfusun devamını ve artmasını sağlaması bakımından değerli oluyor. Yani bir kadının işlevi, ailenin işgücü kapasitesini artırabilme gücüne sahip birey olarak tanımlanmaya başlıyor. Bebeğin ve çocuğun ilk yıllarında "annelik" görevini üstlenen kadın, doğumlar artıkça daha da fazla ev ve çevresine bağlı (dolayısıyla ev ve çevresinde yapılacak işlerin yükümlülüğünü yüklenir) hale geliyor. Hem Üst Paleolitik Dönemin hem Neolitik Dönem'in şişman, gebe, koca memeli ve kalçalı kadın imgesinin ardında böyle bir cinsiyet algısı yatıyor olabilir. Aynı zamanda eril simgelerin de öneminin devam ettiğini görüyoruz. Kudretli, güçlü ve dominant iktidar sahibi erkek, fallik veya boğa sembolleri aracılığıyla kadın imgelerinin yanında kendine rahatlıkla yer buluyor.


Göçebeliğin bitmesiyle, en hafif toplum ülküsünün yerini, en ağır toplum ülküsü alıyor. Kim en çok, en kalıcı, en gösterişli, en değerli nesneleri üretecek ve biriktirecek? Artık iş çığrından çıkıyor, inşa edilmedik kutsal alan, anıtsal mezar kalmıyor, koca koca evler de..Obsidyenden ayna da yapabilirsin artık, bazalt taşından öğütme taşı da, pişmiş topraktan kaplar da..Özgürlük ve güvenlik dengesinde neler oluyor? Toprağa bağlılık, toprak ile soy arasında bir ilişki çıkmasına neden oluyor. En verimli topraklara veya önemli hammadde kaynağına kim sahip olacak? İlk önce kim geldiyse o tabii ki. Aynı yerde durmadan evler inşa ediyor ki insanlar, biz hep buradaydık diyebilsinler. Köyün çevresini duvarla örüyorlar, kimi zaman hendekler kazıyorlar, kuleler inşa ediyorlar. Herkes seferber olmuş, aman çoluk çocuk güvenli bir şekilde burada "oturalım" diye. Tarlaları var, hayvan sürüleri var, yerleştikleri toprağın altında ataları yatıyor/yaşıyor..Buradaki güvenlik faktörü, yiyeceğin üretiminde, hayvanın yerleşme içine alınmasında. Bu buğdaylar şu mevsimde hasat edilebilir düşüncesinde, veya şu hayvanlar baharda yavrulayacak bilincinde. Doğanın döngüselliğini denetim altına alacağım kibirinde..Sürekli yollarda olmak zorunda değilim, kıçımı serip tüm yıl burada inşa ettiğim kerpiç evde yaşayabilirim konforunda. Ailemi büyütebilir, daha fazla işgücüne sahip olabilirim, daha fazla tarla ekebilirim, daha fazla ürün alabilirim düşüncesinde..Bu da toprağın esiri olan (ama toprak kölesi, ya da serf anlamında değil) insan modeli. Yiyeceğinin güvenliği için ömründeki "boş" vakitleri seve seve veren insan modeli. Öyle ki, bu "konforu" gören göçebeler bir bir yerleşik yaşama geçiverdi, hemen tahılını, bakliyatını ekti; hayvanını güttü. "Evinin kadını" olan kadınlar için "ev işleri" o zamandan beri bitmiyor. "Evlenmek" ile "birini eş seçmek" ne zaman eşanlamlı oldu acaba? Güvenlik ve özgürlük dengesi belki de ilk olarak kadınlar için fena kaçtı. En temel toplumsal çatışmayı cinsiyetler arasında bulmamız tesadüf değil o halde!

