Toni Erdmann filminin iki uç karakteri..(Kaynak: IMBD) |
2010'ların kapitalizmini ve modern bireyin kendine uyguladığı şiddeti kendi deneyimimizin ötesine geçerek anlamamızı sağlayan iki yeni esere değinmek istiyorum bu yazıda. Birincisi, Byung-Chul Han adlı Almanya'da yaşayan Güney Koreli bir filozofun "Şiddetin Topolojisi" adlı kitabı. Diğeri ise, 2016 yapımı "Toni Erdmann" isimli Alman filmi.
Birbiriyle hiç bir ilgisi yokmuş gibi gözükse de, esasında ikisinin de ortak noktası bize içine doğduğumuz neo-liberal dünyanın, ahlaksızlıkta ulaştığı sinir bozucu absürtlüğü göstermesi..Byung-Chul Han, bunu psikanaliz, ileri kapitalizm ve bireyin içine yerleşmiş şiddet bakımından akademik olarak incelerken; Toni Erdmann'ın senaryosu, belki daha da çarpıcı olarak, kurumsal bir küresel şirkette çalışan duygusuz ve hissizleşmiş bir kadına müdahale etmek zorunda kalan komedyen bir babanın gözünden aynı konuları işliyor.
Han'ın kuramı genel hatlarıyla şu: Freud ve sonrasında gelen psikanalistler, insan psikolojisine dair çözümlemeler yapar ve ruhsal rahatsızlıkları tanımlarken, aslında kendi içinde bulundukları "disiplin toplumu"nu tanımlıyorlardı. Disiplin toplumları, genel olarak, 20. yüzyıl boyunca yaşamış Batılı kapitalist toplumlardır. Han'a göre, bu toplumlarda yetişen bireyler üzerinde uygulanan şiddet "dış" kaynaklıydı. Yani hukuk, toplum, eğitim, devlet gibi güçlü ideolojik araçların kişi üzerinde baskı kurduğu, eylemlerini yönlendirmede ve seçmede dominant bir rol oynadığı toplum modellerinden bahsediyoruz. Bireyler, bu güçlü ideolojik aygıtlar tarafından dışarıdan dayatılan kuralları (doğruları ve yanlışları) öğrenir ve bireyin üstbenliği bunlara göre şekillenerek kişiyi baskı altında alırdı. Üstbenliğin yeterli kalmadığı veya benliğin aşırı baskılandığı durumlarda, psikolojik sorunlar ortaya çıkıyordu. Bu sorunların çözümü ise bilinçdışına itilen deneyim ve yaşantılarda aranabilir ve sorunlar çözüme kavuşurdu.
Byung-Chul HAN, Filozof (1959-) |
Han'a göre, 21. yüzyıl insanını anlamak ve ruhsal sorunlarına çözüm bulmak için artık bir "disiplin toplumu"nda yaşamadığımızı kabullenmek şarttır. Ona göre, Freud'un üstbenlik, benlik ve altbenlik kuramı bu yüzyıl insanını açıklamak için doğru araçlar değildir. Bunun nedeni, artık bir disiplin toplumunda değil bir "performans toplumu"nda yaşamamızdır. Performans toplumu, adı üzerinde bir tanımlama. Bireylerin özel ve iş hayatlarında -ki bunları birbirinden net olarak ayıramayız artık- gösterdikleri "performans"larla başarılı veya başarısız addedildikleri toplumlardır bunlar. Şirketlerin çalışanlarına koydukları kota baskısı, akademisyenlere dayatılan yayın ve atıf baskısıyla örnekleyebileceğimiz, neoliberal mantığın bireye dayattığı "ölçülebilir" (ancak ahlaki veya insani olmayan) kriterlere erişmenin bir çeşit "kurtuluş" olarak sunulduğu toplumlar bunlar. Bireyin iş yerindeki performansından, sosyal medyaya kendini sergileme biçimlerine kadar geniş bir yelpaze içinde tanımlanabilir perform etme hali. Böylesi bir "değerler" sistemine sahip toplumun ruhsal sorunları Burn-out ve depresyondur. Genellikle depresyona eşlik eden Burn-out yani tükenme sendromu kişinin kendini gönüllü olarak sömürmesinin bir sonucudur. O halde, karşımızda sadece yeni bir hastalıklar dizisi değil, aynı zamanda yeni bir birey vardır. Bu birey, kendini özgür zannettiği ölçüde,-çünkü artık üstbenliğin baskısından kurtulmuştur- kendini sürekli dönüştürmeye, geliştirmeye, esnek ve başarılı olmaya, performansını artırmaya yani güle oynaya bir özsömürüye doğru yelken açmaktadır. Han'ın deyişiyle, artık bir "İdeal-Ben" vardır, daha doğrusu artık "İdeal-Ben" tasarımıyla hareket eden birey vardır.
Bireyin tarihsel serüvenini şöyle özetliyor Han:
Hükümdarların modern öncesi toplumunda kelle uçurucu bir şiddet egemendi. Vasıtası, kandı. Modern disiplin toplumu hala bir olumsuzluk toplumudur. Ona hakim olan bir disiplindir, "sosyal ortopedi"dir. Şiddet türü deformasyondur. Ne cellatlar ne de mesleki deformasyonlar, geç modern başarı ve performans toplumunu tarif etmeye yeter. Bu topluma artık olumluluğun şiddeti egemendir ve bu yeni şiddet, özgürlükle mecburiyet arasında ayrım yapmaz. Patolojik tezahürü ise depresyondur."En büyük paradoks Han'a göre bugünün şiddetinin -ki artık bu içselleşmiş, bireye eşlik eden özşiddettir- kendini bir özgürlük maskesi altında sunmasıdır çünkü birey eylemlerinde özgür ve bağımsız olduğu yanılgısı içinde hareket eder. Kendisini İdeal-Ben tasarımına adamış ve bunun için hayatın her alanında performans gösteren bireydir artık. Han'ın dediği gibi, "bu, insanın hem gardiyan hem tutuklu olduğu bir çalışma kampıdır."
Performans ve gösteriye dayalı sözde bir özgürlüğün serpildiği dünya artık, ne hukukun, ne ahlakın, ne dinin, ne devletin ne de eğitimin, sadece ve sadece sermayenin egemenliğine teslim olmuş bir dünyadır. Kitabın belki de en dramatik paragrafı günümüzün AVM'leşmiş topografyasını şöyle özetler:
"İktidar ve ihtişam politik alanı çoktan terk etti ve sermayenin iç mekanına taşındı. Reklamlar liturjik methiye ilahilerinin kapitalist versiyonudur artık. Yeni ürünleri metheden yıldızlar, günümüzün melekleridir. Haşmeti öven kapitalist ilahilerdir. İhtişam, kendini yalnız sermayeye adamış iktidarların güzel yüzüdür. Sermayenin iktidarına gösterilen rızanın adı, şimdi tüketimdir."İşte Toni Erdmann karakteri bu sisteme sokulan bir çomak olarak karşımıza çıkar. Performans toplumu içinde yaşamaya devam eden alternatif bir dinozordur Toni Erdmann. Küresel ekonomi, kurumsal uluslararası şirketler, petrol fiyatları, politika-sermaye ilişkisi, outsourcing gibi neoliberal kavramlar, ezik şirket stajyerleri ve geri kalmış ülkelerin ebediyen yoksul kalacak insanları...Hepsi Toni Erdmann'ın kızı sayesinde gözlemleyebildiği hissiz bir varoluşa ait yabancı varlıklardır..
Bu dünyada sonuna kadar hissizleşmiş, hatta gaddarlaşmış, ikiyüzlü, yalancı insan suretli mahluklar gezinir. Toni Erdmann sayesinde içine girdiğimiz bu gezinme bize ileri kapitalizmin belki de en sömürülen, daha doğrusu kendini en başarılı olarak sömüren insanıyla yüz yüze getirir: Beyaz yakalılar.
İyi eğitimli, uluslararası çalışabilen, yabancı dil bilen, iyi okullara gitmiş, "başarılı" addedilen takım elbiseli veya döpiyesli insan görünümlü mahluklardır bunlar. Yaptıkları işin, doğaya ve topluma hiç bir faydası yoktur. Tek fayda, şirket yöneticilerine ve sahiplerine olan kar ile ölçülür. Filmin bir sahnesinde, Toni Erdmann'ın kızı Ines, bir sözleşme sayesinde bir sürü insanın işinden olacağını ve bunun şirket için iyi olduğuna değinir. İnsanların işini kaybetmesi sadece bir imzaya bakar, şirketin çıkarınaysa bu iyi bir gelişmedir. Kapitalist dünyada bu bir gerçekliktir, şirketi ilerleten bir adımdır. İşini kaybedenlerin ne adı, ne sanı, ne ailesi ne de yoksul olmama hakkı vardır..Ines için bu üzerinde fazla düşünülmemesi gereken acı ama kaçınılmaz bir realitedir.
