Sözgelimi dünyanın birbiriyle hiç ilişkisi olmayan coğrafyalarında yaşayan toplumlar birbirilerinden bağımsız olarak yiyecek üretimciliğine geçtiler ve tarım-hayvancılıkla uğraşan toplumlar benzer demografik/sosyal süreçler sonucunda daha karmaşık siyasi örgütlenmelere sahip oldular; ancak bu ortaklık hiç bir surette bir yasaya bağlanamaz, veya bu ortak hareket hiç bir surette onların geleceğinin de ortaklığı anlamına gelemez. Tarıma geçen toplumlar illa ki, kenti, devleti, yazıyı bulacak, sınıflı toplumlar, kronik savaşlar, imparatorluklar ve emperyalizm ortaya çıkacak diye bir yasa koyamayız. Verdiğimiz 10 örnekten 8'i bu yasayı doğrulasa da, 9. ve 10. örnekler doğrulamayacaktır. Veya şunu da diyemeyiz: Bir kere tarım ve hayvancılığa geçen toplumlar, bir daha avcı-toplayıcı ve göçebe olmazlar! Evet, bir çok toplum bir kere yerleşik yaşama ve yiyecek üretimciliğine geçtikten sonra öyle kaldılar, ancak kalmayanlar da var! Tarımı bırakıp avcılığa, köyünü bırakıp göçebeliğe geçen toplumları biliyoruz tarihte. Yani, ne kadar zorlasak ve istesek de, tarihi basitçe kavranan ve kendini her koşulda tekrar edecek yasalara bağlamak mümkün görünmüyor. Bu nedenledir ki, hiç bir toplum kendi biricik koşullarından bağımsız olarak, topyekün bir "dünya tarihi" adı altında anlaşılamaz. Bize dünya tarihi diye yutturulan hikayeler, son tahlilde Batı medeniyetinin hikayesi değil mi? (Burada teşekkürün adresi: Eric Wolf, Europe and the People Without History) Kaldı ki, bir de kültür meselesi var ki, işte orada hiç bir fren tutmuyor. Kültürün etrafından dolanmanız da mümkün değil. Aynı biyolojik ve zihinsel işletim sistemine sahip Homo sapiensler dünyanın bin bir yerinde bin bir kültür yarattıysa, bununla nasıl baş edeceksiniz? En iyisi dükkanı kapatıp gitmek mi? Franz Boas ve diğer tarihsel tikelciler için burada aşılamayacak önemli bir engel var. Modernizmin tüm büyük anlatılarından olduğu gibi, dünya tarihi anlatısından da vazgeçilmeli. Evet, doğrudur, ama nereye kadar? Veya bu vazgeçiş ne kadar ahlaklı/moral?
Robert George Collingwood, The Idea of History/Tarih Tasarımı adlı muhteşem yapıtın yazarı. (1889-1943) |
Bu madalyonun bir de öbür yüzü var. Bunu da Mustafa Kemal'in çok bilinen, çok sevilen lafıyla izah etmeye çalışacağım. "Tarihi yazanın tarihi yapana sadık kalması", yoksa çok kötü şeyler olacağı meselesi. Eğer Collingwood bu özlü sözü duymuş olsaydı, kendini acı acı gülümsemekten alamazdı. Tarih Tasarımı kitabında ziyadesiyle anlatıyor neden güleceğini, burada tekrar etmeye gerek yok; ancak şunu belirtmekle yetinelim: Collingwood'a göre, tarihin yapılması ve yazılması birbiriyle özdeş süreçler. Yani, şurada elimin uzandığı bir yerde yapılmış tarih var, şimdi ben onu ortaya çıkaracağım diye bir tarihçilik etkinliği yok. Yapılan tarihi yaratan şey esasen tarihçinin kanıtlar rehberliğinde zihninde titreşmesine izin verdiği düşüncelerin kağıda dökülmesi. Tarihçinin etkinliği elindeki kanıtları konuşturabilecek zengin bir zihinsel kavrayışa ve yorumlama kapasitesine sahip olmaktan başka bir şey değil. O halde, Ranke gibi pozitivistlerin umdukları gibi, tarihi olduğu gibi ortaya çıkarmak gibi bir etkinliğin olanaklılığına inanmak safdillikten başka bir şey değil. Bu şu anlama gelmiyor yanlış anlaşılmasın, ben tarihçi olarak tarihi istediğim gibi kurarım! Hayır, kendi içinde kalabalık ve gürültücü olan kanıtları tarihçinin kendi zihinsel işleyişinden geçirerek yorumlaması tarih. İşte böyle olduğu için de, tarihe atfettiğimiz her insani değer (iyi veya kötü) aslında tarihin bize, bizim dışımızda söylediği bir şey değil, tam tersine, kaçınılmaz olarak bizim zihnimizin bir ürünü. Kendi zihnimiz de tarihin ve içinde yaşadığımız toplumsal bağlamın bir ürünü olduğuna göre, tarihle ilgili yaptığımız her yorum "çağdaş, bugünün tarihi"nin farklı bir tezahürü olmak zorunda. Kendi zamanımızın dışına çıkıp kendimizi bir "birey" olarak kavradığımız koşullardan bağımsız bir varlık durumuna geçemeyeceğimiz için, tarihe yöneltilen her bakış bugünün dünyasının tinini de içine alarak yansıtmak durumundadır. Bunu da Herder ve Collingwood çok güzel ifade ediyor..O halde, kendi tarihsel zihnimin ve zihinsel tarihimin kesişme kümesinde elimdeki kanıtları konuşturarak yaptığım yorumlama etkinliğinden başka bir şey değil tarihçilik.
O zaman benim yıllar önceki naif, iyi niyetli tarihin yasasını bulabilirim umudum çoktan çöpe atılmış oldu. İşin ilginci, tarihin yasasını bulduğunu söyleyen feylozoflar da var. Özellikle "tarih yüzyılı" olarak anılan 19. yüzyılda Hegel ve Marx çatır çatır tarihe hem amaç, hem anlam, hem de değer yüklüyorlardı. Hatta ve hatta tarihin yasasından yola çıkarak, büyük bir sorumluluk ve cesaretle geleceğe dair temenni ve öngörülerde bulunabiliyorlardı. Her iki düşünür için de tarihin hareketini sağlayan ortak mekanizma "diyalektik"ti. Diyalektik, herhangi bir tarihsel değişimin toplumun kendi iç çelişkileri sonucunda ortaya çıkabileceğini önerir. Herhalde, buna karşı çıkan biri olamaz. Buna karşı çıkmak için her olayın suçunu "pis emperyalistlere" veya "bölücü teröristlere" atarak açıkladığını sanan kolaycılardan olmanız gerekli. Demem o ki, her toplumsal hareket ve değişim ancak ve ancak kendi koşullarının yarattığı iç çelişki ve çatışmalar ışığında anlaşılabilir. Alın size yasa! Sağol Marx baba! Hegel tarafından "özgürleşme" olarak tarif edilen tarihin tini; Marx'ta sınıfsal çatışmaların, yabancılaşmanın ve emek sömürüsünün bir gün son bulacağı bir hareket olarak tasarlanıyordu. Marx ve Engels için tarihin diyalektiğini sınıf çatışmaları örüyordu. Komünist Manifesto'nun tarihe yasa koyan ilk cümlesini hatırlayalım:
"Die Geschichte aller bisherigen Gesellschaft ist die Geschichte von Klassenkämpfen."
Türkçe meali: "Şimdiye kadarki tüm tarih sınıf çatışmalarının tarihidir."Tarihi ne salt bir zorunluluklar ne de salt bir rastlantısallıklar alanı olarak gördüğümüz zaman, farkına varıyoruz ki, aslında bu bizi kısıtlayan bir durum değil, tam tersine özgürleştiren bir düşünce biçimidir. Tek can sıkan tarafı bu kavrayışı sürdürmenin zorluğu, yani zihnimizin bizi hep iki uçtan birine itmeye çalışmaya devam edeceği gerçeği. Bu kavrayışa bağlı kalmaya ve başka yerlere savrulmamaya çalışırken diyalektiği elimden bırakmayacağım, çünkü tarihin lokomotifinin yakıtı o! Onsuz hareket olmayacak, çok şükür ki, onun olmadığı bir toplum yok. Toplum derken, kimse sanmasın sadece sınıflı toplumlar vs..Hayır, en küçük avcı-toplayıcı toplumda da var diyalektik; en büyük ve karmaşık devletli toplumlarda da (bunun için M. Bloch, Marxism and Anthropology muhteşem bir kaynak). Siz, onu bırakın, en küçük arkadaş grubunda bile vardır diyalektik çünkü insanın olduğu yerde çelişki var, çatışma var, ve her türlü karmaşık ve çelişik duygu durumları var (bu da olasılıkla beynin yapısından (yok amigdala, yok frontal cortex) ve salgılanan hormonlardan vs..kaynaklı)..Bu manada çelişki ve çatışmaları olumsuz değil, olumlu, yani tarihin/insanın hareketini olanaklı kılan şeyler olarak görüyoruz.
Peki tüm bu pek bilmiş feylozoflar içinde biz hangi görüşü seçeceğiz? Hem rastlantısallıklara hem de düzenliliklere imkan veren bir tarih kavrayışı mümkün mü? Son vardığım noktada sorum bu, ey ahali!