Pazartesi

Çeviri: Schelling ve Marx (Manfred Frank)




-Alman İdealizmi’nden Çıkış Yolları-


11. Bölüm: S.290-293

Bu arada içinizden uzun süredir şöyle sorduğunuzu duyar gibi oluyorum: Tinsel dünyalarında asla kapanamayacak bir ayrılık varken, Schelling ve Marx’ın benzerliklerine dair elimizde yalnızca harflerden oluşsan eksiksiz bir katalog olsa neye yarar? Bu konuda ben sizin kadar emin değilim. Bilim alanında –ki Schelling ve Marx da kendilerini bu alanda sayarlardı- bir yazarın politik ve ahlaki konumu, sadece bu konumun kendi argümanlarının niteliğini belirlediği ölçüde değer kazanır. Marx ve Engels, Hegel’i Prusya’daki Restorasyon Dönemi’nin sismografı, hatta ideoloğu olarak ele almış, ama aynı zamanda ondan bir şeyler öğrenmekten hiçbir zaman tereddüt etmemişlerdir. Bunu Schelling için de yapmış olamazlar mı? Schelling’i, tüm Prusya Polisi’nin hizmetinde olduğu „38. eyalat üyesi“ olarak suçlamak başka, onun Berlin’de verdiği derslerin notlarını detaylı olarak ve tekrar tekrar çalışmak başka bir şeydir. Bunun üzerine soyut bir biçimde tartışmaya gerek yok: Marx bu şeylerden birini yaparken diğerini göz ardı etmemiştir.
Tarihsel olarak incelediğimizde görürüz ki, daha sonraki kuşaklar felsefe sistemlerine, bizzat o sistemin kurucularının kafasındakinden çok daha farklı bir bilgisel içerik atfederler.Yine de bu, o sisteminin yapısının ortadan kaldırılabileceği anlamına gelmez. Bu açıdan, politik ve teolojik amaçlarını bir kenara koyup salt yapısal olarak göz önünde bulundurduğumuzda, Schelling’in tarih anlayışı, Hegel’e kıyasla, tarihsel materyalizmle çok daha fazla benzerlikler taşır. Schelling, Berlin’deki dersinde şöyle der: „Gerçek dialektik yalnızca özgürlüğün krallığındadır. Ancak özgürlük bütün bilmeceleri çözebilir“ (Schelling 1993, 168). Schelling’de özgürlüğün giderek merkezi bir önem taşıması, onun „mantıksal zorunluluk“ olarak adlandırdığı kapalı döngüyü kırmak istemesinden kaynaklanır. Bu döngü kırlıldığında insan gerçekliği, kendi eseri olmayan bir varlık ağının temelinde kendi pratik niteliği üzerinde düşünebilecektir. Schelling’in bu fikirleri, en azından Pierre Leroux, Michael Bakunin ve August Cieszkowski üzerinde etkili olmuştur (ayrıntılı belgeler için bkz. Schelling 1993, 538 d.; 544 d.; 554 d.). Ayrıca Schelling, kendi kişisel duruşu anti devrimci olarak tanımlanabilirse de, baskıcı bir teşkilat olarak devleti öyle sivri bir dille eleştirmişti ki, kullandığı ton ancak Bakunin ve Proudhon’un anarşist manifestolarında tekrar yankısını tekrar bulacaktı (örn. bkz. SW II/I, 534 d.; ve bu kitapta bölüm 12).
Ayrıca Marx’ın sözünü ettiği, komünizmle birlikte „yeniden yükseliş“, „[yenilmiş] doğanın dirilişi“, insanlığın doğacılığı ve insancılığın doğası (bkz. MEW I. 538, 536, 573 d.) gibi tanımlar doğrudan Schelling’le ilişkilidir (bkz. Schelling 1946, 32 d.). Elbette bu düşünüş biçiminin izini Rönesans’daki Yeni Platonculuk’a, Kabala geleneğine ve Jakob Böhme’ye kadar sürebiliriz. Heinrich Heine de bu anlamda şunu yazar: „Alman Felsefesi tarafından Mutlak adıyla anılan Tanrı, varolan her şeydir; hem madde hem tin. Her ikisi de aynı şekilde tanrısaldır ve kutsal maddeye hakaret, kutsal tine karşı günah işleyen kadar günahkardır“ (Heine 1997 III, 565 d.).
Belki daha da önemlisi, Marx ve Schelling’in yabancılaşma düşüncesinde birbirleriyle yakınlaşmasıdır. Daha önce Franz Baader ve Adam Müller’in tutucu kapitalizm eleştirilerinde dile getirdikleri bu terim, Schelling’de, diyalektiğin iki uğrağı olan reel ve idealin, yani varolan ve varolması gereken arasındaki ilişkinin tersine dönmesi anlamına gelir. Bu anlamda, varlığın özden önce gelmesine dair tez (görünür tinin alanında ise doğanın akıldan önceliği), ontolojik bir ilişki içerir: Schelling’e göre, doğal olarak varolanlar, mertebe anlamında değil ama varlığa yakınlık açısından insanın öz yetilerini aşarlar. Buna karşılık, evrim sonucunda insanın ortaya çıkışıyla beraber, doğa süreci kendi kaderi açısından hayati olan yepyeni bir aşamaya gelir: Bu, insanın özbilincinin üretime geçtiği ve doğanın gelecekteki kaderini belirsiz bir özgürlüğe teslim ettiği bir dönemdir. Ama Schelling’e göre insanoğlu, elindeki bu gücü iyi değerlendiremez ve onu heba eder: Kendisinin doğaya ait temelinin ontik önceliğini, özgür oluşunun mümkün kılan biricik koşul olarak kabul edip buna saygı duyacağına, bu temeli –mazoşistçe- kendi egemenliğinin ve sömürgesinin nesnesi haline getirir. Böylece, hem kendi doğamızdaki hem de bizi çevreleyen doğadaki insanlık dışı sonuçlarına her an tanık olduğumuz „çöküşün“ baş mimarı olur. Bu, insanın doğadan „yabancılaşmasının“ bir sonucudur. Doğadan yabancılaşma, insanı, altında inim inim inleyeceği ve özgürlüğünü kaybedeceği „devlet“in, doğa düşmanı Leviathan’ın kucağına teslim eder. Bu görüşler, güncelliğini hala korumaları yanında, yapı bakımından Marx’ın yabancılaşma kavramına benzer. İnsan doğasına temel olan şey ve insanın temel yetileri arasındaki ilişki tersine dönmüştür. İnsan, kendi yetilerini, kendi doğasının temeli üzerinde ve böylece insana özgü yeni imkanların açılması yönünde kullanmak yerine, salt bir hayatta kalma mücadelesinin emrine vermek zorunda kalmıştır.
Yine de yabancılaşma, doğanın değil insanın eseridir ve bu yüzden ortadan kaldırılabilir. Schelling’in sistematik maddeciliği özgürlüğe, ilkesel olarak tamamlanmamış ve tamamlanamayacak olan bir tarih alanını açar. Varlığın bilince aşkın olduğu düşüncesi, Schelling’i, doğa evriminin düşünebilen herhangi bir aşamasının, hakikatın kendisine eriştiğini hiçbir zaman meşrulaştıramayacağı konusunda ikna etmişti. Schelling’in dinsel seçeneği bir şeye karşı her zaman dirençlidir: Hegel’in sistematik nedenlerden dolayı mecbur olduğu, gerçeklikle herhangi bir şekilde uzlaşma zorunluluğu Schelling’de söz konusu değildir (bkz. Bölüm 12). Bunun da ötesinde Schelling, Hegel’in totaliter devlet öğretisini Münih’deki derslerinde kıyasıya eleştirmiştir.
Schelling’in bu yönlerinin Sol Hegelciler’e etkisini incelememiz için yeni bir kitap yazmam gerekir. Bu yüzden bu incelemeyi sizlere bırakıyorum ve ilk sosyalistlerden Pierre Leroux’dan bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Leroux’dan şunu öğrenebiliriz: Sosyalizm, Schelling’le zorunlu ve doğal olarak kavgalı değildir. Yalnızca, sosyalizmin ilerde teknokratik ve dogmatik bir Marksizm’e dönüşecek olan ortodoks Hegelci kanadının Schelling’le bir sorunu vardır. Asıl üzücü olan ise, çok çabuk bir biçimde, -her zaman dinsel bir içerik de taşıyan- sosyalist ütopyaların hümanist tasarılarından, hegemonyal bir dünya politikasına ve çöküşüne dek bilimsel sosyalizm olarak adlandırılan şeye geçilmiş olmasıdır. Şimdi Leroux’a geri dönelim: Schelling’in günümüz felsefesine dair söylediği her şey sonuna kadar doğru […]. Onun gibi bizler de bugün felsefeyi tehdit eden tehlikeleri seziyoruz. Bu tehlikeler, yalnızca felsefenin doğal düşmanlarından, yani geçmişin putperestlerinden değil, aynı zamanda kendini filozof olarak tanımlayan ama sadece birer eklektikçi olanlardan da geliyor. Ne yazık ki Hegel’in, Marksist ve sol Hegelci çevre tarafından yanlış yorumlanması birçok zihinsel yetiyi felç etti. Üstadın panteizmi, şüpheciliği ve öğrencilerin tembelliğini kendisine çekti. Bugün kendilerine ilerici diyen bir çok kişi, felsefenin esas amacını, bir şeye inanarak pratik anlamda angaje olmakta değil, tam tersine bu inancı bir tür mistikleştirme olarak görüp her şeye şüpheyle bakmakta bulmaktadır. Burada şöyle sormak gerek: Bu sözümona mistik filozoflar ve sofistler, neden felsefeye ihanet etmeye ve onu egemenlere satmaya bu denli hazır olsunlar (Pierre Leroux: “Tikel görünümlerinde ve evrensel özünde incelenen Tanrı veya Yaşam üzerine”, Schelling 1993, 555 d.)?

Ek:


4. Bölüm: (S.117-118) 

Modern felsefenin temel özelliklerinden biri, kendisinin bizzat özbilincin kesinliğiyle oluşmuş bir düşünce olduğuna dair taşıdığı genel kanıdır. Descartes’ın öncülüğüyle başlayan bu kanı, Leibniz’den ve Kant’la birlikte ampirik bir soluklanmadan sonra Fichte’nin felsefesinde doruğa ulaşmıştır. Fichte’de öznellik, kendisinden türetilen bilgilerin yine kendi biçimleri aracılığıyla nesnel bir temel kazandıkları, dedüktif olarak gelişen bir bilgi sisteminin ilkesi haline gelmiştir.

Heidegger ve onu takiben Postyapısalcılık akımına dahil pek çok düşünür, öznelliğin elde ettiği bu gücü, Varlığı- veya Differance’ı- unutuşun Batı düşüncesinde geldiği son nokta olarak görmeye çalışmışlardır. Genel önyargı, Fichte’yi bu durumun baş günah keçisi ilan ederken, Jena’da yeni başlamakta olan Romantizm’i de tamamen Fichte’ye bağımlı kılar ve böylece Friedrich Schlegel’i, yani bu akımın Novalis’le beraber öncüsünü, özne felsefecisi olarak etiketlendirir.

Bu etiketlendirme bir çok nedenden dolayı haksızdır. Eğer öznellik erken Romantik dönem için önemli bir konu ise, bunun nedeni, Fichte’nin ilk kuşak öğrencilerinin (bunlara Hölderlin de dahildir), öznelliğe Mutlaklık kademesini layık gördüklerine dair genel kanıdır. Buna karşın öznellik, ancak kendisinden bağımsız bir önkoşul sayesinde erişilebilir olan bir olgu olarak değerlendirilmelidir. Bu açıdan, ancak özbilincin yapısı aracılığıyla açığa kavuşturulabilir. Başka bir deyişle, özbilincin analizi bizi şu bulguya ulaştırmalıdır: Kendilik, olağan bilinçli yaşamını sürdürdüğü bağıl özdeşliği, kendi yapısından daha yüksek bir kademenin işi olarak görür. Bunu daha kolay anlaşılır kılmak için şöyle düşünelim: Alışageldik biçimde özbilinç olarak tanımladığımız şey, aslında bilincin yeniden kendine dönme işinin bir sonucudur. Bu geri dönüşe felsefe dilinde „düşünseme“ [reflexion] diyoruz. Düşünüm, kendine dönüşün [yansımanın] bir özne ve bir nesne olarak ortaya çıkmasıdır. Öte yandan, görünüm ve karşı görünüm olarak ortaya çıkan bu ikili durumdan, temel anlamda bir kendiliği, tekil bir varlık olduğum olgusunu nasıl çıkarabiliyorum? Bunun da ötesinde, bu kendiliğin ve tekilliğin, olağan bilinçli yaşamımın temel bir özelliği olduğundan nasıl oluyor da şüphe edebiliyorum? Bu iki sorudan erken dönem Romantikler’in (ve Hölderlin’in) çıkardığı sonuç şuydu: Özbilinç, hiçbir düşünce ilişkisinde çözümlenemeyecek ( hiçbir tür ilişkide olmayan ve yarı düşünümsel) bir özdeşlikten türemiştir. Bu özdeşlik, o dönemin kuşağı tarafından, Friedrich Heinrich Jacobi’den de esinlenerek, varlık [Seyn] olarak adlandırılıyordu.

(S.133)



Bu sonucu şöyle de formüle edebiliriz: Şu ana kadar yalnızca, kendi sonlulukları ve tekilliklerinin temelinde, her bir diğerinin tekilliği ile çelişkiye düşen parçaların [Fragment] oluşturduğu zıtlıkları inceledik. Aslında bütün bu çelişkileri meşru kılan tek bir çelişkiden söz edebiliriz, yani parçasal veya tikel konum ile Mutlak düşüncesi arasındaki çelişki. Parça, sadece kendi gibi parçalara ayrılmakla kalmaz; tikel ayrışmaların toplamı, kendi içindeki bütün zıtlıkların dışında ve üzerinde yer alan Mutlak’la çelişir. İşte bu durum, parçaların hepsini ve onların cisimlendirdiği bütünlüğü, kendi başına kavranamaz olan Mutlak’ın başarısız bir temsili olarak gösterir.

Bu fikir yürütmenin sonucunda, Romantik döneme özgü ironi düşüncesinin kökenine rastlarız. Hiçbir tekil konumun boy ölçüşemediği Mutlak düşüncesi, bütün bu konumları ironik bir ışıkla aydınlatır. İnsanlar olarak biz de, kendi sonluluğumuzda yine ancak bu tekil konumlara yönelebildiğimizden, Mutlak da bizim için kavranamayan olarak kalır. Bu anlamda ironi oyununu iki taraflı oynar. Bir yandan sonlu olanla alay eder. Çünkü sonlu olan her şey başka bir sonlu tarafından yalanlanır ve tüm sonlular Mutlak düşüncesi tarafından topluca utanç içinde bırakılır. Ama öte yandan Mutlak da ironinin elinden kaçamaz. Novalis’in dediği gibi, Mutlak anlamında özdeş bir saltlık yoktur (NS II, 177, Z. 10 d.): „Salt olan, ne ilişki kurulan ne de kurulabilen olurdu. […] Salt kavramı bu yüzden boş bir kavramdır- […] salt gibi görünenler o halde imgelem gücünün bir oyunudur- zorunlu bir kurgudur“ (II, 179, Z. 17 d.).

Felsefe yapmanın her türü „mutlak bir neden“ ile neticelenmelidir. Eğer böyle bir neden olmasa ve „mutlak neden“ kavramı bir imkansızlığı belirtse, felsefe yapma dürtüsü sonsuz bir etkinliğe dönüşürdü; sonsuz, çünkü mutlak nedene karşı, ara sıra sakinleştirilen ama asla dinmeyen sonsuz bir arzu olurdu. Mutlak’tan gönüllü bir vazgeçişle, içimizde sonsuz derecede özgür bir etkinlik başlar. Bu etkinlik, ancak Mutlak’a ulaşmada ve onu tanımadaki yetersizliğimizi anladığımızda bulabileceğimiz, bize verilebilecek yegane mümkün Mutlak’tır. Bize verilen bu Mutlak ancak olumsuz bir biçimde bilinebilir: Aradığımız şeyin hiçbir eylememizle ulaşılamayacağını bulduğumuz eylemde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder