Şimdilerde yeni bir düşünce biçimi doğuyor felsefede, hatta çoktan doğdu desek yeridir; çünkü ciddi bir literatür oluştu bile bu konuda. Bu yeni felsefi düşüncenin kabul gören genel adı "Object-Oriented Ontology", yani kısaca "OOO". Türkçe'de "nesne yönelimli ontoloji", yani "NYO"olarak çeviri önerisinde bulunabiliriz. Önemli temsilcileri Quentin Meillasoux, ve sonra fikir ayrılıklarıyla birlikte gelişen iki ana dalı temsilen Graham Harman ve Levi Bryant. NYO, insan olan ve olmayan şeyleri felsefenin görünür alanına alarak, insan merkezcilikten uzaklaşma arayışında. Ancak tek meselesi bu değil, bir koca adım daha ileri giderek, şeylerin kendindeliğini, bağımsızlığını, birbirine indirgenemezliğini, onların içsel ve bize görünür olmayan "ilkel bilinçlerini" kabul etme eğiliminde. Yani, şeylere "şey" deyip geçmeyin; onlar biz onlara bakışımızı yöneltmediğimiz sürece "kendilerine çekilmiş" (withdrawn) durumdalar, bu onların bizim algımızın ve düşüncemizin ötesinde bir varlıkları, eyleme kapasiteleri ve hatta hatta ilkel bir psikeleri olmadığı anlamına gelmez! (Bana inanmıyorsanuz Harman'ı okuyun, aynen de böyle diyor!).
Graham Harman (1968- ;NYO'nun en önemli filozofu) |
Biraz daha açalım:
NYO, modern düşüncenin Kartezyen ikiliklerine, özellikle Doğa-Kültür, Özne-Nesne ve Fail-Yapı ayrımına, modernizmle birlikte yükselen “bilen özne” tahakkümüne, bu düşünceye sonradan eklenen Kantçı “kuran özne”nin ayrıcalıklı konumuna karşı tavır alır. Unutulmamalı ki, Kant felsefesinin en önemli yönlerinden biri, dış dünyayı kendi zihinsel kapasiteleri ve duyu organlarıyla algılayan, ve böylece şeyleri fenomen (kendini görünür kılan şey) olarak bilen özneyi evrenin merkezine yerleştirmesidir. Dış dünya, bir özne tarafından “bilinmediği” sürece, nesnesi bile olmayan bir belirsizlik alanı olarak kalır (Albayrak 2015: 3). Bunun yarattığı en önemli sorun, öznenin bilme kapasitesinin her şeyin üzerine çıkması, özneye ayrıcalıklı bir konum verilmesi ve nesnenin bilen bir özne olmadan bir öneminin olamayacağı, dolayısıyla öznesiz bir nesne tasarımına karşı oluşudur. NYO’da, bilen bir özne olmadan da nesnenin bağımsız varlığı kabul edilir, yani öznenin karşısına dikilen bir nesne (Gegenstand) olmadan da, ondan tamamen bağımsız olarak nesne kendi içinde otonom ve eyleme kapasitesi olan bir varlıktır. NYO’ya temel oluşturan düşünce, Heidegger’in “Varlık ve Zaman” eserinde çeşitli aletlerin varlık durumlarını tartıştığı bir pasajda saklıdır. Heiddegger, nesnelerin kendine çekilmiş (withdrawn) ve bilinemez gerçekliklerini onların insana olan faydalı varlık durumundan (elönünde-bulunma; Vorhandenheit) ayırmak için “Zuhandenheit” (elaltında-bulunma; readiness-to-hand) kavramı altında inceler. Harman’a göre, bu elaltında-bulunma varlık durumu sadece insanlar ve nesneler için değil, tüm nesneler arasındaki ilişkiler için geçerlidir, yani, her nesne kendini göstermeyen, karanlık ve yüzeyin altında gizli kalan içsel bir varlığa sahiptir (Harman 2002). NYO, böylece, şeyleri, insanın bilme gücü ve isteğinin bir parçası olmaktan çıkarmakla, nesnelere tarihte geniş bir hareket alanı sağlamış olur.
Heidegger'in çekici kırılmış... |
NYO’da bu görüş nesneyi ön plana çıkarırken insanı arka plana itmek şeklinde bir düşünceyi yansıtmaz; onun yerine insanları da “nesneler” (şeyler) alanına dâhil ederek, onların üstün konumuna son verir. Böylece eski felsefelerin özne ve nesne olarak ayrı olarak ele aldığı entiteleri kapsayan tüm “şey”leri birbirinden bağımsız, birbirine indirgenemez ve eşit parçalar olarak görmek niyetindedir. Aynı zamanda, sürekli bilmeyle haşır neşir olan bir felsefenin (Epistemoloji) yerine varlıkbilimle (Ontoloji) uğraşan yeni bir felsefe getirmenin faydasına inanır. Böylece, “bilen ve kuran özne”nin hâkimiyeti ve felsefi düşüncede en az Descartes’ten bu yana baskın olan insan merkezci yaklaşım (anthropocentrism) son bulacaktır. Bunun yerine insanın merkezden çekildiği, insan olmayan her şeye faillik alanın açıldığı, dolayısıyla onların da bağımsız ve görünür kılındığı, yeni bir dünya tasarımı ortaya çıkacaktır. Böyle bir posthumanist evren tasarımında nesneler, insanlardan bağımsız olarak var olmakla kalmayacak, buna ek olarak insanlar olmadan da eyleme kapasitesine sahip olacaktır. Sözgelimi, bir sıvı insanlar olmadan da akabilir, yıldızlar ve kara delikler oluşur, toprak erozyona uğrar, dalgalar kıyıyı aşındırır, bir gemi batığı durdukça bozulur ve başka bir şeye dönüşür. Tüm bunlar felsefede nesneyi merkeze çekmenin gerekliliğini gösterir.
Buraya kadar her şey yolunda. Okuması, üzerine düşünmesi bir hayli zevkli yeni heyecan uyandıran bir kavrayış.. Bir bakıma, insanın sırtındaki ağır yükleri de biraz alan rahatlatıcı bir düşünüş biçimi. Postmodernizmin kişiyi "birey" ilan eden, buyurgan ve talepkar parmak sallamasından bir anda özgürleştiriyor insanı. Herşeyle bir ve eşit olma, şeylerin kendilerinin başının çaresine bakabileceği, biz olmadan da evrenin devingen kalacağı ve işlerin yolunda gideceği fikri bana huzur veriyor açıkçası. Bir Japon Zen bahçesine bakar ve evrimsel, ezeli-ebedi huzuru bulur gibi bir hisse kapılıyorum...Derken, Kilis'e roket atılıyor, Ege'de bir mülteci teknesi batıyor, Afganistan'a bir drone saldırısı oluyor ve çocuklar ölüyor, bedenler ve zihinler paramparça oluyor...
Bana göre, NYO'nun zayıf
karnı onun materyali ve ilişkileri simetrik bir düzene yerleştirmeye çalışırken, insan
ilişkilerinin ve insanın kendisinin yarattığı eşitsiz ve adaletsiz tarihsel
koşullara sırtını dönmesidir. Bu görmezden geliş, aslında her şeyi görünür
kılmaya çalışan bir ahlaki tutumun, üzerine pek konuşulmayan ahlak dışı (amoral) duruşudur. NYO, istemeden de olsa, tarihte insanı kenara iterek, insanlığın en acil
soru ve sorunlarına gözünü yummaktadır (ya da en azından kayıtsız kalmaktadır). Tüm düşünce biçimleri içinde geliştiği tarihsel
bağlamın insan bilincinde yarattığı yeni etkiyle ortaya çıkar. O halde soralım:
Günümüz dünyasının apaçık gerçeği nedir?
Günümüz dünyasının, yani içinde
büyüdüğümüz ileri kapitalist dünyanın apaçık gerçeği sosyal eşitsizlik ve
adaletsizliktir. Holding patronlarının bile kapitalizmden şikâyet ettiği bir
çağda, insanın her gün maruz kaldığı eşitsizlik ve adaletsizlik duygusunun, felsefede bir sorun olarak tarif edilmeye son verilmesi, ironik bir
ifadeyle, kendini bilmezliktir. Her şeyden önce, insan merkezcilikten uzaklaşma
çabasından başlayalım. İnsan bilincinin bugün geldiği noktada, insan
merkezcilikten uzaklaşma alınacak en ahlaklı tutumlardan biri elbette. Ne var
ki, insanı merkezden çepere alma, insanın önemli bir fail olmaya devam ettiği
dünyada, onun ahlaksız ve adaletsiz eylemlerinin de çepere alınmasına yol
açıyor ne yazık ki. Belki burada yapılan hata, insanı topyekûn ve homojen bir
entite olarak görme hatasına düşmek olabilir. İnsan; hayvanlar ve bitkilerin
karşısına konduğunda homojen bir entite olarak görülebilir; ancak tüm olayların
gerçekleştiği tarihsel bağlamında insanlar ırklarına, etnik kökenlerine,
sınıflarına, cinsiyetlerine, yaşlarına, inançlarına ve karakterlerine vs. göre
birbirinden ayrılan heterojen bir gruptur. Toplumlar ve bireyler arasında
herhangi bir hiyerarşik ayrım, çatışma yokmuş ve bu dinamiklerin tarihsel
olaylara etkisi yokmuş veya azmış gibi varsaymak, tarih biliminde yapılacak en
büyük metodolojik hatalardan biri olur.
