Pazar

Çakan Şimşekler ve Sıçrayan Kaplanlar: Benjamin'in Tarih Felsefesi

Walter Benjamin (1892-1940)


İçinden geçtiğimiz tarihin şu biricik anında ve hayatımızı sarmalayan şu mekanda bir an durup da bakışımızı aniden geçmişe çevirdiğimizde ne görürüz? İnsanlığın avcı-toplayıcılıktan başlayıp ileri kapitalizmde biten anlı şanlı öyküsünü mü? yoksa her biri barbarlığın vücut bulmuş hali olan görkemli piramitleri, anıtları, gökdelenleri, endüstriyel tarım çiftlikleri ve müzeye dönüştürülmüş toplama kampları ile atom bombasının hala etkilerini omuzlayan bebek ve çocukları mı? Tarih dediğimiz şey, adına nedensellik denilen bir otomatın tıkır tıkır çalıştırdığı insan eylemleri ve olayların içine düzgünce yerleştirilmiş olduğu bir zaman boyutu mudur? Yoksa feci bir sona doğru kararlılıkla hareket eden müzikli bir geçit töreni mi? Kaçınılmaz mıydı yani avcı-toplayıcıların çiftçi olması? Peki düzenli orduları olan krallar zorunlu muydu? Kaç kere başa sararsak saralım, insan psikolojisi kaçınılmaz olarak aynı tiyatroyu ve dekorları mı yaratacaktı? Yani, söyleyin bir kere, eğer biz kendi haline bıraksaydık, Avustralya aborjinleri bir gün devleti mi kuracaktı? Kendi haline bıraksak, Aztek kralı Avrupa'yı mı keşfedecekti? Kendi haline bıraksak, Sicilyalılar yuvarlak evler yapmaktan vaz mı geçeceklerdi? Bunu hiç bilemeyeceğiz. Ama şunu bilebiliriz: Resmi tarih, insanlığın ilerlediğine inanmamızı ister bizden. Bunu da en çok basitten karmaşığa giden düzenlerle ve teknolojik gelişmeyle kanıtlama peşindedir. Böylece güçlünün güçsüzü ezmesi, egemenliği altında alması, onu yok etmesi, devlet şiddeti, bugünün akıldışı ileri kapitalizmi bir kaçınılmazlık olarak görünür gözümüze. Kimse de şunu demez, kardeşim, tamam savaşlar ve çatışmalar her zaman vardı, ama aynı anda 800 bin kişiyi öldürmek neyin ilerlemesidir ayol?! Bilimin mi? Çünkü insanları gaz odalarında toplu imha etmek, onları kimyasal veya biyolojik silahlarla öldürmek ciddi bir bilimsel çalışma gerektirir. Sağolsun, cep telefonum konumumu çok doğru olarak bulabiliyor, bu sayede Amerika'daki bir üsden yönetilen bir İHA ile rahatça öldürülebiliyorum! İşte buna ilerleme derim hocam! Bunlar çok mu "ekstrem" örnekler sizce? Bu detaylara odaklanarak olayın bütününü kaçırıyor muyum? Peki, daha basit bir örnek vermeyi deneyim. Ayfon 6s aldığına içtenlikle sevinen asgari ücretli veya işsiz kişi, tarihin dip noktasındaki elindeki taşı başka bir taşa vurarak el baltası üreten adamdan daha mı özgür, daha mı ahlaklı, daha mı mutlu, daha mı cesaretli? Hiç sanmam. Böyle bir kıyaslama yapılamaz mı diyorsunuz? O zaman, Avrupalı sömürgecileri hiç yargılamayalım..Onların tarihin doğal gidişatı içinde yüzbinlerce insanı çeşitli yollarda katletmiş ve milyonlarcasını köleleştirmiş olduğu gerçeğine ahlaki olarak takılmayalım değil mi? Afrika'nın bir köyünde "geri kalmış" şekilde, Avrupa'nın teknolojik ilerlemesinden "yoksun" olarak yaşayan bir kadın, köle olarak satıldığında ne mutlu olmuştur! Artık o da teknolojik ilerlemenin, insanlığın ilerlemesinin bir öznesi olabileceği için! Ne büyük mutluluk onunki! Ne büyük ilerleme!