Bu yeni üretim biçiminin ve sosyal örgütlenme modelinin yaygınlaşmasından sonra toplumlararası çatışmaların arttığı ve güvenlik fikrinin ağır basmaya başladığı görülebilir. Kullanılan kaynaklar belli, artan nüfus ortada.  Bunun yanında ilk salgın hastalıklar ortaya çıkıyor. Ya insanlar farklı bir biçimde örgütlenmeyi başaracaklar, ya da terk-i diyar edecekler..Her ikisi de oldu. Kan bağına dayanmayan yeni toplumsal örgütlenme biçimleri ortaya çıkarken, bir yandan da insanlar yeni coğrafyalara doğru yola çıktılar. Hatta bazıları teknelerine atlayıp adalara yerleşmeye gittiler, bir daha geri dönmemecesine...Onlar kendilerine eski alışık oldukları yaşamı bir daha kurmaya girişirken, geride kalanlar, bir lider öncülüğünde yeni bir hayat kurdular.


Zamanda biraz daha ilerleyelim. Nüfus artışı tarihte daha önceden görülmemiş yeni durumlar ortaya çıkardı. Hayvanların evcilleştirilmesi, insanların sürekli olarak bir arada yaşamaya başlaması, tarıma bağlı artan işler, beslenecek boğazların artması, az bulunan maden yataklarının denetimi, yeni silah tiplerinin üretimi vs. hepsi toplumlar arası çatışmaları artırdı.  Özellikle, önemli hammadde kaynaklarının (bakır, kalay, altın, gümüş, kalas gibi) kontrolü için birbiriyle didişen toplumlar tarihin hareketini sağlıyor. Toplumlararası çatışmaların arttığı, can ve mal güvenliğinin olmadığı bu dönemde, insanlar neyi seçti dersiniz? Tabii ki güvenliği! Güvende olmadığın bir dünyada özgür olmanın anlamı ne, öyle değil mi? Kendi tarihsel koşulları içinde göremeyecekleri tek şey, güvenlik karşılığında neyi takas ettikleriydi! Surların içinde, bir liderin çevresinde, insan gücünün bol olduğu ve saldırı karşısında herkesin silahlanabildiği güvenlik ortamı içinde yaşamak istemenin ne fenalığı olabilir? Fenalığı şurada: İnsan kendi zincirlerini bilerek ve isteyerek başkasının ellerine teslim etmiş oldu. Yani, zincirleri insana takanlar zorba liderler değil, tam tersi, kendi rızalarıyla kendini kendini zincirleyen kişilerdi. İnsanın en temel biyolojik dürtüsü olan can güvenliği arzusu, insana verili olan en değerli ve biricik yaşam enerjisini, yani özgürlüğünü alıyordu (Sanırım burada bir Hobbes göndermesi gerekli).


Geç Tunç Çağında (MÖ 1600-1200) Truva kenti. Sur içi ve sur dışı yaşam.

 

Bu takas ölümcül bir takastı, çünkü yalandı. Can ve mal güvenliği sağlayan lider, istediği takdirde, insanların güvenlik korkusunu sonuna kadar sömürebiliyor, onları bir askere veya köleye çevirebiliyordu. Sur içinde yaşamın konforu, daha doğuştan köle olmak anlamına geliyordu. Sanılmasın ki, köleler ve topraksız köylülerdi sadece acı çeken, efendinin trajedisi de hep devam ediyordu. Efendi kendini pahalı mücevherleri, kumaşları ve emrindeki ordusuyla, din adamlarıyla oyalıyordu. Tüm bunlara sahip olduğundan ötürü, o da hiç özgür değildi! Hatta, tam da bunlara sahip olduğu için, o kendi kölesinden ve çiftçisinden daha az özgürdü. Özgürlük, herkes için az bulunur değerli bir "hammaddeydi". Burjuva devriminden önce kıta Avrupa'sındaki feodal sistemi anlatan Marx, tam da bu sınıf çatışmasından, emek sömürüsünden bahsediyor, burjuva devriminin tarihsel önemini ve değerini bu çerçeveden bize sunuyor, benzer bir işçi devrimini de özgürleşmeye doğru giden yolda tarihin tininin zorunlu bir sonucu olacağı şeklinde yorumluyordu. Sınıf çatışmalarının sona ermesi ülküsünde "özgürleşme" tininin gerçekleşmesi zorunluluğu karşısında tarihin tam da bu patikayı takip etmesi olası gözüküyor.
 

