Kant’ın tanımladığı ‘kurucu özne’ anlayışı yerini yavaş
yavaş ‘kurucu nesne’ye bırakıyor galiba. İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan post-critical düşünceye göre, dünyayı bilincimizde oluşan bilgilerle biz kuruyorduk. Hatta her birimiz farklı
inşa ediyorduk, her birimiz dünyayı farklı okuyorduk ve dolayısıyla farklı
yaşıyorduk. İçine düştüğümüz (Falling)
dünya nesnel bir gerçeklikti tabii ama duyularımız, duygularımız,
yaşantılarımız, deneyimlerimiz ve içinde bulunduğumuz her türlü bağlam bizim ‘dışımızdaki’
dünyayı nasıl okuyacağımızı belirliyordu. Bu görüşe göre, dünya nesnel
olarak bilinemez, çünkü dünyayı bilebilen veya bildiğini iddia eden tek şey
zaten öznelerdir. Öznenin bilebildiği dünya dışında başka bir dünya olmadığına
göre ve özneler özne olmaktan çıkamayacaklarına göre evrensel olarak
bilinebilen nesnel bir dünya diye bir şey mümkün olamaz. En temel tanımlar ve
ölçü birimleri bile dünyayı nesnel olarak bilmenin göstergesi değildir, bunlar
da öznenin tanımladığı dünyayı bilme araçlarıdır, hepsi kaçınılmaz olarak
özneldir!
Eyvallah!
Post-modernist (bazı felsefeciler post-critical demeyi tercih ediyorlar) düşünüşde nesnel olarak bilinebilen bir dünya yoktur. Nesne-özne
etkileşiminin olduğu ama öznenin içinde bulunduğu bağlamlar ve deneyimleri
ışığında bilebildiği bir dünya vardır. Ayyy gözlerime inanamadım! derken işte öznelliğin sınırlarına dair bir ipucu yakalamış oluruz. Duyu organlarımız dışımızda bir dünyaya ilişkin veriler topluyor ve beyne iletiyor, ve beyin bunları aynı şekilde alıp bilgiye mi dönüştürüyor? Hayır! Beyin, kendi geçmiş deneyim, yargı ve önyargılarıyla harmanlayarak veriyi bilgiye dönüştürüyor. Yani nesnellikten öznelliğe geçmemiş bir 'bilgi' mümkün değil. Eğer duyularımızın ilettiği veri, şimdiye kadar edindiğimiz bilgilere aykırıysa 'gözlerime inanamıyorum!!' gibi saçma bir cümle kurarak bu durumu ifade etmeye çalışıyoruz. Sonuçta dediğimiz gibi, en nesnel ölçüler bile
(zaman, mekan, uzunluk, hacim, renk etc..) öznenin ortaya attığı kategorilerdir.
Yarın öbür gün bir uzaylı gelse, onların evreni bilme kategorilerinin
bizimkinden 180 derece farklı olduğunu görürüz heralde. Sadece farklı duyu organlarına
sahip olduğu için de değil! Şunu düşünün ki, gözün gördüğü renkler aynı
biyolojik evrimden geçmiş tüm insanlar için birebir aynı olmalı değil mi?
Bundan daha nesnel ne olabilir? Peki o zaman neden bazı kültürlerde ‘mavi’ diye
bir renk yok? Neden aynı objeye bakan farklı gözler farklı renkler görüyor? Kültürlerarası
renk algısıyla ilgili bir sürü deney ve yayın var, internetten açıp bakın. Renk
bile kültürel olarak tanımlanan bir şeydir.
Daha da ilginci belki de sinestezi olarak bilinen tıbbi durumdur. Sinestezi 'sorunu' olan insanların bir duyu organları uyarıldığında otomatik olarak başka bir duyu organı da uyarılıyor. Mesela renkleri ses olarak, sesleri görüntü olarak, harfleri veya rakamları renk olarak algılıyorlar. Uzatmayalım: Duyu organlarımızın niteliği aynı gibi gözükse de, işleyişleri ve beyinde yarattıkları etki bambaşka olabilir. Bir tane dünya var belki ama milyarlarca farklı dünya kavrayışı ve algısı var. İşin komik yanı bir çok insanla aynı şeylere gülmemiz veya sinirlenmemiz bir çeşit mucize. Diğer yandan, 'evet seni çok iyi anlıyorum' gibi sıradan cümleler kurarken çok dikkatli olmamız gerek. Böyle bir şey ne kadar mümkün merak ederim, orası ayrı konu...
Ehh, gerisini siz düşünün! Evrensellikten, aklın bir yolu olduğundan, genel-geçerlikten, yasalardan, ebedi-ezeli olan şeylerden bahsederken iki kere düşünmek gerek gerçekten.
Daha da ilginci belki de sinestezi olarak bilinen tıbbi durumdur. Sinestezi 'sorunu' olan insanların bir duyu organları uyarıldığında otomatik olarak başka bir duyu organı da uyarılıyor. Mesela renkleri ses olarak, sesleri görüntü olarak, harfleri veya rakamları renk olarak algılıyorlar. Uzatmayalım: Duyu organlarımızın niteliği aynı gibi gözükse de, işleyişleri ve beyinde yarattıkları etki bambaşka olabilir. Bir tane dünya var belki ama milyarlarca farklı dünya kavrayışı ve algısı var. İşin komik yanı bir çok insanla aynı şeylere gülmemiz veya sinirlenmemiz bir çeşit mucize. Diğer yandan, 'evet seni çok iyi anlıyorum' gibi sıradan cümleler kurarken çok dikkatli olmamız gerek. Böyle bir şey ne kadar mümkün merak ederim, orası ayrı konu...
Ehh, gerisini siz düşünün! Evrensellikten, aklın bir yolu olduğundan, genel-geçerlikten, yasalardan, ebedi-ezeli olan şeylerden bahsederken iki kere düşünmek gerek gerçekten.
İsmin mor renk tadında! |
Aynı şey ‘nesne felsefesi’ için de geçerli. Her şeyi kuran özne değil de, özneyi kuran nesneyse eğer, o zaman yine aynı hatalara (hata demeyelim de aynı çıkmaz sokaklara) girmiyor muyuz? Anladığım kadarıyla çevreci akımlardan beslenen bu düşünce, öznenin biricikliğini, nesneler arasındaki üstün ve ayrıcalıklı konumunu alaşağı etmeye çalışırken (ki bu değerlidir tabii) yine özne odaklı bir bakış açısına varmıyor mu? Yani özneden kaçmak mümkün mü? Dünyayı bilebilmenin tek yolu kendi öznelliğimiz içinden bakmaksa, yine ölçüleri ve ölçekleri biz belirliyorsak ve dünyanın hakikatini bilme derdi tek bizde varsa; nesneler ne kadar bizi yönlendirirse yönlendirsin, davranışlarımızı ne kadar etkilerse etkilesin, kendimizi ne kadar saklamaya, küçültmeye, nesneleri özgürleştirmeye çalışırsak çalışalım sonuçta BİLEN ve bildiğini İDDİA EDEN sadece özneyse bu etkinliğin varacağı nokta eskisinden ne kadar farklı olacaktır?
Batı felsefesinin ulaştığı zaman-mekan-tarih bilinci
noktasından geri dönmesi düşünülemeyeceğine göre, özne-nesne ayrımının bizi
daha çok meşgul edeceği belli. Hiç birimiz bebekliğimizdeki ‘safa yakın’ bilinç
durumuna geri dönemeyeceğimize göre, yani birbirini sürekli olan etkileşim
içinde kuran özne-nesne evreninde, bilinç ve bilgi dünyasında dolaşmaya devam
edeceğiz. Bunun dışında başka bir nesnellik alanı aramak zaten nafile (bunu
artık sağır sultan duydu heralde, gerçi bizim üniversitelerde duymayanlar
kalmış). Yani kendinde-şeylerin bilgisine ulaşamayacağız. Ha, kendinde şeylerin
bilgisi diye bir şey de yok. Şeyler sadece varlar. Bizim dışımızda, bizden
bağımsız olarak varlar. Onlara sen varsın diyen bir özne olmasa bile! İnsanlar
ortaya çıkmadan önce dünyada yaşamış fosilleri düşünün. İnsan diye özbilinçli
bir canlı evrimleşmemiş olsaydı da, onlar bu dünyadan gelip geçmiş
olacaklardır. Yalnızca bilinemeyeceklerdi. Orası ayrı! İşte öznenin haddini
bilmesi için bence bunu idrak etmesi gerekli. Herşey sonuçta Erich Fried’un şu
şiiri ile anlatılabilir sanırım:
Was es ist
Es ist Unsinn
sagt die Vernunft
Es ist was es ist
sagt die Liebe
sagt die Vernunft
Es ist was es ist
sagt die Liebe
Es ist Unglück
sagt die Berechnung
Es ist nichts als Schmerz
sagt die Angst
Es ist aussichtslos
sagt die Einsicht
Es ist was es ist
sagt die Liebe
sagt die Berechnung
Es ist nichts als Schmerz
sagt die Angst
Es ist aussichtslos
sagt die Einsicht
Es ist was es ist
sagt die Liebe
Es ist lächerlich
sagt der Stolz
Es ist leichtsinnig
sagt die Vorsicht
Es ist unmöglich
sagt die Erfahrung
Es ist was es ist
sagt die Liebe
Türkçesi (www.erichfried.com adlı siteden alınmıştır)
Saçma
diyor akıl
Ne ise odur
diyor sevgi
Mutsuzluktur
diyor hesap
Acıdan başka şey değildir
diyor korku
Çıkmazdır
diyor anlayış
Ne ise odur
diyor sevgi
Gülünç
diyor gurur
Hafifmeşreptir
diyor ihtiyat
Olanaksız
diyor deneyim
Ne ise odur
diyor sevgi
sagt der Stolz
Es ist leichtsinnig
sagt die Vorsicht
Es ist unmöglich
sagt die Erfahrung
Es ist was es ist
sagt die Liebe
Türkçesi (www.erichfried.com adlı siteden alınmıştır)
Saçma
diyor akıl
Ne ise odur
diyor sevgi
Mutsuzluktur
diyor hesap
Acıdan başka şey değildir
diyor korku
Çıkmazdır
diyor anlayış
Ne ise odur
diyor sevgi
Gülünç
diyor gurur
Hafifmeşreptir
diyor ihtiyat
Olanaksız
diyor deneyim
Ne ise odur
diyor sevgi