Bu hissiz kız İnes, tabii ki, tüm bu insanlık-dışı yaşayışının bedelini ödemektedir. Mutsuzdur, hiç gülmez, hep gergindir ve içi kan ağlamaktadır. Babası ona "mutlu musun? diye sorduğunda, babasından ısrarla mutluluğu tanımlamasını ister. Böyle büyük kavramları gelişigüzel kullanmaması için onu azarlar. Esasında, bu soruya cevap veremeyecek kadar kibirlidir, gururludur ve insanlığından uzaktadır. Artık babası duruma katlanamayıp ona "Bist Du eigentlich Mensch?" (Sen insan mısın be?) dediğinde bile üzerinde hiç durmaz. Hissisliği ancak ve ancak "başarılı" bir toplantı sonunda patronu ona "Du bist ein Tier" (Sen bir hayvansın) dediğinde dağılır. İlk defa bir şeylerin ters gittiğini kendine itiraf edecek dürüstlüğe ulaşır bilinci. Bu noktadan sonra, şirketin geri kalmış ülkeleri sömürüsü ve yine şirketin çalışanlarını sömürüşü, dahası kendini depresyon noktasına kadar özsömürüşü görünür olmaya başlar kendi gözünde. Tam da Han'ın dediği gibi, kendisinin hem gardiyan hem tutuklu olduğu bu çalışma kampında, öz şiddetine boğulduğu içsel dünyasında yaşamaya devam ederken, bu uyanışla belki de hayatında ilk defa olarak otantik ve özgür bir eyleme imza atar. (Spoiler vermemek için burada kesiyorum.)
Han'ın kitabı ufuk açıcı, açık ve ikna edici. Ancak, devrimci değil. Han, bize bu sistemde insanın hem fail hem kurban olduğunu söylüyor. Kimsenin bu içselleşmiş şiddetten kaçamadığını söylüyor. Öyle mi gerçekten? Belki Han'ın tezinin tek zayıf halkası burası. Ve belki de Almanya'dan yazıyor oluşu Han'ın bazı görülerini kısıtlamış durumda. Artık fiziksel şiddetin kalmadığını, kendi deyimiyle "makro şiddetin" kalmadığını ilan ederken fiziksel şiddetin günbegün yaşanmaya devam ettiği "Ortadoğu" coğrafyasında yaşayan biri olarak acı acı gülmemek zor. Diğer yandan, gerçekten HERKES bu sistemde gardiyan ve tutuklu mu? Hiç sanmıyorum. Dışarıda gezen birileri var. Bunlar gittikçe tekelleşen dünya sermayesinin tezahürlerimizin ötesinde güçlere sahip insanları. Büyük bankaların CEO'ları, üst düzey yöneticileri, büyük uluslarası şirketlerin sahipleri, büyük yatırımcılar...Hangi ekonomik kriz olursa olsun bundan karlı çıkanlar, fayda sağlayanlar, krizlerin bitmesini istemeyenler, devletleri bile dolandıran bankalar, ve onların kredilerini sigortalayan şirketler..
Hayır, Han, herkes acı içinde değil dünyada. Herkes depresyon ve Burn-out tehlikesi içinde değil. Bir avuç insan ve şirket milyarlarca insanın rızkını hiç utanmadan ve sıkılmadan çalıyor. Tarihin en büyük ve en aleni hırsızlığı, ihtişam içinde ve ahlaki olarak olumlanarak, dahası, hiçbirimizin onayı olmadan gözümüzün önünde cereyan ediyor. Evet, bugünün bireyi bu sistemin değirmenine su taşıyor, doğru..Ancak, gerçek failler dışarıda! Bir yerden başlamak istiyorsak, Toni Erdmann gibi, kör gözün parmağına, en can yakan soruyu kendimize sormalıyız: "Biz insan mıyız be?"
KAYNAK: Han, Byung-Chul 2016 Şiddetin Topolojisi. Metis: İstanbul.