Bizim böyle bir ilerlemeye inanmamız mutlaka güçlü devletler, egemenler, patronlar ve savaş ağaları tarafından isteniyordur. İlerlemenin -tüm sevimsizliğine rağmen- kaçınılmaz olduğu, insanlığın bu fedakarlıklardan geçmesinin zorunlu bir doğallık olduğuna inanıyor olmamız onların tüm insanlıkdışı yöntemlerini uygulamalarının bir öncülü çünkü. İçine düştüğümüz kapitalist bilincin de bize dayattığı buna benzer bir masal. Hiç bitmeyen ihtiyaçlarımın oluşu, sürekli birtakım nesneleri satın almam gerektiği, büyüyünce düzenli bir işim olması gerektiği, düzenli "gelirimle" ev ve araba alma zorunluluğum, tatil yapma zorunluluğum, modayı takip etme ve hele hele kadımsan saçımı boyatma, "istenmeyen tüylerimi" aldırma, mutlaka bakımlı olma zorunluluğum diye uzayan giden hiç bir zaman tamama eremeyecek bir eksiklikler listesi...İşte okullarda tarih dersi sadece ve sadece bunlara inanabilmemiz için var. Kabul ediyorum, hikayeyi öyle bir anlatıyorlar ki, inanmamak elde değil! Ama zaten Orwell abimiz ne demiş? Geçmişi kontrol eden bugünü kontrol eder demiş. Bugünü kontrol eden de geleceği!


İşte bu tarihi koşullar altında tarihe dair başka bir kavrayış geliştirmek gerekliydi. Ve bunu Walter Benjamin'den daha iyi kim yapabilirdi ki? Bir insan, Almanyalı bir Yahudi olup hem Birinci hem de İkinci Dünya Savaşı'na tanıklık ederse, herhalde ortada "yaşasın ilerleme!" diye gezinmesini bekleyemeyiz değil mi? İşin ilginci, tam da onun döneminde ortada "yaşasın ilerleme!" diye gezinen sürüsüyle sosyal demokrat ve Marksistin kaynaması. Benjamin'in derdi bunlarla! İlk bakışta kapalı olmakla birlikte, Benjamin'in hayat öyküsünü ve dönemini bilen bir okuyucu için bu tezlerde açık bir biçimde ilerlemeci marksizmle hesaplaşma önplandadır. Ancak bunu yaparken Benjamin, Marx ve Engels ile hesaplaşmaz; hatta onlara hiç dalaşmaz bile. Benjamin'in hasımları döneminin -özellikle Almanya'da Nazizme hiç direnmeden boyun eğen- sosyal demokratları, Stalinist komünistler ve bir de bizim bugünkü tabirle "odun solcular" olarak niteleyebileceğimiz tarihi sınıf çatışmalarının doğal bir "ilerlemesi" olarak gören ve komünist geleceği bir olasılık değil de zorunluluk olarak kavrayanlardır.  Benjamin'e göre, tam da bu düşüncede olanlar, tarihteki olanaklılıları kapatarak, onu nasıl olsa bir gün kurtulaşa çıkacak ana yol olarak gören tembel bekleyişçilerdir.    

Benjamin, daha birinci tezde bizi dumura uğratır. Burada tarihsel maddeciliği içinde bir kuklanın saklı olduğu bir otomatı yöneten kukla oynatıcına benzetir. Her seferinde mutlaka satranç oyununu kazanan kukla ise teolojinin ta kendisidir. Tarihsel maddecilik, teolojiyi kullanarak tarihi "kazanmalıdır". Yani hem böylece tarih doğru olarak yorumlanacak, hem de faşistlere karşı zafer kazanılacaktır. Hadi bakalım, çık işin içinden! Tarihsel maddecilik nire? Mesiyanik teoloji nire? İşte Benjamin böyle sıradışı ("out of the box") düşünen bir filozoftur. Yanyana gelmesi mümkün olmayanları birbirine o kadar uyumlu bir şekilde örer ki, ve bunu sanıldğının aksine, o kadar tutarlı bir biçimde yapar ki, ortaya yepyeni bir tarih felsefesi çıkar. M. Löwy'e göre, Benjamin tarih tezlerinde üç birbiriyle çelişik gibi görünen düşünce akımından ilham alıyor: Alman Romantizmi, Yahudi Mesiyanizmi ve Devrimci Marksizm ve yine Löwy'e göre, Benjamin'in teolojisi  iki temel kavramla anlaşılabilir: Hatırlama (Eingedenken) ve Mesiyanik Kefaret (Erlösung).

