Çarşamba

Gözlerime İnanamadım!: Nesne-özne dikotomisi üzerine atıp tutmalar

Felsefecilerin, özellikle kıta Avrupası’nın felsefe geleneğinin, özne-nesne ikiliği üzerine ve bilincin işleyişi (fenomenoloji) üzerine ürettiği düşünceler, ortaya attığı fikirler ve bu dikotomiyi aşmanın yolları üzerine kafa patlatması bir kaç yüzyıldır sürüyor. Felsefe tarihçilerinin geleneksel olarak Descartes ile başlattıkları ve Kant ile zirveye taşıdıkları ‘özne felsefesi’ akımı şimdilerde sarkacın geri salınımıyla ‘nesne felsefesi’ne dönüşüyor gibi (bkz. Meillassoux, Bryant vb.).  

Kant’ın tanımladığı ‘kurucu özne’ anlayışı yerini yavaş yavaş ‘kurucu nesne’ye bırakıyor galiba. İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan post-critical düşünceye göre, dünyayı bilincimizde oluşan bilgilerle biz kuruyorduk. Hatta her birimiz farklı inşa ediyorduk, her birimiz dünyayı farklı okuyorduk ve dolayısıyla farklı yaşıyorduk. İçine düştüğümüz (Falling) dünya nesnel bir gerçeklikti tabii ama duyularımız, duygularımız, yaşantılarımız, deneyimlerimiz ve içinde bulunduğumuz her türlü bağlam bizim ‘dışımızdaki’ dünyayı nasıl okuyacağımızı belirliyordu. Bu görüşe göre, dünya nesnel olarak bilinemez, çünkü dünyayı bilebilen veya bildiğini iddia eden tek şey zaten öznelerdir. Öznenin bilebildiği dünya dışında başka bir dünya olmadığına göre ve özneler özne olmaktan çıkamayacaklarına göre evrensel olarak bilinebilen nesnel bir dünya diye bir şey mümkün olamaz. En temel tanımlar ve ölçü birimleri bile dünyayı nesnel olarak bilmenin göstergesi değildir, bunlar da öznenin tanımladığı dünyayı bilme araçlarıdır, hepsi kaçınılmaz olarak özneldir!
Eyvallah!
Post-modernist (bazı felsefeciler post-critical demeyi tercih ediyorlar) düşünüşde nesnel olarak bilinebilen bir dünya yoktur. Nesne-özne etkileşiminin olduğu ama öznenin içinde bulunduğu bağlamlar ve deneyimleri ışığında bilebildiği bir dünya vardır. Ayyy gözlerime inanamadım! derken işte öznelliğin sınırlarına dair bir ipucu yakalamış oluruz. Duyu organlarımız dışımızda bir dünyaya ilişkin veriler topluyor ve beyne iletiyor, ve beyin bunları aynı şekilde alıp bilgiye mi dönüştürüyor? Hayır! Beyin, kendi geçmiş deneyim, yargı ve önyargılarıyla harmanlayarak veriyi bilgiye dönüştürüyor. Yani nesnellikten öznelliğe geçmemiş bir 'bilgi' mümkün değil. Eğer duyularımızın ilettiği veri, şimdiye kadar edindiğimiz bilgilere aykırıysa 'gözlerime inanamıyorum!!' gibi saçma bir cümle kurarak bu durumu ifade etmeye çalışıyoruz. Sonuçta dediğimiz gibi, en nesnel ölçüler bile (zaman, mekan, uzunluk, hacim, renk etc..) öznenin ortaya attığı kategorilerdir. Yarın öbür gün bir uzaylı gelse, onların evreni bilme kategorilerinin bizimkinden 180 derece farklı olduğunu görürüz heralde. Sadece farklı duyu organlarına sahip olduğu için de değil! Şunu düşünün ki, gözün gördüğü renkler aynı biyolojik evrimden geçmiş tüm insanlar için birebir aynı olmalı değil mi? Bundan daha nesnel ne olabilir? Peki o zaman neden bazı kültürlerde ‘mavi’ diye bir renk yok? Neden aynı objeye bakan farklı gözler farklı renkler görüyor? Kültürlerarası renk algısıyla ilgili bir sürü deney ve yayın var, internetten açıp bakın. Renk bile kültürel olarak tanımlanan bir şeydir.

Daha da ilginci belki de sinestezi olarak bilinen tıbbi durumdur. Sinestezi 'sorunu' olan insanların bir duyu organları uyarıldığında otomatik olarak başka bir duyu organı da uyarılıyor. Mesela renkleri ses olarak, sesleri görüntü olarak, harfleri veya rakamları renk olarak algılıyorlar. Uzatmayalım: Duyu organlarımızın niteliği aynı gibi gözükse de, işleyişleri ve beyinde yarattıkları etki bambaşka olabilir. Bir tane dünya var belki ama milyarlarca farklı dünya kavrayışı ve algısı var. İşin komik yanı bir çok insanla aynı şeylere gülmemiz veya sinirlenmemiz bir çeşit mucize. Diğer yandan, 'evet seni çok iyi anlıyorum' gibi sıradan cümleler kurarken çok dikkatli olmamız gerek. Böyle bir şey ne kadar mümkün merak ederim, orası ayrı konu...



Ehh, gerisini siz düşünün! Evrensellikten, aklın bir yolu olduğundan, genel-geçerlikten, yasalardan, ebedi-ezeli olan şeylerden bahsederken iki kere düşünmek gerek gerçekten.

Bir bebeği düşünün. İçine tam anlamda ‘düştüğü’ dünya zaten kültürlenmiş bir dünya. Aslında içine düştüğü şey dünya değil, kültür. Daha gözleri tam olarak görmezken baktığı dış dünya onun için bilgisini duyu organlarıyla ve yaşantılarla topladığı bir kolajdan ibaret olmalı. Daha sonra ilk yaptığı şey bazı nesneleri ayırt etmek, eline alarak, ağzına götürerek tanımaya çalışmak. Onun için nesnelerin hiçbir adı yok, işlevi yok, anlamı yok. Pencereden dışarı baktığında ‘işte ağaçlar’, ‘işte apartmanlar’, ‘işte hayvanlar’ demiyor. Aslında tam olarak pencereden baktığında ne ‘gördüğünü’ bilmemiz mümkün bile değil. Aynı manzaraya baksak da, onun 6 aylık gözleriyle bizim 30 yıllık gözlerimiz bambaşka şeyleri görüyor. Biz herşeyi isimlendirip kategorileştirirken ve böylece yargılarda bulunurken (‘yaşlı bir ağaç’, ‘yüksek kaldırım’) o dünyayı belki de gerçekten nesnel olarak algılıyor. Yargı vermeden, önyargılara sahip olmadan, şeyleri kategorilere ayırmadan, iyi-güzel-doğru gibi ahlaki yorumlarda bulunmadan dünyayı belki de olabilecek en nesnel haliyle kaydediyor. Bir yerlerde okumuştum, çok hoşuma gitmişti: Bir nesneye isim vermek onu daha iyi bilmemizi sağlamaz, onunla aramıza mesafe koymamıza yol açar diye. İsim verdiğimiz her ŞEY bir NESNE’ye dönüşüyor çünkü özne için. Yani bu açıdan bakılınca nesnesiz özne, öznesiz nesne olamaz şeklinde bir sonuca varabiliriz. Bir bilen olduğu zaman şeyler, nesneye dönüşüyor. O zaman özne-nesne dikotomisini sona erdirmenin pek de bir başarı şansı yok gibi, ama belki böyle bir uğraşın pek bir anlamı da yoktur.
İsmin mor renk tadında!