Böyle bir
kayıtsızlık, ancak dünyanın realitesiyle yüzleşmeyen, ona dokunmayan ve onu bir
sorun olarak tanımlamaktan uzak duran (ahlaksız değil ama) ahlak dışı bir
kuramsal düşüncenin ürünü olabilir. Sözün kısası, Türkiye, Orta Doğu ve dünyanın diğer
yoksulluk, adaletsizlik, işsizlik, savaş ve kölelikle boğuşan toplumları için
ahlak dışı bir öğreti fazla “lüks” ve steril kalmaktadır. Açıkçası, benim bu
yeni felsefi yönelimle ilgili biricik sorunum budur.
Eleştirel kuramın önde gelen
teorisyenlerinden M. Horkheimer (1982, 244), sosyal kuramın gerçek misyonunu
“insanların köleleşmesine yol açan koşullardan onları özgürleştirmek” olarak
tanımlar. Horkheimer (1982, 215), sosyal kuramın
tarihteki görevini şu pasajda işler:
«Eğer teorisyenin ve nesnesinin ezilen sınıfla dinamik bir bütünlük oluşturduğu görülebilirse, çalışmalarının sadece somut tarihsel durumun tanımlanmasından ibaret olmayıp o durum içinde onu değişmeye zorlayan etkenlerden birini oluşturduğu da anlaşılabilir: bu onun asıl işlevidir.»
Bu perspektiften NYO'ya
baktığımızda, onun tarihin insanı köleleştirici koşullarını değiştirmeye zorlayacak ve
ezilen toplumsal kesimlerin özgürleşmesini sağlayacak durumu yaratmak gibi
bir derdi varmış gibi değil. NYO, insan olmayan
faillere verdiği önemle hayvan ve bitkilerin insan tahakkümünden kurtulmasının
aracı olabilir; ancak, insanı topyekûn çepere itmesiyle insanın insan
tahakkümünden kurtulmasının bir aracı olamaz. Onun yerine, şeylere odaklanarak,
insan-insan ilişkilerinin hiyerarşik, eşitsiz ve adaletsiz görünümlerini
görünmez kılan bir yöne doğru kayma tehlikesi bulunmaktadır. Hatta eleştiriyi
bir doz artırıp şeylerin (materyalin) bu kadar ön plana çıkarılmasının ileri
kapitalizmin, neoliberallerin ekmeğine yağ sürdüğünü bile önerebiliriz.
Şeylerin sorgusuz-sualsiz çılgınca tüketimine dayanan bir ekonomik sistem içinde, felsefenin de, pat diye, nesnelere ve onların mistik içsel kapasitelerine
yönelmesi ilginç bir tesadüf değil mi?
Reel dünyada karşılığı olmayan eşitlikler kurmasının dışında, NYO düşüncesinde,
şeylerin otonomluğuna, içsel bağımsızlığına ve canlı eyleme güçlerine olan
“inanç” da eleştirilebilir. Harman’a (2011: 103) göre, kayalar ve elektronlar
gibi bilinçsiz entitelerin bile ilkel psikeleri onlara bir deneyim alanı
açmaktadır. NYO'yu eleştiren Cole (2015: 321), şeylerin NYO’da bu kadar radikal bir biçimde kişileştirmesini (personification), Marx’ın Kapital’de
bahsettiği “metanın mistik karakteri”yle karşılaştırır.
Cole, NYO’nun da şeyleri kişileştirerek mistik bir karaktere
büründürdüğünü, bunun da dünyanın gerçek meselelerine odaklanmayı engellediğini
savunuyor. Katılmamak elde mi?
Sonuç olarak, NYO, zihinde heyecanlı titreşimler yaratan "cici" bir düşünce biçimi, felsefede radikal bir dönüşün de habercisi kuşkusuz. Ama ileri kapitalizmin parçalanmış ahlaksız dünyasının ahlak-dışı kalmayı yeğleyen "mükemmel bir suçu" aynı zamanda. Belki felsefeler hep böyleydi; realiteden kaçışın en estetik hali. Dünyayı çekilir kılan da budur belki..Son tahlili size bırakırım..
Kaynakça
Albayrak, M. B.
2016 Kant’ın Kopernik Devrimi. Bilim ve
Gelecek 143: 2-9.
Bryant, L. R. 2011
The Democracy of Things. Ann Arbor: Open
Humanities Press.
Cole, A. 2013 The
Call of Things. A Critique of Object-Oriented Ontologies. Minnesota Review 80: 106-118.
Cole, A. 2015
Those Obscure Objects of Desire. Artforum
Summer 2015: 318-323.
Harman, G. 2002 Tool-Being: Heidegger and the Metaphysics of
Objects. Peru: Carus Publishing.
Horkheimer M.
1972 Critical Theory: Selected Essays. New York: The Continuum.