Benjamin'in her tezini burada ele alabilecek yerimiz yok; ancak onun düşüncesinin bugün bizim açımızdan en değerli bölümü belki de otomatik bir şekilde tarihte görülen "ilerleme" fikrine kafamıza vura vura karşı çıkışıdır. Ayrıca, 6. tezde çok bariz bir şekilde Ranke gibi dönemin ünlü tarihçilerinin savunduğu pozitivist tarihçiliğe saldırır. Benjamin'e göre, tarih zulümlerin, zorbalıkların, yıkıntıların ve katledilişlerin tarihidir. Tarihin ilerlemesi, Batılı insanın adına "medeniyet" dediği yaratıyı ortaya çıkarmıştır; ama Benjamin'e göre "aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmayan hiçbir kültür belgesi yoktur." O halde, gerçek bir tarihsel maddeci ne yapmalıdır? O, tarihin havını tersine taramalıdır; ezen sınıfların ilerleme gördüğü yerde, o yıkıntı, zorbalık, ezilmişlik görmelidir. Avrupa'nın orta yerlerinde o katedraller nasıl inşa edildi? diye sormalıdır. Tuğlaları kimler taşıdı? Kimler üst üste koydu? Kimler o taşları oydu? Kaç kişi o inşaatta yaşamını yitirdi? Kaç köle bir araya gelip Paris'i inşa etti? İşte gerçek bir tarihçinin soruları bunlardır Benjamin' göre. Yoksa aslı barbarlık olan medeniyeti, alıp başımızın tacı etmek işten bile değildir. Pozitivist tarihçiliğe düşüncesinin doğal bir sonucu olarak karşı çıkar, burada Nietzsche'nin tarihe ilişkin düşüncelerinden faydalanır. Nietzsche şöyle buyurmuştu: "Tarih, yalnızca hayata ve eyleme hizmet ettiği zaman faydalıdır." İşte bu nedenle 6. tezine Ranke'nin ünlü sözünü alaşağı ederek başlar sevgili Benjamin: "Geçmişi tarihsel olarak eklemlemek, onu "nasıl olduysa öyle" tanımaktan çok, bir tehlike anında parlayan bir anının efendisi olmaktır." diyerek Rankeci tarihçiliği elinin tersiyle ittirir.

Paul Klee - Angelus Novus

Benjamin'e göre, tarih, faşizmin ilerleme tarihidir. Eğer bir ilerleme varsa, işte orada yanı başımızda duran faşizmdir. Bu noktada, Marx ve Engels'in "Komünist Manifesto"da bize anlattığı türden bir tarihi hikayenin karşısında konumlanır ister istemez. Önce derebeyleri vardı, onları yendik, burjuva sınıfı egemen oldu, şimdi de burjuvayı yenerek işçi sınıfının egemenliğini kuracağız şeklinde "olumlu" bir okumaya inanmaz Benjamin. Her ne kadar tarihsel maddecilik, sınıf çatışması ve diyalektiğin sonuna kadar yanında olsa da, tarihin bu fazla iyimser okuması doğru değildir ona göre. Benjamin'e göre bugünkü durumu aşabilmek (sihirli kelime Aufhebung burada) "kötümserliğin örgütlenebilmesine" bağlıdır. Asıl devrimsel eylem, ilerlemenin dışına sıçrayabilmek; onu bir anlığına bile olsa durdurabilmektir. "Yaşadığımız olayların 20. yüzyılda "hala" olabileceğine şaşırmanın hiçbir felsefi yönü yoktur" der Benjamin 8. tezinde. Bu şaşkınlığı, tarihe ilerlemeci bakışın bir kusuru olarak görür. Bu "büyük anlatıya" inanmaya devam ettiğimiz sürece Benjamin'e göre daha çooook şaşırırız. Doğru olan, tarih anlayışımızı ters yüz etmektir. İlerlemenin bir bekleyişçi öznesi değil, ilerlemeden dışarıya fırlamanın faili olabilmekle devrimler olur. Tarihin gözlerini faltaşı gibi açmış, ayağının önünde biriken barbarlık belgelerine bakan meleği Angelus Novus bize tarihin soğuk ve kasvetli gidişatından haberler verir. 9. tezde şöyle yazar Benjamin:
"...Meleğin yüzü geçmişe dönüktür. Bizim bir olaylar dizisi gördüğümüz yerde o yalnızca tek bir felaket görmektedir. Yıkıntı üzerine yıkıntı yığıp onun ayağının dibine iten bir felaket. Biraz daha kalmak, ölüleri uyandırmak ve parçalanmış olanı biraraya getirmek ister melek. Fakat, cennetten eser bir fırtına kanatlarına dolanmıştır, ve bu fırtına o denli güçlüdür ki melek artık onları kapatamaz. Bu fırtına onu sırtını döndüğü geleceğe doğru karşı konulmaz biçimde itmektedir; öte yandan da gözünün önünde yıkıntılar birikmektedir göğe dek. Bu fırtına bizim ilerleme dediğimiz şeydir."