Ama, peki ya güvenlik? Özgürleşmenin karşısında güvenliğin geri adım atacağını hiç öngörebiliyor muyuz? Hele de içinde yaşadığımız dünyada, hangimiz kendini daha özgür hissediyor? Değil göçebe avcı-toplayıcının özgürlük duygusunu, Neolitik Dönem'deki ilk çiftçinin veya Tunç Çağı'ndaki surlu yerleşmeye sığınan ailenin özgürlüğünü bile mumla arar durumdayız. En azından bu insanlar kendi evlerini inşa edebiliyor, ava çıkabiliyor, kendi yiyeceklerini üretebiliyor, kendi kıyafetlerini dokuyabiliyor ve sınırların ve termal kameraların olmadığı bir dünyada özgürce mekan değiştirebiliyordu.
 
Suriyeli sığınmacılar Macaristan sınırında.
Özgürlük ve güvenlik bu resmin neresinde? Kaynak: Guardian.
 
Modern dünyanın zavallı özneleri biz: Çok konforlu yaşamımızın hangi anlarında özgür, bağımsız ve endişesiz hissediyoruz? Bir kere canımızın güvenliğini tamamen devletin kolluk güçlerine teslim etmiş durumdayız. Yiyeceğimizi üretecek, kendimize ev inşa edebilecek, doğada ailemizle kalsak hayatta kalabilecek hiç bir bilgi ve deneyime sahip değiliz. Tüm bunları bizim yerimize başkaları yapıyor ki bu da güvenlik karşılığında takas ettiğimiz özgürlüğümüzün bir parçası. Peki ya sahip olduğumuz ve sürekli arttırmamız gereken mallarımızın güvenliği? Hani biriktirdiklerimiz, güvenli bir iş, huzurlu bir aile, dolgun bir banka hesabı, emeklilik primleri, çocuğun okul parası? Yani öngörülen basmakalıp bir gelecek. Tüm bunlara "sahip" olduğumuz anda bir sihirmişcesine vardan yok olan özgürlüğümüz? Tüm oyalanmalarımız, asık suratlılığımız, endişemiz, bitmeyen stresimiz ve insanın içine fenalık getiren "küçük bir sahil kasabasına yerleşme" hayallerimiz...


Antik Yunan medeniyeti dahil tüm görkemli ve varsıl medeniyetlerin temelinin kölelerin emeğinde aranması gerektiğini söyleyen Marksist eskiçağ tarihçisi Croix, bireyin özgürlüğünün "tüm insan krallığının çıkarları için" giderek yok olmasını Marx'tan alıntıladığı şu pasajla anlatır:
 
"In the development of the richness of human nature as an end in itself... at the first the development of the capacities of the human species takes place at the cost of the majority of human individuals and even classes...; the higher development of individuality is thus only achieved by a historical process during which individuals are sacrificed; for the interests of the species in the human kingdom, as in the animal and plant kingdoms, always assert themselves at the cost of the interests of individuals."
(Theories of Surplus Value II.118)
 
V. van Gogh, Patates yiyenler/Aardappeleters tablosu (1885).
Croix'un kitabına seçtiği kapak resmi. Kaynak: wikipedia.
 
Neden Žižek'e göre Edward Snowden bir modern zaman kahramanı daha iyi anlıyoruz şimdi! Snowden, bize güvenlik diye yutturulan şeyin aslında özgürlüğün/mahremiyetin ve en ironik haliyle güvenin kendi rızamızla nasıl devletlerin eline teslim edildiğini gösterdiği için bir kahraman. Tam da o nedenle o devletler için bir vatan haini! Devlet aygıtının meşruiyetini sarsabildiği için. (Makale şurada: http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/sep/03/snowden-manning-assange-new-heroes)
 

Sonuç olarak, anladım ki, insanlık tarihinde bir öncekinden daha karmaşık bir siyasi/ekonomik/sosyal örgütlenmeye giden her adım, özgürlüklerden daha fazla ödün vermek anlamına geliyor. Küreselleşmenin kendisi o nedenle özgürlüğümüzden geriye kalan kırıntıları da kurban etmemizi talep ediyor. Bize vaad edilen yine daha fazla güvenlik. Hiç gelmeyecek güzel bir gelecek için elimizdeki en değerli şeyden, yani özgürlükten ebediyen vazgeçmek..Tartışmanın bizi getirdiği nokta, sadece kapitalizm veya küreselleşme ağlaklanması değil. Aynı zamanda, insanın biyolojik dürtülerinin özgürleşme tininin tarihte gerçekleşmesine ne kadar izin vereceği sorusu. En başta gördüğümüz gibi, "can güvenliği" tehlikesi söz konusu olduğunda, özgürlük-güvenlik "dengesi", böyle bir denge varsa tabii, bozulmaya veya manipüle edilmeye çok müsayit. Tam da bugün olanlar gibi. İnsan zihninin en ilkel ama en güçlü dürtülerini kullanarak, insanlara bir düşman gösterip ("terörist", "bölücü", "vatan haini", "komünist" vs.) kişilerin tüm mahrem bilgilerini kendi rızalarıyla vermelerini sağlayabiliyorsunuz. Bana öyle geliyor ki, tarihte hiç olmadığı kadar güvenlik, özgürlük karşısında ağır basmış durumda. Hiç olmadığı kadar, özgürlüklerimizi kendi rızamızla veya bize danışılmadan "duman adamlara" teslim etmeye hazırız. Peki bunun bedelini çekmeye hazır mıyız?

Fotoğrafı Bombardımana Tutmak

Kıyıya vuran çocuk, artık bazı şeylerin sınırına gelindiğini gösteriyor. Hem insanlık anlamında, hem insanlığın yaşamda kendini konumlandırdığı yer anlamında. Bu ise, bir çocuğun ölmesiyle ilgili değil yalnızca, çocuklar hep öldü ve ölüyor savaşlarda. Daha çok, fotoğrafın yayınlanıp yayınlanmaması gerektiğiyle ile ilgili tartışma, aslında tuhaf bir şekilde insanın kendini nasıl algılamayı ya da anlamlandırmak istediği ile ilgili bir durumu içeriyor (çocukların bu fotoğrafı görme meselesini burada geçmeli, ona verilecek yanıt belli). Durum, bir fotoğrafın yayınlanması ya da yayınlanması ikileminin ötesinde bir boyut taşıyor. Bir kere, ana akım medyanın da, sosyal medyanın da, artık ne kadar öznelere ve öznel kararlara bağlı olduğu bir tartışma konusu. Sadece Facebook'un bile bizleri ne kadar dönüştürdüğünün, kim bilir beynimizi nasıl şekillendirdiğinin, nasıl yeni bir insan tipi ortaya çıkardığının ne kadar farkındayız? Artık ne kadar iyiden iyiye kendimizi değil, temsilimizin temsilini yaşadığımızı biliyor muyuz?

Belki de artık neredeyse tamamen içine gömüldüğümüzden farkında olmadığımız kadar tuhaf bir durum: Bir gün içinde bir fotoğraf, yüz milyonlarca bireyin baktığı ve en sarsıcı duygulara kapıldığı, sonunda belki de küçük de olsa bazı adımların atılmasında yol açan bir küresel imgeye, oradan da çabucak bir küresel bir sembol statüsüne dönüşüyor.
Teori parçalayacak halim ve kibrim yok şu konuda, ama bu son durum Debord'un "gösteri toplumu"nu anlatmıyor mu tam olarak? Milyonlarca insanı şu ya da bu şekilde sarsan bu fotoğraf, bir şekilde fetiş malzemeye dönüşerek, bağlamından kopmuyor mu? Buna sanırım bizden iyi bir örnek, AK Parti gençlik kollarının şu protestosu:


Burada, bir çocuğun ölü fotoğrafının küresel bir simgeye yükseltilerek, soyut bir ahlaki düzlemde eşitlenmesi, toplumsal arka planın ve geçmişin sislerle kaplanması ve bunun sonucunda herkesin kullanımına, küresel dolaşıma açık fetiş bir malzemeye dönüşmesinin bir örneği mevcut değil mi? Bunun dışında, yılların sağcı Alman tabloid gazetesi Bild'in manşetten, kıyıya vuran çocuğun fotoğrafı üzerinden "Avrupa medeniyeti çöküşü" güzellemesine girmesi ne kadar samimi ve inandırıcı? Tüm bunların ne kadar sömürü ya da ne kadar temel bir insani dönüşümün işaretleri olduğunu, ne kadar ahlaki bir ikiyüzlülüğe, sahte bir "hümanizme" ya da ne kadar gerçek bir sistem sorgulamasına dayandığını zaman içinde göreceğiz. Ölen çocuğun ailesinin gitmeye çalıştığı Kanada'nın göçmenlere kapıyı kapatışı, Türkiye'deki ırkçı düşmanlık, küresel kapitalizmin Ortadoğu'da ya da dünyanın başka yerlerinde başlattığı savaşlar sorgulanacak mı? İslam dünyası 1500 yıllık fetvalarla birbirini öldürmenin ne demek olduğunu sorgulayacak mı? Tüm bunların bir fotoğrafla değişeceğine inanmak biraz tuhaf. Gerçi hemen girebiliyoruz böyle bir umut sarmalına. Gezi'den sonra da sosyal medyayı devrimin öncüsü ilan etmedik mi? Ama bugün ne oldu? Ülkenin doğusunda savaş var, genelde de durum her gün daha kötüye gidiyor. Nerede peki sosyal medyanın birleştiriciliği? Onun olağanüstü empatik üretkenliği?

Bu işte bir bit yeniği olmalı o halde. Sosyal medya mecrasının gerçek bir dünya olmadığını biliyoruz elbette. Orada kendi temsillerimiz var. Yemek yerkenki, eğlenirkenki imajlarımız ya da politik temsillerimiz. Ne kadar kendimizi kaptırsak da biliyoruz elbette "sanallığını". Ama sosyal medyanın temsili ettiği dünyamız ne kadar bize ait, ne kadar kendimizi gördüğümüz gibi, sosyal medyada dile getirdiğimiz evrensel değerlere göre yaşıyoruz gerçek dünyayı? Yoksa gerçek dünya dediğimiz de aslında bir temsil olmasın artık? Belki de gerçek dünyadaki yaşamsal ve politik eylemsizliğimiz, yaşam alanlarımızın işgali, deneyimlerin tüketime dönüşmesi, sosyal medyadaki yaşamımızı haddinden fazla gerçek kılıyor bizim için. Debord'un gösteri dünyası sosyal medya değil, bizzat kendi yaşamlarımız haline geldiğinden, gerçek insani deneyimleri ve duyguları sosyal medyaya götürüyoruz, yangından mal kaçırır gibi. Bu nedenle de belki, bir çocuğun ölümünün fotoğrafını küresel bir vicdan bombardımanına tutuyoruz. Ölen öldü ve ölmeyen ölecek. Kendimizin neye dönüştüğünü-dönüştürüldüğünü sorgulamalı, izleyicilikten yaşamı yeniden düzenleyecek-örgütleyecek özneler olmanın yollarını aramalıyız. Yoksa ikiyüzlü, unutkan ve vahşi bir tür olduğumuzu kabul edip, tarihin meleğinin silkinip bizi süpürmesini beklemekten başka çaremiz yok. 

Perşembe

Çeviri Meseleleri

Yıl 1990 küsur, Cağaloğlu'ndaki  lisemden çıkmış, paldır küldür yokuş aşağı inerken birden duraklıyor ve duvarın kenarında kaçak sigara, tütün ve kitap satan tezgahtara yöneliyorum. Adamdan Camel isterken, kitaplara göz atıyorum. Derken, o da ne? Daha geçenlerde sınıfta geyiğini yaptığımız Joyce'un Ulysses'i! Hem de ucuz, hem de indirimde (gerçi tezgahtarın kitapları hem indirimdeydi)! Camel'ı çantama saklayarak, elimde Ulysses vapura koşturuyorum. Ama şu işe bakın ki, vapurdan inene kadar Ulysses'i bitiriyorum, çünkü kitap 85 sayfa! Kitabın sadece onda birinin çevrildiğinden ise o zamanlar haberim yok tabii. Bunun dışında gençliğimden hatırladığım bir sürü klasik var. Kim bilir kaçını yarıda bıraktım ya da onlar zaten çeviri sürecinde yarım bırakılmıştı! Çoğunu sıkıcı olduğundan da değil, kendi aklımdan şüphe ettiğim için bıraktım. Anlayamıyordum, geri zekalı olmalıydım. Çevirilerin çoğunun eksik ya da yanlış olduğunu ise, okuma alışkanlığını tekrar kazanmaya çalıştığım ilerideki yıllarda fark edecektim.

Peki bugün değişti mi bir şey? Gerçekten özenli çalışan çevirmenler, redaktörler, editörler var, şüphemiz olmasın. Ancak okuduğunuz şeyi anlamıyorsanız, önce aklınızdan şüphe etmeyin derim. Bugün bir kitabevinde rastgele seçeceğiniz kitaplarda ya eksik ya yanlış ya da hem eksik hem yanlış çevrilmiş sayısız kitap bulacağınızdan emin olabilirsiniz.

Bu çevirilerin yarım yamalaklığının hem trajikomik hem de acıklı bir arka planı var. Bazı yayınevlerine, editörlere, çevirmenlere sorsanız, bu kitapların berbat bir şekilde de olsa çevrilmesi, onlara göre büyük bir kültürel katkı. "Çünkü bu kitaplar çevrilmelidir!" Hem de büyük bir özveriyle yapmaktadırlar bunu. "Sizler bilmezsiniz yayınevi idare etmenin zorluğunu!" Oysa burada söz konusu olan, özensizliğin, üstünkörülüğün, hatta işine saygısızlığın idealist bir kibir ile örtülme çabasından başka bir şey değil. Bir de tabii bizdeki yaygın eğitimli-eğitimsiz söylemine özgü yukarıdan bakma, "bilinçlendirme" adına toplumu, okuyucuyu küçümseme hali burada da mevcut.

Kültür hizmeti olarak sunulan şey ise, tam tersine kültüre bir darbe vurmuyor mu ama? Kaç kişi soğumuştur acaba kötü çeviriler yüzünden okumaktan, ya da kendi aklına güvenini kaybetmiştir? Örneğin bazı felsefe kitaplarının orjinali, çevirisine göre emin olun çok daha sade ve anlaşılır dille yazılmıştır, Ayrıca kötü çevrilen kaç kitap, nasıl olsa çevrildi diye ziyan edilmiş ve bir daha çevrilme zahmetine girilmemiştir? Ya da bir kitap çok satıyor diye  kaç kere yeniden kötü çevrilebilir?

Bu son soruyla ilgili bir örnek vereyim. Kafka'nın "Dönüşüm" adlı uzun öyküsünün son çevirisinin (evet, sürüsüne bereket çevirisi var) düzeltmesini yaparken, tesadüfen "Dönüşüm"ün dört farklı Türkçe çevirisini satır satır karşılaştıran bir teze rastladım. Aralarında meşhur çevirmenlerin de elinden çıkma bu çevirilerin hepsi birbirinden sorunluydu. Kimi, öyküde olmayan diyaloglar eklemiş, kimi anlamadığı cümleleri atlamış, kimi de cümleleri kafasına göre yorumlamış. Bu kısa ve aslında ne okuması ne de çevirmesi o kadar zor olmaması gereken öykünün bu kadar sayıdaki farklı çevirisindeki hataları gördükçe, geçmişte ve bugün neler okumak zorunda kaldığımızı hatırladım tekrar. Önümdeki son ve belki de tek iyi "Dönüşüm" çevirisini ise öpüp başıma koyduktan sonra çevirmenine teşekkür ettim içimden.



Sık yaşandığını düşündüğümü bir başka örnek, çevirmenin "forsunun" redaktörü ezmesiyle ilgili. Doğrudan çevirmenin bir suçu olmaktan çok (kötü çeviri dışında), yayınevinin işleyişiyle ilgili bir redaktör sömürüsü bu. Bir süre önce redaksiyon için aldığım klasik bir romanın ödüllü bir çevirmen tarafından yapıldığını görünce içime bir ferahlık gelmişti. Gelin görün ki, daha beşinci sayfada gelincik tarlasına dönmüştü düzeltmeler. 50. sayfada editöre mail atıp, çevirinin çevirmene geri yollanması gerektiğini, yoksa benim her şeyi baştan çevirmem gerektiğini yazdım. Tamamen anlamsız cümleler birbirini kovalamaya, karakterlerin duygu durumları birbirlerine karışmaya başlamıştı çünkü. Yeniden çevirirdim belki ama bir redaktör olarak alacağım para 350-400 TL'yi geçmeyecekti. Neyse, sonunda editör, çevirmenin tanınmış biri olduğunu ve çeviriyi kendisine tekrar yollayamayacağını yazdı. Elbette editörler de çok arada derede kalıyorlar, çevirmenin bütün günahını üstlenmek zorunda kalan redaktörleri mümkün olduğu kadar dışarıdan-güvencesiz çalıştırmak zorunda kaldıklarından ve emeklerinin karşılığını veremediklerini bildiklerinden, içten içe bu duruma üzülüyorlardır.

Sonuçta çeviri ve yayımlama süreci öyle bir döngü ki, işleyişteki bir kusur sürecin tüm aşamalarını vuruyor. Kötü bir çeviriyle baş başa kalan paraya muhtaç bir redaktör, sizce kaç denemeden sonra berbat çeviriyi üç kuruşa düzeltmeyi reddeder ve artık çeviriyi orjinaliyle karşılaştırmayı bırakıp yalnızca yazım hatalarını düzeltmeye girişir? Ya da bir çevirmen, ne zaman kendinde bazı cümleleri atlama ya da kafasına göre "uydurma" hakkını bulmaya başlar? Bu soruların ve genel olarak bu konunun elbette birçok farklı yüzü var, yayınevleri arasındaki ve yayınevi bünyesindeki hiyerarşiden, ülkedeki kitap okuma oranlarına kadar. O nedenle yazılacak şey çok. Aslında başta redaktörlerin, çevirmenlerin ve editörlerin söyleyecek, yazacak şeyi o kadar çoktur ki. Umarım herkes bir gün eteklerindeki taşları dökmeye başlar. Aslında işbu konuyla ilgili yazma fikrini de, editörlükle ilgili yeni çıkan şu dosya verdi. Ayrıca yayınevi dünyasındaki idealizm ve emek sömürüsüyle ilgili geçenlerde bir söyleşi çıkmış ve bu sömürüye karşı kurulan yayınevi emekçileri kolektifinden söz edilmişti. Onlara da bakılmasını öneririm.