Herder’in öne sürdüğü gibi, bugünü ancak geçmişe bakarak, geçmişi de ancak bugünden geriye retrospektif bir bakışla anlayabiliyorsak, modern insanın yarattığı bugünkü –pek de parlak olmayan- dünya koşullarını anlayabilmemizin yegane yolu her şeyin başladığı ana geri dönmek olabilir. Burada, Husserlcı bir anlamda, orijine yada kökensel olana dönmekten ve hikayeyi oradan başlatmayı kastediyorum. Husserl’a göre, kökensel olana ne kadar yaklaşırsak, hakikate de o kadar yaklaşmış oluruz. Kökensel olanın arkasında da bir neden, başka bir köken olabilir; ama biz şimdilik ulaşabildiğimiz noktaya kadar geri gitmeye çalışalım bakalım! Tabii ki burada kültür-tarihsel olanların kökenine geri gitmekten bahsediyorum. Ne de olsa ne Hegel’in, ne Marx’ın, ne Darwin’in ne de Husserl’ın bilemeyeceği bir sürü bilgiye sahibiz bugün.
Hikayemizi şöyle özetleyebiliriz: Öykünün başlangıcı, doğayı dönüştüren ilk insana geri gider. İkinci aşama, doğayı dönüştürebildiğinin farkına varan insandır. Başka hiç bir canlı türünün sahip olmadığı bu özelliği sayesinde insan, kendi ’ayrıcalıklı’ varoluş durumunun farkına varmaya başlar. Üçüncü aşama, doğaya hükmetme hırsının ortaya çıkarak, insanın kafasında, doğa-insan ayrımının hiyerarşik bir yapıya bürünmesi ve, bunun sonucunda, doğanın merkezine kendini koyan insanın ortaya çıkışı olarak tanımlanabilir. Bence insan halen 3. aşama içinde; nitekim dünya-merkezli evren tasavvurundan, güneş-merkezli evren tasavvuruna geçişin kapısını aralayan Kopernik Devrimi bile kendini beğenen (narsist bir varlık olarak) insanın kendini evrenin merkezine yerleştirmesini engelleyememiş. Küresel ısınma ile ilgili farkındalığın artmaya başladığı şu günlerde belki de 4. aşamaya doğru geçmeye başlamış olabiliriz. Dileğim o ki, dördüncü aşamada insanlar kendilerinin hiçbir şeyin merkezi olmadıklarını anlayarak, doğanın insanın ona hükmettiği, insandan bağımsız bir şey olmadığını görmeleri ve doğayı sadece kendisinin eşiti olarak tanımasının ötesinde, onunla özdeş olduğunun bilincine varmasıdır. Felsefede son zamanlarda öne çıkan nesne-odaklı yaklaşımlar bu bilincin ortaya çıkışını müjdeliyor gibi geliyor bana. Şayet bu bilince varamazsa insanlık, doğanın insansız varlığını devam ettireceği aşikar bir gerçek. İnsanın kıyameti, evrenin kıyameti olmayacak çünkü.
İlk aşamaya kısaca göz atalım mı? Homolardan biri, ya da insansılardan biri (Hominid), bugün bizim Afrika olarak adlandırdığımız yerde, dere yatağında bulduğu, avucuna güzelce oturan bir taşı başka bir taşa vurarak şekillendirdiğinde bununla hayvanın etini kemiğinden daha rahat ayırdığını fark etti. Benzer deneyimleri edinen diğer hominidler de aynı hareketi taklit etmeye başladılar, hatta bu nesne o kadar faydalı oldu ki, onu yapmayı çocuklarına da öğrettiler. Böylece insanın yarattığı ilk kültürel ürün olarak çaytaşı aletler ortaya çıkmış oldu. Doğada olanın, akıldaki bir tasarım sonucunda, dönüştürülme süreci de bu mütevazı adımlarla başlamış olur. Yani tam anlamıyla, o Homo için küçük, ama insanlık adına dev bir adımdır bu olay!
Hominidlerin ilk aletleri, kültürün başlangıcı.. |
Gelelim ikinci aşamaya. Çok çetrefilli bir aşama bu. Homo sapiens –Akıllı İnsan- ortaya çıktı; yani fizyolojik, akılsal, psikolojik, genetik olarak bizimle özdeş olan insan türü. Bizden tek farkı var, o da tarihsel-kültürel birikimin henüz başında olması. Bir iphone tasarlayamaz ama iphone tasarlamak için gerekli tüm donanıma sahip! Küçük gruplar halinde gezen, göçebe bir yaşam şekli var ilk önceleri. Yaşamını avcılık ve toplayıcılık yaparak geçiriyor. Aslında avcılıktan çok, toplayıcılık yapıyor. Bitki köklerini, çeşitli meyveleri, tohumları yiyerek besleniyor; şansı varsa arada küçük yada büyük memelileri avlıyor, yada hatta zaman zaman leşçilik yapıyor. Buzul Çağı’nın zorlu koşullarında, bedeninin zayıf özelliklerine rağmen neslini sürdürmeyi başarıyor. Alet çantasındaki nesneler çeşitlenmiş; el baltaları, keserler, bıçaklar, okuçları, mızrakuçları üretebiliyor. Bunları üretme teknikleri gelişmiş, her yöne oynatabildiği başparmağı ve kapasitesi artmış olan zekası sayesinde ve tabii ki önceki nesilden öğrendikleri ve deneyimlerinin yardımıyla farklı iş ve görevlere uygun aletler üretebiliyor, yenilerini de deneme-yanılma yöntemiyle yada tasarım gücüyle keşfedebiliyordu.
Bu dönemde Homo sapiens’te başka tuhaf özellikler de görülmeye başlandı. Günümüzden 40 ila 35 bin yıl önce bu tuhaf canlı, mağara duvarlarına resimler çizmeye, kilden heykelcikler yapmaya, müzik aleti tasarlamaya ve hikayeler anlatmaya başladı! Bugün, insanı insan yapan güzel ve biricik özellikler diye gurur duymayı kendimizde hak gördüğümüz tüm olgular işte o dönemde ortaya çıktı. İnsanın akıl kapasitelerinde bir sıçrama gerçekleşmiş olmalı bu dönemde. Tam olarak ne oldu henüz bilmiyoruz. İnsan, sadece yaşamını devam ettirmeye yarayan bir takım aletler üretmekle yetinmedi. Ya da şöyle de ifade edebiliriz: İnsanın neslini sürdürmesi için ürettiği aletler yeterli gelmedi!
Lascaux'daki mağara resimlerinden bir detay. Sanatta ilkler |
İşte bu soru sorulduğu andan itibaren, geriye dönüş mümkün değildi. İnsanın kendini keşfetme ve açığa vurma süreci oldu tarih dediğimiz şey. İnsanlık tarihi, bizim görmek istediğimiz gibi, ilerlemeler ve gelişmeler tarihi değil, insanın orijinal sorusuna yanıt aramasının acıklı geçit törenidir aslında.
Burada insanın içine düştüğü ikilemi zavallı Frodo’nun yaşadıklarına benzetebiliriz. Yüzüğü taşımak Frodo için nasıl bir yandan büyük bir yük, onu gün geçtikçe tüketen ağır bir ceza; diğer yandan da asla vazgeçmek istemeyeceği, canı pahasına koruduğu bir değer (‘My Precious’) ise, insan için de bilinci aynen öyledir.
Erich Fromm insanın bu ebedi yükünü (burden kelimesi anlamı burada daha iyi veriyor) şu çarpıcı cümleyle ifade etmişti:
“Man is the only animal for whom his own existence is a problem which he has to solve.”İnsan, evrimin ona kötü bir sürpriz gibi getirip kucağına bıraktığı bilinci ile uğraşadursun, ikinci aşamadaki insan henüz kendini doğadan üstün bir varlık olarak tasavvur etmiyordu. Doğayı gözlemleyerek onun temsilini yapabiliyor, anlatılan hikayeleri şekillere yada müziğe dökebiliyordu, ama o doğadan kopmuş, yabancılaşmış bir varlık değildi. Bunun için insanın doğayı ve insanı manipüle etme gücünün farkına varması ve bunu kullanması gerekecekti.
Üçüncü aşama, Neolitik Devrim ile olgunlaşmaya başladı. Buzul Çağı sona erip ılık ve yağışlı bir iklim gezegende hüküm sürmeye başlayınca, insanlar için yaşam her zamankinden daha kolay oldu. Yiyecek boldu, av hayvanı boldu, insanın alet çantası değişen koşullarla ihtiyaçlara göre değişti, bol kalorili tohumları olan bitkilerin yetiştiği coğrafyalarda insanlar, göçebe yaşamı yavaş yavaş terk ederek, ilk evleri inşa etmeye ve ilk köyleri kurmaya başladılar. Bol karbonhidrat girdisi sağlayan toplumların nüfusları kısa zamanda arttı, yerleşik yaşama geçmenin verdiği rahatlıkla kadınlar daha sık doğum yapmaya başladılar. Nerede çokluk, orada bokluk! denir ama Güneybatı Asya’da ilk başlarda öyle olmadı. Yiyecek sıkıntısı çekmeyen, dolayısıyla bol boş vakti olan, ancak hala bilinç derdiyle meşgul olan bir takım insanlar, nesillerdir anlatılan hikayelerden, doğada gözlemledikleri olaylardan, hayvanların hareketlerinden esinlenerek çeşitli mitolojik öyküler anlatmaya başladılar. Yaradılış hikayeleri, insanüstü yaratıklar, insana görünmeyen ruhlar insanın doğayı yorumlamaya başlamasının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Tüm bu hikayelerde, insanın doğayı pasif olarak gözlemlemesinin ötesinde, ona anlam atfetme ve her şeyi insana göre yorumlama isteğinin izlerini görüyoruz. Bu anlamda özne-odaklı kozmoloji ta o zaman ortaya çıkmış oluyordu.
İnsan, mimaride yaptığı ilklerle tasarım gücünün sınırlarını zorlamaya da tam bu anda başladı. Urfa’daki Göbeklitepe insanın doğayı dönüştürme ve hikaye anlatma gücünün ilk anıtsal örneğidir. Ovanın dört bir yanından görünen bir tepenin üzerine bir Anıt (Landmark) olarak inşa edilmiş olan bu tapınaklar dizisinin, insanın yerleşik yaşama geçtiği ancak henüz avcı-toplayıcı olduğu bir aşamaya ait olması gerçekten tüyler ürpertici. Medeniyetin, anıtsallığın, dini inanışların, toplumsal örgütlenmenin kökeninde yiyecek üretimciliğinin yattığını varsayan tüm görüşlerin çürütülmesine yol açan Göbeklitepe kutsal alanı, insanın örgütlü emeğinin en kadim ve çarpıcı kalıntılarından birisidir. İnsan toplumlarının bin yıllar boyunca bu alanda törenler düzenlediğini arkeolojik kanıtlara bakarak söyleyebiliriz. Doğayı dönüştürme gücünün farkına varan insan, doğayı kendine göre yorumlamayı da bir pratik haline getirir. Açıklayamadığı ya da cevabını bulamadığı tüm doğa olaylarına kendi yarattığı hikayeler ile açıklamalar getirmek zorunda kalır ve ancak böylelikle onu için için tüketen bilinç problemini çözerek, iç huzuruyla neslini devam ettirebilir. Tüm bu pratiklerin ve evren anlayışının mekana döküldüğü (somut bir şekilde mekansallaştırıldığı) alan olarak Göbeklitepe bir ilk katedraldir.
