Korkumuz, eski acıyı bir daha çekmemektir basitçe.
Bir doğum lekesi gibi, çocukluktan bir düşme izi veya hiç geçmeyen, ara ara içinden kan sızan bir dikiş yeri gibi. Bizimle değil, bizzat bize içkin kendi hayatlarını sürmeye başlar acıların hafızası. Nasıl ki bir kere buzluğa girip çıkan bir yiyecek hiç bir zaman artık eski halinde değilse, acı çeken varlık da hiçbir zaman eskisi gibi değildir. O artık daha kırılgan bir varlıktır. Eskinin silik izlerinin üzerine acının huzmeleri düşmüştür. Yeni varlığa tam bir belirlenim olarak hükmetme gücü olmasa da, eh, yenide etkisi ölçülebilir, gözlemlenebilir, hatta test edilebilir. Her tetiklendiğinde eski acı, yeniden yeniden işlenmek üzere mağarasından fırlar dışarı.
Yarayı sevmek nedir peki? Madem acıdan kaçmaya programlıyız, neden onu en derin mağaralarda, buz gibi suların derinliklerinde boğmayalım ki?
Bir kere şunu tespit edelim: Acılar ölümsüzdür. Beden ölmedikçe, acılar ölmez. O nedenle acıyı her boğma girişimi havanda su dövmek gibi bir şey. Hatta her boğma denemesiyle güçlenebilir bu ölümsüz yaratık. Unutma ki, o senden ayrı bir varlık değil artık, o senin parçan. Ya ikiniz birden ölürsünüz, ya da birbirinizle ortak yaşamı öğrenirsiniz.
Peki, nasıl baş edeceğim? Eski acıyı ağlayabilirsin, dişlerini sıkabilirsin, uyumayı deneyebilir, resim yapar, kendini işlere gömebilirsin, içersin, içersin, içersin. Bunların hepsi pansuman. Ve pansumanı küçümsemiyorum, sadece diyeceğim, bunlar pansumandır. Acıyı geçici olarak dindirir. Geçici bir acil servis müdahelesi gibi düşün.
Tyler Durden'i hatırlıyor musun? Kimyasal maddeyle yaktığında elini arkadaşının ne demişti? "Bu senin acın, hiç bir yere gitme, bu senin acın, burada kal ve acını hisset!" Neden?
Ruhsal acılar da kimyasal yanıklar gibi. Feci yakıyorlar. O yanarken sen bilincinden kurtulmak istersin sadece, daha fazla uyku, daha fazla içki, daha fazla uyuşturucu herhangi bir pansuman, ne varsa o anda. Belki ölüm. Nihai kurtuluş. Neden olmasın? Olabilir, ama ya yaşamın daha hoşumuza gidecek başka olasılıkları varsa, neden dünyayı terk edeyim erkenden?
Yaramla yüzleşmek demek onunla çatışmak, intikam duygusuyla gözlerinin içine bakmak veya onu dövmek değil. Yarayla yüzleşmek demek onu olduğu gibi görmek demek. Yargılamadan. Erich Fried'in dediği gibi, "es ist was es ist", "es ist was es ist", "o neyse o". Her türlü duygu, yaraya müdahele eder. Bazısı yara bandı olmak ister, kendine acımanı sağlar. Bazısı eleştirir, daha da deşer, kanatır yarayı.
Sevgi denen garip şey, sadece bakar, yargılamadan, acıyı çekmene izin vererek. Kırılganlığının üzerini sentetik şifalarla örtmeye çalışmaz. Acıyı görünmez değil, daha da görünür kılar. İyice yüzeye çıkmasına bir izin verir. Ona alan açar, olasılık açar, yaranın özbilincine varmasına izin verir. Utanmazsın yarandan bir süre sonra. Göz göze gelince gözlerini hızlıca kaçırmazsın. O kırılganlığında biricikliğini keşfedersin. Çirkin gelmez artık yaran sana, ilginçtir o hatta.
Ve ona biricik yaşam enerjini, yani ilgini yöneltirsin. İlgiyle dünyaya açılan gözlerinle incelersin yarayı, irini, sızan kanı, oluşan kabuğu. Biricikliğinde özdeğerini inşa edersin istersen. En kırılgan yerin sayesinde en derin korkularının içinden yürürsün. Ta ki artık acın ilginçliğini yitirene kadar. İlginçliğini yitiren her şey gibi, artık bir kenara çekilebilir acı. Failliğinin tadını çıkarmıştır. Sen ve o, bir olarak ve bu sefer artık birlik olarak ve artık farklı bir şey olarak, nehre karışan bir dere gibi...
Yarayı sevmek, en kırılgan yerini sevmek demektir. Sevmek ise yargılamadan, olduğu gibi ona ilgiyle bakabilmekten başka hiçbir şey değildir. Bu karşılıklı bakış, biricik senin daha sağlam ayaklar üzerinde yükselmeni sağlayacak. Yara artık, senin bir süper gücün olacak. Süper gücünün tadını çıkar.