Aynı şey ‘nesne felsefesi’ için de geçerli. Her şeyi kuran özne değil de, özneyi kuran nesneyse eğer, o zaman yine aynı hatalara (hata demeyelim de aynı çıkmaz sokaklara) girmiyor muyuz? Anladığım kadarıyla çevreci akımlardan beslenen bu düşünce, öznenin biricikliğini, nesneler arasındaki üstün ve ayrıcalıklı konumunu alaşağı etmeye çalışırken (ki bu değerlidir tabii) yine özne odaklı bir bakış açısına varmıyor mu? Yani özneden kaçmak mümkün mü? Dünyayı bilebilmenin tek yolu kendi öznelliğimiz içinden bakmaksa, yine ölçüleri ve ölçekleri biz belirliyorsak ve dünyanın hakikatini bilme derdi tek bizde varsa; nesneler ne kadar bizi yönlendirirse yönlendirsin, davranışlarımızı ne kadar etkilerse etkilesin, kendimizi ne kadar saklamaya, küçültmeye, nesneleri özgürleştirmeye çalışırsak çalışalım sonuçta BİLEN ve bildiğini İDDİA EDEN sadece özneyse bu etkinliğin varacağı nokta eskisinden ne kadar farklı olacaktır?

Batı felsefesinin ulaştığı zaman-mekan-tarih bilinci noktasından geri dönmesi düşünülemeyeceğine göre, özne-nesne ayrımının bizi daha çok meşgul edeceği belli. Hiç birimiz bebekliğimizdeki ‘safa yakın’ bilinç durumuna geri dönemeyeceğimize göre, yani birbirini sürekli olan etkileşim içinde kuran özne-nesne evreninde, bilinç ve bilgi dünyasında dolaşmaya devam edeceğiz. Bunun dışında başka bir nesnellik alanı aramak zaten nafile (bunu artık sağır sultan duydu heralde, gerçi bizim üniversitelerde duymayanlar kalmış). Yani kendinde-şeylerin bilgisine ulaşamayacağız. Ha, kendinde şeylerin bilgisi diye bir şey de yok. Şeyler sadece varlar. Bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak varlar. Onlara sen varsın diyen bir özne olmasa bile! İnsanlar ortaya çıkmadan önce dünyada yaşamış fosilleri düşünün. İnsan diye özbilinçli bir canlı evrimleşmemiş olsaydı da, onlar bu dünyadan gelip geçmiş olacaklardır. Yalnızca bilinemeyeceklerdi. Orası ayrı! İşte öznenin haddini bilmesi için bence bunu idrak etmesi gerekli. Herşey sonuçta Erich Fried’un şu şiiri ile anlatılabilir sanırım:
Was es ist
Es ist Unsinn
sagt die Vernunft
Es ist was es ist
sagt die Liebe

Es ist Unglück
sagt die Berechnung
Es ist nichts als Schmerz
sagt die Angst
Es ist aussichtslos
sagt die Einsicht
Es ist was es ist
sagt die Liebe

Es ist lächerlich
sagt der Stolz
Es ist leichtsinnig
sagt die Vorsicht
Es ist unmöglich
sagt die Erfahrung
Es ist was es ist
sagt die Liebe


Türkçesi (www.erichfried.com adlı siteden alınmıştır)

Saçma
diyor akıl
Ne ise odur
diyor sevgi

Mutsuzluktur
diyor hesap
Acıdan başka şey değildir
diyor korku
Çıkmazdır
diyor anlayış
Ne ise odur
diyor sevgi

Gülünç
diyor gurur
Hafifmeşreptir
diyor ihtiyat
Olanaksız
diyor deneyim
Ne ise odur
diyor sevgi

Görmek


En garip sorulardan biri bence hep şudur: Atomlar nasıl oldu da belirli bir düzenek haline gelip, yine kendileri, yani atomalar üzerine düşünen bir yapı oluşturdular? Yani, insan bilincine kadar giden organik süreç nasıl ortaya çıktı?
Böyle sorunca elbette diğer canlılara, kedilere, köpeklere, bitkilere, amiplere haksızlık ediyoruz. İzlediğimiz belgesellerden belli ki, birçok hayvanla aramızda tek bir "tık" var, yani öyle aman aman bir fark yok, dil dışında. O nedenle, canlıları da alalım aramıza ve yeniden soralım: Atomlar ya da atom atom altı parçacıklar, nasıl oldu da, kendilerini, varolan varlığın içinde yeni imkanlar açacak bir yeniden üretim düzeneğine, yani canlılara dönüştürdüler?
Burada en çok kafamı kurcalayan, bana gerçekten "mucizevi" gelen nokta, canlılarda görme algısı.
Görmek ne demek? Bunun için belki önce, görmenin hiç olmadığı bir dünya düşünelim. Bunu ancak düşünmemiz gerekebilir, imgelem dünyamızda, duyularımızı en aza indirgeyerek yapabileceğimiz bir düşünsel etkinlikte bir dünya tasavvur etmemiz gerekebilir. O dünyadaki en ilkel canlıda, görmeyi, tek hücrelilerle başlayan süreçte, dış dünyaya tepki veren, değişen dış dünyaya göre sinyaller veren sensörler düşünmemiz gerekebilir. Görmek: ilkel organizmalardan günümüze, evrenin kendi başınalığına bir son veren başka bir evren.
Merleau-Ponty'lerin yanıldığı nokta da sanırım tam buydu: görmenin hayvansal-bitkisel ve hücresel boyutuna inmemek. Tam bu satırları yazdığımda içeri giren bir kara kelebek, kendisine gelen uyarılara göre hareket ederken hem görüyordu hem görmüyordu. Yani karşısındakinin ne olduğunu bilmiyordu ama kendi yaşamsal stratejisi için, kendisine göre en uygun hareketi seçebiliyordu. Elbette bizim ekstra üretimlerimiz olan mum gibi şeyleri hesaba katamayıp ölmedikleri sürece. 
Kısacası görmeyi, sadece insanın şu ya da bu objeyi görmesi ve tanımlaması olarak aldığımız zaman, bu, son derece mucizevi bir eylem. Ama bu eylemin evrimsel tarihinde, görmek, yalnızca bu anlamda görmek değil, belirli sensörlerin, dış dünyadaki iletilerine tepki vererek hareket etmesini içeriyor. Ama aslında görmenin olağanüstülüğü tam da bu noktada ortaya çıkıyor: Belli ki görmek, salt insana özgü olmayan, canlının evrimine özgü, kendini dış dünyaya göre konumlandırma ve kendini ona göre hareket ettirme sanatı. Canlılık ve görmeyle ilgili esas soru da belki de burada ortaya çıkıyor: Dış dünya dediğimiz şey nedir? 
Büyük ihtimalle iç dünya ve dış dünya diye bir şey, "objektif" dünyada, yani dünyanın, evrenin kendi işleyişinde yok. Canlılığın, organizma olmanın en temel özelliği ise, kendine başta böyle bir iç ve dış dünya düzeneği kurgulamasında yatıyor.  Taa tek hücrelilerden günümüze kadar gelen süreçte, biz organizmalar olarak, belli ki, kendimize ait olağanüstü bir evren yaratmışız. Evrenin kendisinde olmayan renkleri görüyor, evrenin kendisinde olmayan sesleri duyuyor, evrenin kendisinde olmayan kültürleri kuruyoruz. O zaman, canlılık, evrenin içinde kendi kendine kurulmuş bir çılgınlık mı? Ama matematik hayır diyor şimdilik, çünkü kendi evrenimizden çıkardığımız hesaplarla, taa Mars gezegenine, bizim olmayan evrene, bir alet indirebiliyoruz. Burada, dış-objektif evren ve iç-subjektif evren arasında gitgeller başlıyor. Biz canlılara atfedilen bütün teolojik ve teleolojik varsayımları geçsek de -ki doğru düşünmek için onları geçmek gerekiyor- bu noktada yine de başa dönüyoruz:
İyi de, atomlar nasıl oldu da belirli bir düzenek haline gelip, yine kendileri, yani atomalar üzerine düşünen bir yapı oluşturdular?

Pazartesi

Sünnet Meselesi



Kimi zaman insanın kendi türüne yabancılaşması gerekir ki, türünün, nasıl tuhaflıklar, aptallıklar ve zalimlikler yapabildiğini ve bunları zorunlu gelenek olarak yutturabildiğini görebilsin. 
Acaba insanlığın bir bölümünün, sünnet pratiğini yeniden ele almasının zamanı gelmedi mi?
Her yıl hala milyonlarca kız ve erkek çocuğunun maruz kaldığı ve yaşamı boyu kendisinde iz bırakan bu zorbalığı birisi mantıklı bir şekilde açıklayabilir mi? 
Öncelikle şurası açık ki, bu pratik, doğal bir müdahale değil. Yeni doğan bireyin, hem de evrimsel olarak en kritik organında, belirli bir fazlalıkla doğduğunu düşünmek saçmalık. Tarihsel olarak ortaya çıkışındaki öne sürülen hijyen argümanları da, sünnetin götürdüklerini düşününce çok yavan kalıyor.
Her şeyden önce, sünnet operasyonuna maruz kalanlar, çocuk yaşta, yaşamsal imkanlarının en önemli parçalarından birini kaybediyor: Yalnızca bedenlerinden kopan bir et parçası değil, cinselliklerinin de önemli bir parçası, kendilerine sorulmadan ellerinden alınıyor. Bedenlerine ilişkin en önemli bilgilerden birinden mahrum kalıyorlar. Sünnet olanların, cinselliğin, sünnet olmadan nasıl bir şey olabileceğini hiçbir zaman bilemeyecek olmaları,  aynı zamanda fiziksel ve ruhsal bir sakatlama, varoluşsal bir iğdiş değil mi?
Sünnetin; gelenek, din ve devlet üçgeniyle çocukken sakat bırakılmasının, çocuklara uygulanan sadistçe bir pratik olmasının ötesinde başka bir anlamı ve işlevi olmalı.
Bu pratik, eril-erkek egemen bir geleneğin ve otoritenin, bir yaşam tarzı (sünnetin diğer anlamı) olarak ve çocuk bedenini sakat bırakarak, kendini insan ruhunda mühürlemesidir. Eril iktidarın, otoritesini koruma, sağlamlaştırma ve yeniden üretme adına, çocuklarına iğdiş edilme korkusunu ve kompleksini sadistçe aşılamasıdır. Elbette bunu, hijyen ve ilim kılığında yapar. Fenni Sünnetçi, yani fene, ilme hakim, teknik sünnetçi kavramı bu bakımdan önemlidir (Foucault neden bu sünnet meselesine pek değinmemiştir, bilinmez).
Bu pratiğin, İslam'la doğrudan alakalı olmadığını vurgulamak gerek. İslam'dan önce, Antik Mısır'da, Semitler'de olan sünnetten, Kuran'da bahsedilmez bile. Tanrı, işini gücünü bırakıp, "çocukların pipisini ve klitorisini kesiniz" diye buyurmamıştır. Hatta İslam'da gerçekleşecek olası bir reform sürecinde, sünnet meselesi ciddi bir şekilde tartışma konusu olabilir. Ama belli ki şimdilik, sünnet; hijyen, gelenek, yetişkinliğe adım, erkekliğin sembolü gibi "olmazsa olmaz" işlevleriyle bireysel ve toplu (sağolsun belediyeler) iğdiş seremonisi olmaya devam edecek.