-Alman İdealizmi'nden Çıkış Yolları- Giriş'ten bir alıntı.
Öyleyse soru şu: Kişisel yakınlık duyduğumuz kanılar için hangi bedeli
ödemeye hazırız?
Kanılarımızın mutlak olarak gerekçelendirilemeyeceği, Schlegel’in ironik
bir şekilde ifade ettiği gibi, „geçici olarak sonsuz“a dek geçerli olduğu, yani
düşünce sistemimizin kesin bir nedenlendirmeye uygun olmadığı, her zaman
düşünülmemiş bir nedenin açıkta kalacağı ve bizzat bu nedenin kendisinin
temellendirilemeyeceği -Kant’ın eleştirel ruhuyla dolu ve Reinhold’un, bilginin
dayandığı bir esasa dair zorunluluğu eleştiren öğretisini almış- genç
entellektüellerin ortak derin inancıydı. Şüphecilik girdabına (veya
kendilerinin belirttiği gibi entellektüel anarşizme) kapılmadan epistemolojik
köktenciliği (en yüksek ilkenin peşindeki felsefi düşüncenin) reddeden bu genç
entellektüeller, Johann Benjamin Erhard, Friedrich Immanuel Niethammer,
Friedrich Carl Forberg ve ilerde sansür baskısı altında Novalis adını alacak
Friedrich von Hardenberg’di. 1796 yılında Novalis, büyük olasılıkla arkadaşı
Niethammer’in yayımladığı Philosophischen Journal’daki bir yazıyı
düşünerek şöyle bir not düşmüş:
Hakiki/Felsefi sistemde,
özgürlük ve sonsuzluk, başka bir deyişle sistemsizlik, bir sistem haline
getirilmiş olmalıdır. Ancak böyle bir sistem, sistemin hatalarını önler ve ne adeletsizlikle
ne de anarşiyle ilişkilendirilebilir (NS II, 288 f., Nr. 648; ayrıca bkz.
Friedrich Schlegel: KA XVIII, 80, Nr. 614).
Fichte’nin Mutlak’a yükseltilmiş bir „Ben“ ile temellendirdiği idealizm, bu
genç düşünürlerin arzulamadığı şeyin ne olduğunu gözler önüne serdi. Aslında
Fichte’nin çözümü oldukça çekiciydi ve birçok felsefi sorunu –örneğin Kantçı
felsefenin dualizmini- aşmaya adaydı. Bu açıdan mutlak idealist çözüm,
özellikle Kant’ın bıraktığı zorlu miras hesaba katıldığında, karşı konulmaz
gibi görünüyordu. Erken dönem Romantikler yine de bu yolu takip etmediler ve
idealizmin cam fanusundan çıkış yolları aradılar. Başka bir deyişle, felsefe
yapmayı, en yüksek öznel ilkeyle ilişkilendirmekten en baştan itibaren kaçındılar.
Örneğin, Jena’da, Niethammer’in gelecekte karısı olacak dul Döderlein’ın evinde
kalan ve aynı zamanda Friedrich Schlegel’in öğrenci evinin komşusu olan Paul
Johann Anselm Feuerbach, Philosophischen Journal dergisinde „Felsefede
mutlak birincil ilkenin imkansızlığı“ (1975) adlı bir makale yayımlamıştı.
Böyle bir ilkenin peşindeki felsefi düşünceden- bu ilke başa veya Hegel’deki
gibi sona yerleştirilmiş olsa da- çıkış yolları aramak, erken dönem Alman
Romantizmi’nin esas özelliğini belirler ve onu Alman İdealizmi’nden temel
olarak ayırır. Erken dönem Romantikler’in peşinde olduğu şey, sonsuzluğun
kavranıp ele geçirilmesi değil, bizzat „sonsuzluğa duyulan özlem“in kendisidir. Hegel bu tutumu „mutsuz bilinç“
olarak teşhis etmişti. Ama Hegel’in bu eleştirisi, bahtsızlığın insan gerçekliğinin
esası olduğuna dair dönemin genel inanışı karşısında bir işe yaramadı.
Erken dönem Romantikler’in köktenciliğe karşı tutumu, romantik çevrenin
(özellikle Erhard, Niethammer, Forberg ve daha sonra Friedrich Schlegel) inadiye
okuluna karşı belirgin eğilimini de açıklar (bkz. Vieweg 1999). Gerçekte
radikal olarak betinlenemeyecek bu şüpheci tutumu (bkz. Grundmann 2003)
besleyen bir kaynak da, Jacobi’nin „negatif“ akıl eleştirisine olan
ilgileriydi. Bu eleştiri, artık iyice güçlenmeye başlayan mutlak İdealizm’in
her şeyi kesin bir temele oturtma çabalarına karşı klasik regresyon argümanını
kullanan umutsuz, son bir çabaydı. Baska sekilde söylersek: Erken dönem
Romantikler, Rheinhold’un rehberliğinde edindikleri (ve Fichte’den öğrendikleri)
bir dikkatle, ikilemin şüpheci iki boynuzunu da kavradıkları gibi Fichte’yi ve
diğerlerini „mutlaklığın kayalıklarında“ bırakıp yola çıkarlar (KA, II, 155,
ayrıca bkz. 147 d. , Nr. 7 ve Niethammer’de: Baum 1995, 84).
Öğrencilik yıllarımdan beri, erken dönem Alman Romantizmi’nin projesine
kendimi hep yakın hissettim (Bu kitaptaki ilk metin, 1967 yılına ait bir ders
sunumundandır). Belirli bir tarihsel-kültürel döneme ait genel bir sevgi, örneğin
Eski Yunan Felsefesi’ne veya resimde dışavurumculuğuna dair bir sevgi gibi değildi
bu hislerim. Daha çok, bu projede, modern felsefeye kutup yıldızı gibi eşlik
eden bir sezginin en belirgin taslağını gördüğüme inanıyordum. Burada iki
düşünsel durumun eklemlenmesi söz konusuydu: Öncelikle, felsefede özbilincin
–son olarak Descartes ile kazanılan- anahtar rolünün kavranılması, daha sonra
da, özbilincin kendi kendine yetememesine dikkat çekilmesi.
Bir kişinin kendiyle ilgili bilgisi, yine bizzat kendisine özgü bir
bildiklikten-tanıdıklıktan gelir (erken dönem Romantizm, bu konunun aydınlanması
için bu güne dek hala geçerli ama hala fazla bilinmeyen önemli çabalara girişmiştir).
Öte yandan, „Ben“, kişide hazır bulunan bu kendine özgü bildiklikten çıkmaz.
Özbilincin ön koşulu varlıktır. Varlık, düşünüyorum ve varım
önermelerini birbirine bağlayan iki sütundan biridir. Özbilinç kendini bir şeye
„koşulsuz“ bir şekilde bağlı duyumsar. Hölderlin, Schleiermacher (10.Bölüm) ve
geç dönem Schelling (11 ve 13. Bölüm) ile birlikte erken dönem Romantikler,
özbilincin bu koşulsuz bağlı olduğu şeyi, Kant ve Jacobi’den aldıkları terim
olan Varlık [Seyn veya Urseyn] ile adlandırmışlardır. Bu terim, edimsellik
[Wirklichkeit] kategorisiyle yer değiştirildiği zaman bize yabancı
gelmeyebilir. Bu şekilde erken Romantizm’in özbilinç ve varlık üzerine tezini şöyle
okumuş oluruz: Bilinç ancak edimselliğin koşulu ile var olabilir. Bu Kant’da da
böyledir (Bölüm 7 ve 13). Novalis şöyle yazar: „Bilmenin olduğu yerde varlık
vardır“. Schelling de Münih’de 1832/33 döneminde verdiği derste şöyle der: „Her
temel düşünce, edimsel bir nesneyle ilişkidedir“ (Schelling 1972, 94). Bunun
tersi ise mümkün değildir. Novalis, 1795 yılında bilinci, „varlığın resmi“,
„bir sembol“, yani bir „temsilci“ [Repräsentant] olarak tanımlar. Temsiller,
temsil ettikleri şeylere (veya gösterilene) ontik olarak bağlıdır. O halde bu,
temsil ettikleri şeyi (bilinçli-halde [Bewusst-Sein]) görünür hale getirmeleri
açısından da geçerlidir.
Avrupa Metafiziği’nin en eski ve asıl konusu olan „varlık“, tam belirgin
olmayan sözel bir ifadedir. Bir çok değişik anlama gelebilir. Erken
Romantizm’in felsefesi, birbirlerinden net olarak ayrılamamış iki varlık anlayışı
arasında gidip gelir. Crusius, Kant ve Jacobi tarafından öğütlenen ilk anlam,
varlığı, edimsellik ve mevcudiyet anlamlarıyla bir tutar. Buna göre „varlığa bağımlı
olma“, öz mevcudiyetin ve oluşun kendine yetememesi olarak anlaşılır. Cogito’nun
öznesi kendi gücüyle varlığa ulaşamaz; bu açıdan da kendi kendinin nedeni
[causa sui] değildir (Schelling’in geç döneminde gösterdiği gibi, varlığı
üreten kuvvet edimsellikten önce olsaydı, bizzat edimsel olanın varlıktan
yoksun bir nedeni olması gerekirdi. Bunun sonucu da bir kısır döngü olurdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder