Üzerine yazmaksak zihnimizin bizi günlerce kemireceği filmlerden biri geldi hayatımıza. Bu yazıyı yazmak biraz zor olacak; çünkü halen hangi karakter ve/veya olay üzerinden giriş yapacağımı bilmiyorum. İzin verirseniz doğrudan işlenen konuya geleyim.
Ben bu filmin sonlulukla, yani insanın ölümle yüzleşmesindeki ıstırapla ilgili bir öykü olduğunu düşünüyorum. Filmdeki olayları tetikleyen ve sonra da katmanlandıran, karakterimiz Colm Doherty'nin fanilikle olan oldukça kişisel mücadelesinden çıkıyor. Esasen onun aldığı bir karar, yavaş ve izole ritmindeki adalı hayatları, en başta da hayattaki tek dostunu, kelebeğin kanat çırpışı gibi etkiliyor. Hem de öyle böyle değil, derinden etkiliyor.
Bu karar sonrası herkes konum almak zorunda kalıyor ve işte burada bana sorarsanız film kadim bir felsefi tartışmayı tüm yakıcılığıyla kucağımıza bırakıyor.
Nedir bu tartışma?
Hemen söyleyelim: Sonlu bir dünyada iyilik ve kötülüğün değeri tartışması.
Bu tartışmanın nasıl yürütüleceği bakımından elbette filmin geçtiği tarihsel bağlam çok belirleyici. Aydınlanmacı ve Cumhuriyetçi fikirlerin -yavaş da olsa- topluma penetre etmeye başladığı minicik bir adadayız ve adanın yavaş tarihsel ritmine rağmen araçsallaşmış aklın kendini iyiden iyiye tüm ilişkilerde açığa vurmakta olduğunu seziyoruz. Artık iyiliğin ve kötülüğün ötesinde, akla uygunluk ön plandadır ve bu adanın değişime hemen adapte olamayan "yavaş" failleri için büyük bir krize dönüşecektir.
Filmde bizi ilk karşılayan güzellik ve akıllılıkla eşit mertebede olması gerekirken neredeyse tamamen unutulmuş olan iyilik erdemi ve onun değeri/değersizliğine dair hüzünlü bir olay. Adanın iyilik ve nezaketle tanınan yalnız çobanı Pádraic bir gün hayattaki tek dostunun artık onunla görüşmek istemediğini öğrenir. Kafası çok karışan Pádraic kısa zamanda "iyi bir adam" ("a good lad") olduğu için bu muameleye maruz kaldığını anlayacaktır. Bu toplumda iyi ve kibar olmak "sıkıcı", "aptal", "sıradan", "kalın kafalı" ve "bayık" olmakla eşanlamlıdır zira. Bunu gören karakterimiz iyiliğin modern hayatta pek de bir işe yaramadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bırakılmış oluyor.
Yani dostu onu sıkıcı olduğu için terk ediyor, herkes onu aptal buluyor (hatta hayattaki tek ailesi kız kardeşi bile). Kendi eylemleri üzerine bir kere bile durup düşünmemiş, Adorno'nun yeni kategorik buyruğunda anlattığı gibi, itkisel bir şekilde hep iyiyi eylemiş, yüreği sevgi ve şefkat dolu özgeci çobanımız kendi eylemleri üzerine ilk defa düşünmeye ve konuşmaya başlar. İyilik ve kötülüğün ne olduğu konusunda o güne kadar hiçbir şüphesi ve tereddütü olmamış olan bu pre-modern insan, bu sorgulama sonrasında bir anda modern topluma içkin ikiyüzlülük ve araçsal akılla tanışır.
Kötülüğün prim yaptığı, şiddetin akla uygun, hakaretin ise "ilginç" bulunduğu bir ortamda bir erdem olarak iyiliğe değerini veren zemin tamamen ortadan kalkmıştır. Bu zemin ortadan kalktıktan sonra Pádraic ömründe ilk defa olarak içindeki potansiyel kötülüğün yüzeye çıkmasına izin verir ve o potansiyeli kararlılıkla gerçekleştirir. O ana kadar adanın diğer varlıkları arasında sıradan bir varlık olan karakterimiz, gerçek bir failliğe -yani kötülük ve yıkıcılıkla mümtaz- özgün ve özgür insani eylemlerin garip çekiciliğine doğru adımını atmış olur. Böylece karakterimiz bize "özünde" iyi olmadığını kanıtlar.
Buradaki bence temel nokta şu, ki onu da Kant'ın ve Schelling'in özgürlük üzerine düşüncelerinde bulmak mümkün, Pádraic aptal ve mankafa olduğu için iyi değildir; o, iyi ve nazik olmayı seçtiği için iyidir. Dolayısıyla, o güne kadarki tüm eylemleri onun cahilce aptallığından değil, bunu içinden gelen şefkatli itkiye uyarak yapmayı seçtiği için iyidir. Onun iyiliği araçsal değildir, koşulsuzdur. Adorno'nun ilkel itkinin anısı dediği şeyle hareket ediyor gibidir. Dostunun iyiliğini ve başarısını hakikaten ister ve bunda kendine bir çıkar gözetmez. Colm iyi olsun ister; çünkü onu sevmektedir. Bu kadar. İşte toplumun asla ve asla anlayamayacağı durum da budur. Araçsallaşmamış, dolayımsız, saf bir iyiliği bilmedikleri için Pádraic'in iyiliği onlara akla uygunsuz, aptalca ve cahilce görünür. Halbuki bu yanlış bir yorumdur. Her insanın içinde olan kötülük kapasitesini isterse Pádraic de performe edebilir. Ne yazık ki Pádraic bunu kanıtlamak zorunda bırakılacaktır.
Pádraic'teki bu kötücül ve yıkıcı kapasiteyi su yüzüne çıkaran, sonluluğuyla yüzleşmeyi tam anlamıyla eline yüzüne bulaştıran dostu Colm'dur elbette. Colm, tıpkı Mozart gibi yüzyıllar sonra insanların onun adını anımsamasını istemektedir. İlerleyen yaş onda derin bir korku yaratır ve bu korkusu onu dostluğun bitip düşmanlığın başladığı acımasız sınıra getirir bırakır. Ancak Colm kendi içsel mücadelesini verirken sadece ve sadece huzur istemektedir. Günah çıkarmaya gittiğinde içinde bulunduğu buhrandan bir türlü çıkış yolu bulamadığını öğrenir, çektiği ıstırabı onun yüz çizgilerinde tek tek okuruz. Sonluluk korkusu onu bencil ve dengesiz yapmıştır. Beş parmağını birden kesmesi kendine olan öfkesini artık dizginleyemediğini gösterir.
Sonuç olarak insanın büyük ikilemine takılıp kalıyoruz: Kötü olup sonsuza kadar anımsanmak mı yoksa nazik olup sonsuza kadar unutulmak mı?
Kanımca, sorunun cevabı Dominic'in hikayesinde gizli.
Yan karakter Dominic, iyilik ve kötülüğün muğlakça ve yalapşap tanımlandığı bu adada, neden erdemler içinde en çok da iyiliğin yeniden anımsanması gerektiğini bize bildirmiyor mu? Yani iyilik aptallık mıdır? İyilik küçümsenecek bir erdem midir? İyi olmak çok kolaydır da kötü ve kaba olmak kahramanlık mı ister? Kötü olmakla mı fail olunur? Otantik eylem kaynağını illa kötülükten mü almalıdır? İyiliğin, nezaketin ve özgeciliğin kendinde bir değeri yok mudur? Bunlar akla uygun değil midir?
Babası tarafından sistematik tecavüze ve şiddete maruz kalan Dominic, işte bu sorulara tek tek cevap veriyor film boyunca. O, parlak ve yozlaşmamış çocuk aklıyla toplumsal ilişkilerin tüm mide bulandırıcı ikiyüzlülüğünü, bayağılığını ve saf kötülüğe kayıtsızlığını ifşa eden figür rolünde.
Dominic, aşık olduğu kadınla evlenme umuduyla tutunduğu tek hayalinin adadan bir gemiyle ayrıldığını gördükten sonra, iyiliğe kayıtsız ama kötülüğe hayran bu kirli dünyadan -sularda arınarak- ayrılmayı seçiyor. Dominic'in ölümü masumiyeti, iyiliği ve nezaketi nasıl boğduğumuzun belgesi olarak boğazımızda düğümlenip büyümeye başlıyor.
İyiliği boğan, kötülüğü göklere çıkaran yoz dünyada, insanın sonlulukla yüzleşme derdi midir o halde her şeyi mahveden? Sonluluk ve ölüm olmasa, iyilik otomatikman kazanacak mıdır? Tanrı'nın eşek Jenny'nin ölümüne kayıtsızlığı sanki bize başka bir şey söylüyor. Ne sonluluk ne sonsuzluk bizi biz yapan. Sevgisiz ve cezalandırıcı bir Tanrı yerine yine bir o kadar sevgisiz ve cezalandırıcı akla uygun toplumu getirmekle hiçbir şeyi çözmüş olmuyoruz. Koşulsuz iyilik, tüm direngenliğiyle, tercih edilmeyi halen bekliyor.