Cuma

Schiller ve Orwell'de domuzlar, köpekler ve koyunlar..

Malum, MS 21. yüzyılda Homo sapiens olmak kolay zanaat değil! Hele hele modernitenin kah çiçekli kah dikenli yollarından geçmiş olmanın getirdiği tarihsel yükü sırtlamışsanız ve artık özdüşünümsel (yani self-reflexive) bir bilinçle lanetlenmiş iseniz masum ve tasasız günlere geriye dönüş diye bir şey söz konusu olamaz. Ausschwitz’den sonra şiir yazılamazdı tabii ama, Hiroşima’dan sonra Nazım, ‘çocuklar ölmesin, şeker de yiyebilsinler!’ dediğinde unutmak istediğimiz gerçekle yüzyüze kalıp kendimizden utanmadık mı?


İnsanın halleri üzerine düşününce ister istemez geçmişe dönüp emsallar arıyoruz: Hangi insan davranışı insan olmayı en iyi temsil eder? İnsan özünde iyi mi kötü müdür? İnsan altruist bir varlık mıdır? İnsan, doğal dürtüleriyle toplumsal kuralların arasına sıkışmış zavallı bir primat mı, yoksa gezegenin başına gelmiş, doğadaki her nesne ve canlıyı sömüren en büyük bela mıdır? Bu insan denen yaratığın onurlu bir geleceği olabilir mi?

Modern insan böyle bir şey.

Biricik insan. İnsanı bir insan olarak değerlendirmek kolay değil. Ama bunu yapabilecek başka bir bilinçli varlık da henüz ortada yok. Her ne kadar onun hatalarını görsek, zayıflıklarını anlasak, bastırılmış güdülerini, medeniyet diye kendi elleriyle yarattığı kafesin içindeki çaresiz çırpınışına tanık olsak da insanla aramıza bir mesafe koymaya çalışıp onu olabildiğince nesnel bir şekilde (ne kadar mümkünse bu!) ahlaki olarak yargılamaya kalkmak o kadar kolay değil. Kendi türümüze karşı ne kadar acımasız olabiliriz ki? Hiç hayvanat bahçesinde sergilenen bir Homo sapiens gördünüz mü?


İnsan denen moral primatın geleceğine ilişkin sürüsüyle öngörü var tabii ki. Kimisi iyimser, kimisi de kötümser bir tablo çiziyor. Bu öngörüleri yapan düşünürler kendi içinde yaşadıkları tarihsel bağlamlar çerçevesinde geleceğe ilişkin projeksiyonlarda bulunuyorlar. İnsanın dünü ve bugününe bakarak geleceğini bilmeye çalışmak, bilimsel bir uğraş değil şüphesiz! Ama geleceği merak etmek, insanın vaktini öldürebileceği çeşitli boş uğraşlar arasında halen oldukça popüler. Tabii dizi izlemek yada twitter’da mesajlaşmak gibi daha ulvi erdemleri saymazsak!

Şimdi iki tane örneği ele alalım. İyimser öngörülerde bulunan Schiller’in An die Freude şiiriyle, kötümser bir tablo çizen Orwell’in Animal Farm romanını tarihsel bağlamlarında inceleyelim.

Schiller’in tüm insanlığın kardeşliğini müjdeleyen, doğa, insan ve Tanrı sevgisi dolu, coşkulu ‘An die Freude’ şiiri 1785 yılında Almanya’da kaleme alınmıştı. Schiller, tıpkı dostları Hegel ve Schelling gibi, Fransız Devrimi’nin Avrupa’ya saçtığı özgürlük, kardeşlik ve eşitlik ilkelerinden ziyadesiyle beslenmiş ve etkilenmişti. Schiller, devrimi uzaktan, henüz ulusal bütünlüğe ulaşamamış Almanya’dan gıptayla izlemiş, Fransa’daki bu umut verici düşünsel arkaplana sahip devrimsel halk hareketini insanlığın ulaştığı bir büyük başarı olarak görmüştü. Hep daha iyiye doğru yol alan insanlığın başına bundan sonra kötü ne gelebilirdi ki? Napolyon Fransası bu büyük düşünürler için, bilincin yada tinin tarih içindeki hareketi boyunca ‘yıldızının parladığı’ bir oluşumu temsil ediyordu. Devlet; eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ülkülerini hayata geçiren insanları mutluluğa ulaştıran, tarihin sonunu getiren bir güzel eserdi onlar için. Fransa’da giyotinin bıçağı kelleleri uçuruyor ve Napolyon mutlak iktidarı yavaş yavaş ele geçiriyor dursun; Alman romantikleri yanı başlarında vuku bulan devrimin göz kamaştırıcı ışığı karşısında toplumsal olayları, çalkantıları ve devrimin karanlık yüzünü görmüyorlardı. Bu durum karşısında, Beethoven’a, Schiller’in coşku ve umut dolu şiirini müziğe uyarlamak kalıyordu sadece. Ausschwitz ve Hiroşima’nın tarihsel belleğinde yer tuttuğu bugünün insanını bile hala derinden etkileyebildiği ve naif bir umutla ‘acaba olur mu?’ dedirttiği için bu güzel melodi ve şiirin kusursuz bileşimini bize armağan eden Beethoven’a sitem etmek tabii ki içimizden gelmiyor. Ne de olsa, içimizde hala tüm insanların kardeş olabileceği yada Schiller’in orijinal ifadesiyle ‘prenslerle dilencilerin kardeş olabileceği’ (‘Bettler werden Fürstenbrüder’) düşüncesini taşımaya ve ona gizli gizli inanmaya devam ediyoruz. Biricik insanı –ki biz de onlardan biriyiz- bu kadar acımasızca yargılamak ve karanlık bir gelecek çizmek içimizden gelmiyor işte! Kendimizi fazlasıyla seviyoruz! Narsizm ve unutmak biyolojik evrimin bize güzel armağanları! Kendimizi bu kadar sevmesek ve hoşumuza gitmeyeni unutmayı beceremesek Ausschwitz ve Hiroşima’dan sonra neslimizi devam ettirmek ister miydik?

Friedrich Schiller (1759-1805)

Prenslerle dilencilerin -bir uzak gelecekte bile olsa- kardeş olabileceğini bize gösteren ipuçları tarihte karşımıza çıkmış mıdır?

Napolyon'un hiç insanlığın kardeşliğini gerçekleştirmek gibi bir derdi olmuş muydu?
Adına tarih denilen, tüm insan edimlerini içinde barındıran zaman-mekan sahnesi tabii ki yalnızca savaşlardan, psikopat liderlerden, haksızlıklardan, katliamlardan, tecavüzlerden, nefret ve kinden oluşmuyor. Barışlar, halkını seven liderler, dayanışmalar, sevgi ve saygı da tarihte kendine yer bulmuştur. Elbette bulmuştur! Ne var ki, iyiliklerle kötülükleri terazinin kefesine koyunca, kötülükler daha mı ağır basıyor ne? Yoksa kötülükler belleğimizde daha fazla yer ediyor da, iyiliklere o kadar değer vermiyor muyuz? Onları görmezden mi geliyoruz? Bu dünya kimin sırtında dönüyor? Hiç tanımadığı birine yardım edenlerin mi yoksa zayıfları, güçsüzleri görünce sırtını dönenlerin, haksızlıkları görmezden gelenlerin mi? Moral varlık olarak tanımlanan ve diğer tüm canlılardan bu biricik özelliğiyle ayrılan Homo sapienscik. İster istemez moral değerler atfettiğimiz tarihte, iyi-kötünün ezeli-ebedi diyalektiğinde, kötünün muzaffer olacağını düşünenlerin sayısı hiç de az değil. İşin ilginci, bugünün içinden bu kara ütopyaları okuduğumuzda, bize daha olasılıklı gelen kardeşlik hayalleri değil de, karanlık gelecekler oluyor. Doğanın ve insanın apaçık olarak sömürüldüğü, köleleştirildiği ve tam da Pink Floydcu anlamda her bireyin arasına duvarlar örüldüğü şu post-war, post-ıvır zıvır zamanında yaşayan bizlerin geleceğe dair tahayyüllerimizden umut ışığı çıkmasını bekleyebilir miyiz? Umudu olanlar vardır elbet, HES’lere karşı kazanılan bir dava, bir gazetecinin cezaevinden salıverilmesi, bir işçinin sendikal hakları olması, bir köylünün kendi seçtiği ürünü ekip-biçmesi, bir deniz kaplumbağasının ölmeden denize ulaşması bizi umutlandırmıyor diyemeyiz. Peki bunların akıntıya karşı çekilen kürekler, rüzgara karşı atılan adımlar, bir tsunami gücündeki neo-liberal dalganın altından şans eseri canlı çıkanlar olduğunu görmemek mümkün mü?



İşte bu noktada karanlık ütopyalar bir anda kafamızda canlanıyor. Orwell’in 1984’ü, Fritz Lang’ın Metropolis’i (Tezuka’nın mükemmel anime versiyonunu da unutmayalım), Terry Gilliam’ın Brazil’i gibi.. Belirsiz bir geleceği değil de, bugünün karanlığını apaçık bir şekilde bize göstermeye çalışan romanlar arasında Orwell’in Animal Farm’ı üzerinde düşünülmeye değer.. Çok net bir biçimde Stalin Rusya’sını ve totaliter rejimlerin ortaya çıkış hikayesini anlatan bu kurguda Orwell bize sanki tam da içinde bulunduğumuz günü tarif ediyor. Hollywood sinemasının bizi alıştırdığı tarzda mutlu bir sona sahip olmayan Animal Farm hikayesindeki her karakteri biz zaten günlük yaşamımızdan tanıyoruz. Görüyoruz ki, Napolyon’un Fransa’sı, Stalin’in Rusya’sı yada Tayyip’in Türkiye’si hiç farketmez, güce ve iktidara koşulsuz şartsız boyun eğilen her yerde tarih kendini bozuk plak gibi tekrar etmeye devam edecek.        
George Orwell (1903-1950)

Animal Farm’da domuzlar, köpekler ve koyunlar var.. İşçi sınıfını temsilen bir at (Boxer), manipüle etmesi kolay cahil halkı temsilen koyunlar, devletin kolluk kuvvetlerini temsilen köpekler ve nihayet mutlak iktidarı elinde bulunduran domuzlar. Domuz Napolyon, Stalin’i yada tüm totaliter rejim liderlerini temsil ederken; onun fikirlerini yayan propoganda bakanı Squealer bugünkü dünyada ana akım medyayı temsil ediyor. Halkın iradesine, devrimin gücüne inanan, entelektüel Snowball ise Troçki. Old Major (Marx) devrimin gerekliliğini tüm çiftlikteki hayvanlara anlatır, onun söylediklerini herkes tam olarak anlamasa da yada dinlemese de tüm hayvanlar kendileri için iyi bir şey söylendiğini sezerler. Sonuçta hepsi çiftlik sahibinin onların etini, sütünü, yumurtasını sömürmesinden ve onları çok çalıştırmasından bıkmıştır. Hep birlikte yapılan devrim, onları çok mutlu eder. Hayatlarında ilk defa özgürce, kendi iradeleriyle istediklerini yapmaya başlarlar. İlk defa kendi kurallarını kendileri koyarlar, Snowball bu kuralları herkes ezberlesin diye çok didinir, domuzlar tamamen öğrenirler, tavuklar ve koyunlar ancak bir kısmını akıllarında tutarlar, bazı hayvanlar okuma-yazma bile bilmediği için bu kuralları hiçbir zaman tam olarak öğrenemezler. Bu yüzden Napolyon Snowball’ı çiftlikten kovduktan sonra, ne zaman Squealer duvarda yazılı bu kuralları değiştirse, diğer hayvanlar eskisinin ne olduğunu hatırlayamadıkları için yapılan değişikliğe itiraz edemezler. Mesela ilk kurallarda yazılı olan ‘hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldüremez’ kuralı bir anda ‘hiçbir hayvan başka bir hayvanı nedensiz yere öldüremez’ olur. Domuzların iktidarında gel zaman git zaman ironikliği ile ünlü şu kural ortaya çıkar: Tüm hayvanlar eşittir; ancak bazı hayvanlar daha eşittir! ("All animals are equal, but some animals are more equal than others".)


Orwell çok basit ve küçük adımlarla aslında devrimin nasıl totaliterliğe doğru dönüştürüldüğünü anlatmaya çalışır bize: İneklerin ‘artı ürün’ konumundaki sütü bir gece ansızın ortadan kaybolur. Bir bakmışız sütü sadece domuzlar içiyor. Hayvanlar buna bozulur, ama domuzların cevabı hazırdır, ‘biz devrimin beyniyiz, düşünen, planlayan biziz. Bizim daha çok yemeğe ihtiyacımız var, hepsi devrim için, hepsi sizin iyiliğiniz için’ derler. Diğer hayvanlar da bu bahaneye safça inanırlar. İşte eşitlik fikri yavaş yavaş bozulur, domuzlar kendilerine göre bir dünya oluşturmaya başlarlar. Öyle ki, Napolyon, kendine karşı çıkanın üzerine köpeklerini salar, eşitlik fikrine ve tüm hayvanların okuma-yazma öğrenmesine inanan Snowball çitflikten kovulur, tüm başarıları ihanet olarak gösterilir, tüm işgücünü sırtında taşıyan ve sürekli ‘daha çok çalışacağım’ şeklinde bir motto geliştiren at Boxer bile bir mezbahaya satılır, insanlarla ticaret yapmaya başlayan Napolyon tavuklardan o kadar çok yumurta üretmelerini ister ki, tavuklar devrimden önceki günleri hatırlamak için kendilerini çok zorlarlar. Hangisi acaba daha iyiydi? Bu acıklı öykünün sonunda çiftlik hayvanları bir de bakarlar ki; Domuz Napolyon ile ezeli düşmanları insanlar birbirinden ayrılamayacak kadar birbirlerine benzemişler. Yani devrim öncesine geri dönülmüş, hatta devrim öncesindeki günlerini arar olmuşlar..Koyunlar hep bir ağızdan şu şarkıyı söylemeye başlasalar yeridir:

What do you get for pretending the danger's not real.
Meek and obedient you follow the leader
Down well trodden corridors into the valley of steel.
What a surprise!
A look of terminal shock in your eyes.
Now things are really what they seem.
No, this is no bad dream.
(Pink Floyd, Animals, 1977)

Tüm bu ahval ve şerait içinde durumu okuyabilen tek hayvan eşek Benjamin’dir. Benjamin çiftlikteki herkesten daha çok yaşamıştır ve deneyimlerine dayanarak kötümser olmakta sonuna kadar haklıdır. Devrim öncesi ve sonrasının birbirinden pek de farklı olmadığını kavrar, domuzların iktidar hırsını görür ve der ki:

Hayat hep olduğu devam edecek –yani kötü bir şekilde. “Life will go on as it has always gone on – that is, badly.”

               

Bu sözler Orwell’in şahsi fikri olabilir. Nitekim 2. Dünya Savaşı sonrası kaleme aldığı 1984 onun geleceğe ilişkin fikirlerini açıkça göstermiyor mu? Orwell’in haksız çıktığını söylemek isterdik ama geldiğimiz noktada Orwell’in dünyasındaki karanlığın bizi sardığını, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ülkülerinin güvenlik, iktidar ve para ile yer değiştirdiğini anbean yaşamıyor muyuz?

İşte Orwell'in geleceğe dair ne kadar yanıldığını (!) gösteren bir kanıt. Barcelona'daki George Orwell Meydanı'ndaki kamera.

Başka bir dünyayı mümkün kılacak bir devrim fikrinden uzaklaşıp bireysel eylemlerle ‘sisteme karşı’ olduğumuzu söylüyor; ancak domuzların idaresine ve iradesine bir türlü nasıl karşı çıkacağımızı kestiremiyoruz. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz olmasa da, bizi ilk başta köle yapmış olan ölüm korkumuz hala bizi kontrol ediyor.

Domuzlar sadece Doğu’da değil, aynı zamanda Batı’da. Wikileaks olayı ve Julian Assange’ın başına gelenler Batı demokrasisinin sınırlarını bize apaçık gösterdi. Sömürüye dayalı neo-liberal ekonomik düzenin temelleri hedef alındığında, demokrasinin aslında bir gülünç fikir olarak alaya alındığı su yüzüne çıkıveriyor. Savaş endüstrisinin kanlı çarklarını hangi ‘barışçıl ve demokratik’ ülkelerin dişlilerinin döndürdüğünün, her zaman cahil ve unutkan olması tasarlanmış koyunlar topluluğu halk tarafından görülme tehlikesi ortaya çıkınca demokrasinin sınırları çizilmiş oluyor. İşte insanın yarattığı dünya gerçekleri alışveriş merkezlerinde, Hollywood filmlerinde, Nobel ödül törenlerinde falan değil, sınırları zorlayan böyle marjinal olaylarda karşımıza bir öcü gibi çıkıveriyor. Unutmayı seçebiliriz, yada domuzlar bize bunları unutturabilir, herşeyin bizim güvenliğimiz ve iyiliğimiz için olduğu söylenebilir, ama inancım -en azından- aramızdaki Benjamin’ler bunları unutmayacak. Benjaminler hayatın zaten hep böyle kötü olduğunu bize söyleyecek. Old Major ve Snowball gibileri tarihi değiştirebiliriz dese de, şu içinde yaşadığımız zaman ve mekanda Napolyonlar’ın hep kazanacağını söylemek gerçekten fütursuzca bir kötümserlik mi yoksa insansız bir güzel gelecek hayali için bize sunulan bir imkan mı? Lars von Trier'in son filmi Melancholia tam da bu yüzden bize büyük bir rahatlama getirmiyor mu? Hadi artık, bitsin, evren de rahatlasın biz de!!
          

Biricik insanın geleceğinde domuz, köpek, koyun, at ve eşek hallerinin hepsine bir rol düşecekmiş gibi gözüküyor. Ebedi-ezeli diyalektik içinde bir gezegen gelip de dünyayı yok edene dek küçük iktidar hırslarımız ve kana susamış açgözlülüğümüz ile insanı affedilebilir kılan sevgi, saygı ve dayanışma gibi duygular bize eşlik edecek. Olur da koyunlar azalırsa, Schiller'in rüyası için de bir imkan doğabilir belki!




ps: Omnis determinatio est negatio'ya bu yazıdaki bazı fikirlerin oluşmasına sağladığı katkılar için teşekkürler.

Nasıl bu hale geldik? Bilincin yolculuğu üzerine atıp tutmalar

İnsan nasıl insan oldu? Daha doğrusu insan nasıl insanlığının farkına vardı? İnsan, sözgelimi, nasıl oldu da üzerinde yaşadığı biricik gezegen için bir tehdit haline geldi? İnsan nasıl oldu da, hayvanların ve bitkilerin evrimi üzerine doğrudan etki edebilen, doğayı türlü biçimlerde dönüştürebilen, gezegenin iklim dengesini bile sarsan bir canlı haline geldi?

Herder’in öne sürdüğü gibi, bugünü ancak geçmişe bakarak, geçmişi de ancak bugünden geriye retrospektif bir bakışla anlayabiliyorsak, modern insanın yarattığı bugünkü –pek de parlak olmayan- dünya koşullarını anlayabilmemizin yegane yolu her şeyin başladığı ana geri dönmek olabilir. Burada, Husserlcı bir anlamda, orijine yada kökensel olana dönmekten ve hikayeyi oradan başlatmayı kastediyorum. Husserl’a göre, kökensel olana ne kadar yaklaşırsak, hakikate de o kadar yaklaşmış oluruz. Kökensel olanın arkasında da bir neden, başka bir köken olabilir; ama biz şimdilik ulaşabildiğimiz noktaya kadar geri gitmeye çalışalım bakalım! Tabii ki burada kültür-tarihsel olanların kökenine geri gitmekten bahsediyorum. Ne de olsa ne Hegel’in, ne Marx’ın, ne Darwin’in ne de Husserl’ın bilemeyeceği bir sürü bilgiye sahibiz bugün.

Hikayemizi şöyle özetleyebiliriz: Öykünün başlangıcı, doğayı dönüştüren ilk insana geri gider. İkinci aşama, doğayı dönüştürebildiğinin farkına varan insandır. Başka hiç bir canlı türünün sahip olmadığı bu özelliği sayesinde insan, kendi ’ayrıcalıklı’ varoluş durumunun farkına varmaya başlar. Üçüncü aşama, doğaya hükmetme hırsının ortaya çıkarak, insanın kafasında, doğa-insan ayrımının hiyerarşik bir yapıya bürünmesi ve, bunun sonucunda, doğanın merkezine kendini koyan insanın ortaya çıkışı olarak tanımlanabilir. Bence insan halen 3. aşama içinde; nitekim dünya-merkezli evren tasavvurundan, güneş-merkezli evren tasavvuruna geçişin kapısını aralayan Kopernik Devrimi bile kendini beğenen (narsist bir varlık olarak) insanın kendini evrenin merkezine yerleştirmesini engelleyememiş. Küresel ısınma ile ilgili farkındalığın artmaya başladığı şu günlerde belki de 4. aşamaya doğru geçmeye başlamış olabiliriz. Dileğim o ki, dördüncü aşamada insanlar kendilerinin hiçbir şeyin merkezi olmadıklarını anlayarak, doğanın insanın ona hükmettiği, insandan bağımsız bir şey olmadığını görmeleri ve doğayı sadece kendisinin eşiti olarak tanımasının ötesinde, onunla özdeş olduğunun bilincine varmasıdır. Felsefede son zamanlarda öne çıkan nesne-odaklı yaklaşımlar bu bilincin ortaya çıkışını müjdeliyor gibi geliyor bana. Şayet bu bilince varamazsa insanlık, doğanın insansız varlığını devam ettireceği aşikar bir gerçek. İnsanın kıyameti, evrenin kıyameti olmayacak çünkü.

İlk aşamaya kısaca göz atalım mı? Homolardan biri, ya da insansılardan biri (Hominid), bugün bizim Afrika olarak adlandırdığımız yerde, dere yatağında bulduğu, avucuna güzelce oturan bir taşı başka bir taşa vurarak şekillendirdiğinde bununla hayvanın etini kemiğinden daha rahat ayırdığını fark etti. Benzer deneyimleri edinen diğer hominidler de aynı hareketi taklit etmeye başladılar, hatta bu nesne o kadar faydalı oldu ki, onu yapmayı çocuklarına da öğrettiler. Böylece insanın yarattığı ilk kültürel ürün olarak çaytaşı aletler ortaya çıkmış oldu. Doğada olanın, akıldaki bir tasarım sonucunda, dönüştürülme süreci de bu mütevazı adımlarla başlamış olur. Yani tam anlamıyla, o Homo için küçük, ama insanlık adına dev bir adımdır bu olay!

Hominidlerin ilk aletleri, kültürün başlangıcı..

İçinde olduğumuz şu günden o ana dönüp baktığımızda, insanlık adına gurur duymaktan çok, tarihin karanlık anlarını düşünerek, acı acı gülebiliyoruz sadece. Ne de olsa atom bombasının yapılmasında, gaz odalarının inşasında, tüm işkence aletlerinin “keşfinde” de benzer bir tasarlayan akıl var. Tabii çaytaşı alet yapan hominide bu kadar yüklenmek, onu yarattığımız korkunç dünya için suçlamak doğru değil. İlk aleti sadece ve sadece hayatta kalmak için tasarlayan insansıdan o yüzden özür dilerim.

Gelelim ikinci aşamaya. Çok çetrefilli bir aşama bu. Homo sapiens –Akıllı İnsan- ortaya çıktı; yani fizyolojik, akılsal, psikolojik, genetik olarak bizimle özdeş olan insan türü. Bizden tek farkı var, o da tarihsel-kültürel birikimin henüz başında olması. Bir iphone tasarlayamaz ama iphone tasarlamak için gerekli tüm donanıma sahip! Küçük gruplar halinde gezen, göçebe bir yaşam şekli var ilk önceleri. Yaşamını avcılık ve toplayıcılık yaparak geçiriyor. Aslında avcılıktan çok, toplayıcılık yapıyor. Bitki köklerini, çeşitli meyveleri, tohumları yiyerek besleniyor; şansı varsa arada küçük yada büyük memelileri avlıyor, yada hatta zaman zaman leşçilik yapıyor. Buzul Çağı’nın zorlu koşullarında, bedeninin zayıf özelliklerine rağmen neslini sürdürmeyi başarıyor. Alet çantasındaki nesneler çeşitlenmiş; el baltaları, keserler, bıçaklar, okuçları, mızrakuçları üretebiliyor. Bunları üretme teknikleri gelişmiş, her yöne oynatabildiği başparmağı ve kapasitesi artmış olan zekası sayesinde ve tabii ki önceki nesilden öğrendikleri ve deneyimlerinin yardımıyla farklı iş ve görevlere uygun aletler üretebiliyor, yenilerini de deneme-yanılma yöntemiyle yada tasarım gücüyle keşfedebiliyordu.

Bu dönemde Homo sapiens’te başka tuhaf özellikler de görülmeye başlandı. Günümüzden 40 ila 35 bin yıl önce bu tuhaf canlı, mağara duvarlarına resimler çizmeye, kilden heykelcikler yapmaya, müzik aleti tasarlamaya ve hikayeler anlatmaya başladı! Bugün, insanı insan yapan güzel ve biricik özellikler diye gurur duymayı kendimizde hak gördüğümüz tüm olgular işte o dönemde ortaya çıktı. İnsanın akıl kapasitelerinde bir sıçrama gerçekleşmiş olmalı bu dönemde. Tam olarak ne oldu henüz bilmiyoruz. İnsan, sadece yaşamını devam ettirmeye yarayan bir takım aletler üretmekle yetinmedi. Ya da şöyle de ifade edebiliriz: İnsanın neslini sürdürmesi için ürettiği aletler yeterli gelmedi!

Lascaux'daki mağara resimlerinden bir detay. Sanatta ilkler
Resim sanatı, müzik ve edebiyat, insan evriminin kesinlikle öngürülemeyecek şekilde yön değiştirmesiyle, yani kendi varlığını doğa içinde tanımasıyla, ortaya çıktı. İnsan, doğadan ve diğer insanlardan ayrı bir varlık olarak kendi bilincine vardığı sihirli anda, hayatta kalma mücadelesi onun için okucu üretme etkinliğinin ötesine geçmek zorunda kaldı. İlk defa soru sordu insan: Ben neyim?
İşte bu soru sorulduğu andan itibaren, geriye dönüş mümkün değildi. İnsanın kendini keşfetme ve açığa vurma süreci oldu tarih dediğimiz şey. İnsanlık tarihi, bizim görmek istediğimiz gibi, ilerlemeler ve gelişmeler tarihi değil, insanın orijinal sorusuna yanıt aramasının acıklı geçit törenidir aslında.

Burada insanın içine düştüğü ikilemi zavallı Frodo’nun yaşadıklarına benzetebiliriz. Yüzüğü taşımak Frodo için nasıl bir yandan büyük bir yük, onu gün geçtikçe tüketen ağır bir ceza; diğer yandan da asla vazgeçmek istemeyeceği, canı pahasına koruduğu bir değer (‘My Precious’) ise, insan için de bilinci aynen öyledir.

Erich Fromm insanın bu ebedi yükünü (burden kelimesi anlamı burada daha iyi veriyor) şu çarpıcı cümleyle ifade etmişti:
Man is the only animal for whom his own existence is a problem which he has to solve.”
İnsan, evrimin ona kötü bir sürpriz gibi getirip kucağına bıraktığı bilinci ile uğraşadursun, ikinci aşamadaki insan henüz kendini doğadan üstün bir varlık olarak tasavvur etmiyordu. Doğayı gözlemleyerek onun temsilini yapabiliyor, anlatılan hikayeleri şekillere yada müziğe dökebiliyordu, ama o doğadan kopmuş, yabancılaşmış bir varlık değildi. Bunun için insanın doğayı ve insanı manipüle etme gücünün farkına varması ve bunu kullanması gerekecekti.

Üçüncü aşama, Neolitik Devrim ile olgunlaşmaya başladı. Buzul Çağı sona erip ılık ve yağışlı bir iklim gezegende hüküm sürmeye başlayınca, insanlar için yaşam her zamankinden daha kolay oldu. Yiyecek boldu, av hayvanı boldu, insanın alet çantası değişen koşullarla ihtiyaçlara göre değişti, bol kalorili tohumları olan bitkilerin yetiştiği coğrafyalarda insanlar, göçebe yaşamı yavaş yavaş terk ederek, ilk evleri inşa etmeye ve ilk köyleri kurmaya başladılar. Bol karbonhidrat girdisi sağlayan toplumların nüfusları kısa zamanda arttı, yerleşik yaşama geçmenin verdiği rahatlıkla kadınlar daha sık doğum yapmaya başladılar. Nerede çokluk, orada bokluk! denir ama Güneybatı Asya’da ilk başlarda öyle olmadı. Yiyecek sıkıntısı çekmeyen, dolayısıyla bol boş vakti olan, ancak hala bilinç derdiyle meşgul olan bir takım insanlar, nesillerdir anlatılan hikayelerden, doğada gözlemledikleri olaylardan, hayvanların hareketlerinden esinlenerek çeşitli mitolojik öyküler anlatmaya başladılar. Yaradılış hikayeleri, insanüstü yaratıklar, insana görünmeyen ruhlar insanın doğayı yorumlamaya başlamasının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Tüm bu hikayelerde, insanın doğayı pasif olarak gözlemlemesinin ötesinde, ona anlam atfetme ve her şeyi insana göre yorumlama isteğinin izlerini görüyoruz. Bu anlamda özne-odaklı kozmoloji ta o zaman ortaya çıkmış oluyordu.

İnsan, mimaride yaptığı ilklerle tasarım gücünün sınırlarını zorlamaya da tam bu anda başladı. Urfa’daki Göbeklitepe insanın doğayı dönüştürme ve hikaye anlatma gücünün ilk anıtsal örneğidir. Ovanın dört bir yanından görünen bir tepenin üzerine bir Anıt (Landmark) olarak inşa edilmiş olan bu tapınaklar dizisinin, insanın yerleşik yaşama geçtiği ancak henüz avcı-toplayıcı olduğu bir aşamaya ait olması gerçekten tüyler ürpertici. Medeniyetin, anıtsallığın, dini inanışların, toplumsal örgütlenmenin kökeninde yiyecek üretimciliğinin yattığını varsayan tüm görüşlerin çürütülmesine yol açan Göbeklitepe kutsal alanı, insanın örgütlü emeğinin en kadim ve çarpıcı kalıntılarından birisidir. İnsan toplumlarının bin yıllar boyunca bu alanda törenler düzenlediğini arkeolojik kanıtlara bakarak söyleyebiliriz. Doğayı dönüştürme gücünün farkına varan insan, doğayı kendine göre yorumlamayı da bir pratik haline getirir. Açıklayamadığı ya da cevabını bulamadığı tüm doğa olaylarına kendi yarattığı hikayeler ile açıklamalar getirmek zorunda kalır ve ancak böylelikle onu için için tüketen bilinç problemini çözerek, iç huzuruyla neslini devam ettirebilir. Tüm bu pratiklerin ve evren anlayışının mekana döküldüğü (somut bir şekilde mekansallaştırıldığı) alan olarak Göbeklitepe bir ilk katedraldir.
Göbeklitepe (Urfa), avcı-toplayıcıların tasarladığı ve inşa ettiği 10 bin yıllık bir kutsal alan.

Göbeklitepe’yi yaratan insanlar, aynı zamanda, tarımı ve hayvancılığı bulan insanlardır. Çevredeki buğdayı, arpayı, mercimeği, nohutu, yabani olarak dağda bayırda gezen koyunu, keçiyi, domuzu ve sığırı evcilleştiren ve onların genetik yapılarını değiştirerek insanlara bağımlı kılan insanlardır Göbeklitepe’ye belli zamanlarda toplanıp ayinler düzenleyenler. İnsanın doğadan üstün olabileceği fikrinin, insanın iflah olmaz kibirinin ilk doğduğu zaman dilimidir Neolitik Dönem belki de.

İnsanın doğaya hükmetme mücadelesinin en önemli aşaması bence insanın insana hükmetme süreci olmuştur. Doğaya hükmetmenin en üst düzeyde kendini açığa vurduğu andır bu. İnsana hükmeden insan, kendini insanüstü ve doğaüstü bir varlık olarak görmüş olabilir. İnsanın insana hükmü, mülkiyet ve sınıf kavramıyla ilişkilendirilse de, kanımca, Hegel’in köle-efendi diyalektiği bu hikayenin en yalın ve gerçekçi şekilde anlatıldığı görüşü temsil eder. Hegel’e göre, insan kendini bir özbilinç olarak ancak başka bir özbilinçte tanıyabilir. Nesneye yönelen istekle insan kendini özbilinç olarak tanıyamaz. Bunu gerçekleştirmek için insanın başka bir özneye yönelmesi gerekir. İki özbilincin kendilerini tanıyabilmeleri için ise, kendini kabul ettirme isteğine sahip olması gerekir. Özbilinçlerin bu tanınma arzusu onları kaçınılmaz olarak bir savaşa sürükler. İşte burası ilginç: Savaş, bir tarafın ölümüyle sonuçlansa, hayatta kalan özbilinç yine tanınmamış olacaktır. Savaş, ancak, şöyle sona erer: Taraflardan biri ölüm korkusuyla karşısındakini tanır, yani geri adım atar. Ölüm korkusu burada insanın biyolojik varlığını sürdürmesini sağlayan biricik güdüsü olarak ortaya çıkar. Hayatta kalır her iki taraf da, ama artık onlar iki özbilinç değildir, onlar köle ve efendidir! Bu diyalektik süreç içinde, ne efendi ne de köle amacına ulaşmıştır. Köle, doğayla dolayımsız ilişki içindedir ama efendinin buyrukları doğrultusunda onu dönüştürür. Efendi ise doğayla arasına köleyi alarak bir dolayım sokmuştur, görünürde güçlü ve muzaffer olan o gibi gözükse de, özünde, kendisi hala bir özbilinç olarak tanınmamıştır, çünkü köle ona göre bir özne değil sadece bir nesnedir. Efendinin trajedisi aslında köleninkinden büyüktür. Doğaya hükmetme arzusu içindeki insan işte, kendini doğanın en yüce, en akıllı yaratığı olan diğer insanlara kabul ettirme saplantısı yüzünden, onları köleleştirmiş, yani onları insanlıktan çıkararak nesneleştirmiş, bu eylemi sonucunda da nesneler tarafından tanınan bir zavallı efendi olmuştur.

İnsanlık tarihinde, köle-efendi ilişkisinin en somut olarak ortaya çıktığı aşama, devletlerin ilk olarak ortaya çıktığı zaman dilimidir. Devletler ve krallar ortaya çıkar, çünkü insanların büyük çoğunluğu korkularına yenik düşer. İnsan için yaşamın kendisi neden bir tehdit haline gelmiştir? Artan nüfus, salgın hastalık demektir, yiyecek sıkıntısı demektir, çatışma ve savaş demektir. Yani ölümün soğuk nefesini her an hissetmek demektir. Ölümden korkan insan, başka bir insana sığınır, sığındığı kişi onu her türlü tehlikeden koruyacağını, çünkü tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olduğunu iddia eder, ama karşılığında ‘benim için toprağı işleyeceksin, benim için madenleri işleyeceksin, gemiler inşa edecek, dünyanın zenginliğini bana getireceksin’ der. Mezopotamya’nın ilk kent devletleri ve tapınak ekonomileri işte böyle doğar. Korunmak isteyenler köle olmayı peşinen kabul eder, nesneleşir. Koruyacağını vaad edenler efendi olur ama kendilerini kabul ettirme arzuları hiç dinmez. Toplumda sınıflar böyle doğar, yüzyıllar, binyıllarca köle-efendi diyalektiği sürer gider. Merak ve açgözlülük, güç hırsı ve doğaya hükmetme isteği, insanın pek insanca özellikleri, tarihin dinamik güçleri olur.

Gel zaman git zaman, Yeni Dünya büyük yelkenli gemiler sayesinde, hırslı ve meraklı denizciler ve onlara sponsorluk eden gözünü mal-mülk bürümüş aristokrasi tarafından ‘keşfediliverdi’. İnsanlığın yüce değerleri olarak görmeye alışık olduğumuz, bilim, sanat, din ve teknoloji, doğaya hükmetme çabasının ürünleri olarak bu karanlık çağın gerçekleşmesine fazlaca katkıda bulundu. Doğaya hükmetmeyi kendine amaç edinmemiş halkların ya soyları tükendi ya da köleleştirildiler. Amerika’nın yerli halkları Avrupa’dan gelen salgın hastalıklarla sapır sapır dökülürken, Afrikalı insanlar pazarlarda köle olarak satıldıktan sonra ölene kadar muz ve şeker kamışı plantajlarında çalıştırıldılar.

Trans-Atlantik Köle Ticareti 1650-1860 yılları arasında 10 ila 15 milyon kişiyi Afrika'dan Amerika'ya taşıdı.
Endüstri Devrimi ile köle-efendi ilişkisi daha da karmaşıklaşır. Köle, doğayı dönüştürdüğünün farkına varmak şöyle dursun, fabrikaların işleyiş biçimi nedeniyle doğadan uzaklaşır ve kendi emeğine iyice yabancılaşır. Sınıf bilincine sahip olamadığı sürece, Marx’ın yanlış bilinç dediği durumda, köleliğinin farkında olmayan bir köle olarak yaşar ve ölür. Bu varoluş durumunda, kölenin aslında gerçekten zincirlerinden başka kaybedeceği bir şey yoktur, ama korkuları hala onu özgürleştirici hamleyi yapmaktan alıkoymaktadır.

Peki insanın doğaya hükmetme hikayesinin sadece bir parçası olarak okuyabileceğimiz insanın insana hükmetme hikayesi sona ermiş midir? Hayır, ermemiştir. Köle-efendi diyalektiği bitmeden, insan-doğa ilişkisi kökensel durumuna geri dönemez. Kökensel durumuna dönmesini de bekleyemeyiz belki, arada yaşanan o kadar hikayeden, tarihsel olaydan sonra. Ama doğa-insan eşitliğinin kurulması için, insanın doğayı bir özbilinç olarak kavraması gerek belki de. Doğayı nesneleştiren insan, ne yaparsa yapsın, efendi trajedisi içinde boğulmaya devam edecektir. Doğayı bir özbilinç olarak tanıyabilmenin ilk koşulu, kölenin özgürleşmesi olacaktır. Doğa-insan arasındaki eşitlik, ancak öznelerarası eşitliğin ortaya çıkmasıyla oluşabilir gibi geliyor bana. Yani şöyle bir şey gözümde canlanıyor: Şu anda yaşadığımız dünya insanlar tarafından kirletiliyor, kaynakları tüketiliyor, içindeki

Dağ gorillerinin nesli avlanma yüzünden tükeniyor. İnsan kendinde bu hakkı nasıl görmeye başladı?
canlıların tamamı nesneleştiriliyor, yani köleleştiriliyor. Filler sadece dişleri için, goriller gurme mutfağında meze olmak için, Sibirya kaplanı birinin sırtında kürk olmak için, küçük kırmızı balık bir akvaryuma süs olmak için nesneleştirilen canlılar. Hegel’in mantığını benimsersek, köleleştiren insanlar, yani efendiler, bitmek tükenmek bilmeyen bir iştaha sahipler, çünkü nesnelerden aldıkları haz onlara yeterince doyum vermiyor. Onlara doyum verecek olan başka eşit özbilinçlerdir. Bu gerçekleşmedikçe, tüketmeye devam edecekler, doğayla aralarındaki mesafe gittikçe açılacak ve sonunda kendileri de yok olacaklar.
Eureka 7 adlı animenin iki karakteri. Doğanın, insanın yaptıkları yüzünden yok olmamak ve insan olmayı anlamak için, kendini insan kılığına sokmayı denemesinin hikayesi. İnsanın hırsları ve korkuları onun doğayla bütünleşmesine izin verecek mi?

Ancak, köleler bu senaryoyu değiştirebilir. Kendi gücünün farkına varan kölenin özgürleşmesi sadece kendini bir özbilinç haline getirmez, aynı zamanda efendinin trajedisine de son verebilir. Özbilinç haline gelen efendi için artık doyumsuz istekler ortadan kalkar. Bir özgür özbilinçler topluluğu olarak tüm insanlık doğayı nesneleştirmeden, köleleştirmeden onu bir eşiti olarak tanır, kabul eder.

İşte tarihin sonu böyle gelir! Tarihin sonu böyle gelmezse, doğa, serüvenine Homo sapiens olmadan devam etmeyi sürdürecektir. Kim bilir, milyonlarca yıl sonra ortaya çıkacak başka akıllı varlıklar bizden daha iyi bir imtihan verecek ve bilincin ulaştığı son noktada doğayla bütünleşeceklerdir. O zaman fosillerimiz doğa tarihi müzelerinde ilkel bir yaratık olarak sergilenmekten başka hiç bir işe yaramayacaktır.