Bunlar, Benjamin'in en çok bilinen ve alıntılanan tezleridir belki de. Ne var ki, Benjamin'in felsefesinin kanımca derinleştiği yerler "hatırlama" ve "zaman"ın niteliği üzerine düşünüşleridir. Hatırlama, Yahudilik inancındaki "Zakhor" (Hatırla!) buyruğundan ilhamını alır. Benjamin için çok merkezi bir kavramdır hatırlama, çünkü onun düşüncesinde kurtuluş sadece devrimi yapanlara gelmeyecektir; kurtuluş geçmişteki tüm ezilenlerin, katledilenlerin ve zulümlerin hatırlanışı olarak bir kurtuluştur. Geçmişin ezilen halkları unutulmayarak, tarihin dehlizlerinden, kuyularından, unutulup atıldıkları yerlerden teker teker kurtarılacaklardır. Kurtuluş onlar için hatırlanma olarak gelecektir. Bu düşünce Benjamin'de sadece "melankolik bir sızlanma" olarak görülmemelidir; bugünün devrimcisine güç ve enerji veren geçmişin ezilmişlerinin anısıdır. Yahudilik inancında, Mısır'da köle edilmiş olmayı unutmamak önemli bir yer tutar, bu anının canlı tutulması mesiyanik kefaretin gerçekleşmesi açısından yaşamsal öneme sahiptir. O yüzden, "unutma! hatırla!" der Benjamin.

Benjamin'de bir diğer özgün fikir, tarihin zamansal niteliğinin farklı bir kavranışıdır. Benjamin, tarihi boş bir zaman boyutu içinde sürekli akan bir olaylar dizisi olarak kavramaz. Esasında bu düşünce, ilerleme fikrinden daha da meta bir kavrayışa yönelik bir ifşa etmedir. Bizim alıştığımız homojen ve boş olan zamanın dolduruluşu olarak görülen tarihsel zaman kavramı yerine, tarihin her anını dolu ve eşsiz bir fırsat olarak tasarlayan, geçmişte bugünü, bugünde geçmişi gören ve ikisi arasındaki ilişkinin "kaplanın sıçrayışı" sayesinde bir anlık çakan bir şimşek gibi kurulduğunu savunan yepyeni bir zaman düşüncesini koyar. Adorno, Horkheimer'e yazdığı bir mektupta, Benjamin'in 14. tezindeki zaman kavrayışının Paul Tillich'in chronos karşısına koyduğu kairos kavramıyla benzeştirir. Zamanı nasıl tasarladığımız değiştiği ölçüde, tarihin ilerlemeci hareketi de daha absürd gelmeye başlayacaktır gözümüze. İnsanlık tarihi patikası belli ama içi boş bir zaman boyutunda yol almaz. Patika, insanın kültürü ve tarihiyle dolu olarak işlenir, bugünün zamanı geçmişi içinde taşır, geçmişe dönüp bugünü keşfetmek mümkündür.

Son olarak, Benjamin'in doğanın sömürülmesine karşı duruşunu hatırlayalım. 11. tezdeki doğa üzerine sözleri, küresel iklim değişikliğini deneyimleyen biz 21. yüzyıl insanına özellikle çarpıcı gelmektedir. Benjamin, kaba bir Marksist okuma olarak çalışmanın ve çalışan insanın yüceltilmesine karşıdır. Vülger bir Marksizm olarak gördüğü bu çalışma/emek yüceleştirmesini eleştirir; çünkü bu kadar çalışan bir işçinin ne işe yarayacağının sormamız gereklidir. Kendinde bir şey olarak "çok çalışma" özgürleşmeyi getiremez (bkz. Nazi kampları). Eğer yalnızca doğaya hükmetmeye yarayacaksa bu çalışma hiç de ahlaklı bir eylem değildir bu. Benjamin'e göre iyi, gerekli bir emek doğanın tahakküm altında alınmasını sağlayan insan emeği değil; doğanın "bağrında uyuklamakta olan virtüel yaratımları canlandırabilecek emek"tir. İnsanı, doğanın hükmedeni olarak görmeyi reddeden bakışıyla Benjamin, bugünün ekolojistlerine güçlü bir selam çakar.

Benjamin, bugün bizim kaplan gibi sıçrayarak kavrayabileceğimiz, bugüne taşıyabileceğimiz ve şimşeğin çakması gibi bir anda hakikat olarak karşımızda duracak bir tarih felsefesini sunar. Tarihin meleğinin ezeli ve ebedi acı çekişini durdurabilecek miyiz bilemeyiz.. Ama en azından totaliterliğe doğru "ilerleyen" ülkemizde bizim de Benjamin gibi bir avuntumuz var:
"Bizden sonra gelecek olanlardan galibiyetlerimiz için minnettarlık duymalarını değil, mağlubiyetlerimizi hatırlamalarını istiyoruz. Tesellimiz budur: Artık teselli bulma umudu olmayanlara verilmiş tek teselli.." 

*Daha fazlası için: M. Löwy, Walter Benjamin Yangın Alarmı: Benjamin'in Tarih Kavramı Üzerine Tezlerin Bir Okuması.Versus Kitap.