Göbeklitepe (Urfa), avcı-toplayıcıların tasarladığı ve inşa ettiği 10 bin yıllık bir kutsal alan. |
Göbeklitepe’yi yaratan insanlar, aynı zamanda, tarımı ve hayvancılığı bulan insanlardır. Çevredeki buğdayı, arpayı, mercimeği, nohutu, yabani olarak dağda bayırda gezen koyunu, keçiyi, domuzu ve sığırı evcilleştiren ve onların genetik yapılarını değiştirerek insanlara bağımlı kılan insanlardır Göbeklitepe’ye belli zamanlarda toplanıp ayinler düzenleyenler. İnsanın doğadan üstün olabileceği fikrinin, insanın iflah olmaz kibirinin ilk doğduğu zaman dilimidir Neolitik Dönem belki de.
İnsanın doğaya hükmetme mücadelesinin en önemli aşaması bence insanın insana hükmetme süreci olmuştur. Doğaya hükmetmenin en üst düzeyde kendini açığa vurduğu andır bu. İnsana hükmeden insan, kendini insanüstü ve doğaüstü bir varlık olarak görmüş olabilir. İnsanın insana hükmü, mülkiyet ve sınıf kavramıyla ilişkilendirilse de, kanımca, Hegel’in köle-efendi diyalektiği bu hikayenin en yalın ve gerçekçi şekilde anlatıldığı görüşü temsil eder. Hegel’e göre, insan kendini bir özbilinç olarak ancak başka bir özbilinçte tanıyabilir. Nesneye yönelen istekle insan kendini özbilinç olarak tanıyamaz. Bunu gerçekleştirmek için insanın başka bir özneye yönelmesi gerekir. İki özbilincin kendilerini tanıyabilmeleri için ise, kendini kabul ettirme isteğine sahip olması gerekir. Özbilinçlerin bu tanınma arzusu onları kaçınılmaz olarak bir savaşa sürükler. İşte burası ilginç: Savaş, bir tarafın ölümüyle sonuçlansa, hayatta kalan özbilinç yine tanınmamış olacaktır. Savaş, ancak, şöyle sona erer: Taraflardan biri ölüm korkusuyla karşısındakini tanır, yani geri adım atar. Ölüm korkusu burada insanın biyolojik varlığını sürdürmesini sağlayan biricik güdüsü olarak ortaya çıkar. Hayatta kalır her iki taraf da, ama artık onlar iki özbilinç değildir, onlar köle ve efendidir! Bu diyalektik süreç içinde, ne efendi ne de köle amacına ulaşmıştır. Köle, doğayla dolayımsız ilişki içindedir ama efendinin buyrukları doğrultusunda onu dönüştürür. Efendi ise doğayla arasına köleyi alarak bir dolayım sokmuştur, görünürde güçlü ve muzaffer olan o gibi gözükse de, özünde, kendisi hala bir özbilinç olarak tanınmamıştır, çünkü köle ona göre bir özne değil sadece bir nesnedir. Efendinin trajedisi aslında köleninkinden büyüktür. Doğaya hükmetme arzusu içindeki insan işte, kendini doğanın en yüce, en akıllı yaratığı olan diğer insanlara kabul ettirme saplantısı yüzünden, onları köleleştirmiş, yani onları insanlıktan çıkararak nesneleştirmiş, bu eylemi sonucunda da nesneler tarafından tanınan bir zavallı efendi olmuştur.
İnsanlık tarihinde, köle-efendi ilişkisinin en somut olarak ortaya çıktığı aşama, devletlerin ilk olarak ortaya çıktığı zaman dilimidir. Devletler ve krallar ortaya çıkar, çünkü insanların büyük çoğunluğu korkularına yenik düşer. İnsan için yaşamın kendisi neden bir tehdit haline gelmiştir? Artan nüfus, salgın hastalık demektir, yiyecek sıkıntısı demektir, çatışma ve savaş demektir. Yani ölümün soğuk nefesini her an hissetmek demektir. Ölümden korkan insan, başka bir insana sığınır, sığındığı kişi onu her türlü tehlikeden koruyacağını, çünkü tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olduğunu iddia eder, ama karşılığında ‘benim için toprağı işleyeceksin, benim için madenleri işleyeceksin, gemiler inşa edecek, dünyanın zenginliğini bana getireceksin’ der. Mezopotamya’nın ilk kent devletleri ve tapınak ekonomileri işte böyle doğar. Korunmak isteyenler köle olmayı peşinen kabul eder, nesneleşir. Koruyacağını vaad edenler efendi olur ama kendilerini kabul ettirme arzuları hiç dinmez. Toplumda sınıflar böyle doğar, yüzyıllar, binyıllarca köle-efendi diyalektiği sürer gider. Merak ve açgözlülük, güç hırsı ve doğaya hükmetme isteği, insanın pek insanca özellikleri, tarihin dinamik güçleri olur.
Gel zaman git zaman, Yeni Dünya büyük yelkenli gemiler sayesinde, hırslı ve meraklı denizciler ve onlara sponsorluk eden gözünü mal-mülk bürümüş aristokrasi tarafından ‘keşfediliverdi’. İnsanlığın yüce değerleri olarak görmeye alışık olduğumuz, bilim, sanat, din ve teknoloji, doğaya hükmetme çabasının ürünleri olarak bu karanlık çağın gerçekleşmesine fazlaca katkıda bulundu. Doğaya hükmetmeyi kendine amaç edinmemiş halkların ya soyları tükendi ya da köleleştirildiler. Amerika’nın yerli halkları Avrupa’dan gelen salgın hastalıklarla sapır sapır dökülürken, Afrikalı insanlar pazarlarda köle olarak satıldıktan sonra ölene kadar muz ve şeker kamışı plantajlarında çalıştırıldılar.
Trans-Atlantik Köle Ticareti 1650-1860 yılları arasında 10 ila 15 milyon kişiyi Afrika'dan Amerika'ya taşıdı. |
Peki insanın doğaya hükmetme hikayesinin sadece bir parçası olarak okuyabileceğimiz insanın insana hükmetme hikayesi sona ermiş midir? Hayır, ermemiştir. Köle-efendi diyalektiği bitmeden, insan-doğa ilişkisi kökensel durumuna geri dönemez. Kökensel durumuna dönmesini de bekleyemeyiz belki, arada yaşanan o kadar hikayeden, tarihsel olaydan sonra. Ama doğa-insan eşitliğinin kurulması için, insanın doğayı bir özbilinç olarak kavraması gerek belki de. Doğayı nesneleştiren insan, ne yaparsa yapsın, efendi trajedisi içinde boğulmaya devam edecektir. Doğayı bir özbilinç olarak tanıyabilmenin ilk koşulu, kölenin özgürleşmesi olacaktır. Doğa-insan arasındaki eşitlik, ancak öznelerarası eşitliğin ortaya çıkmasıyla oluşabilir gibi geliyor bana. Yani şöyle bir şey gözümde canlanıyor: Şu anda yaşadığımız dünya insanlar tarafından kirletiliyor, kaynakları tüketiliyor, içindeki
İşte tarihin sonu böyle gelir! Tarihin sonu böyle gelmezse, doğa, serüvenine Homo sapiens olmadan devam etmeyi sürdürecektir. Kim bilir, milyonlarca yıl sonra ortaya çıkacak başka akıllı varlıklar bizden daha iyi bir imtihan verecek ve bilincin ulaştığı son noktada doğayla bütünleşeceklerdir. O zaman fosillerimiz doğa tarihi müzelerinde ilkel bir yaratık olarak sergilenmekten başka hiç bir işe yaramayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder