Novalis’in kısa
romanı Sais Çırakları, insan ve doğa
ilişkisine yönelik farklı bakış açılarını bir araya getiriyor. Novalis’in bir
sohbet biçiminde kurguladığı metnin, “kara kara düşünen”, “duyarlı”, “ciddi”,
“dolambaçsız” ya da “duygu yoksunu” öznelerinin arasında dolaşıyor okur. Hepsinin
ortak amacı İsis’in peçesini kaldırmak ve doğanın gizemini çözmek.
Kant
ve Fichte’nin izlerini taşıyan, doğayı ve evreni akıl sahibi varlıkların düşünce
sistemlerinin merkezinde tanımlayan görüşlerden; Schelling’in doğa felsefesini
çağrıştıran ve insanı, merkezden çıkarıp doğanın ve evrenin, organik ve
inorganiğin zamansal evriminin bir parçası yapan görüşe; evrenin yapıtaşlarını
araştıran atomculardan, modern dünyanın parçalanmış ve huzursuz atmosferinde
eski uyumlu birlikteliğin kalıntılarını arayan şaire, bir perspektifler
yelpazesi Sais Çırakları. Öbür yandan
Sais Çırakları, kuramsal görüşlerin
bir kataloğu ya da zorlama bir sentez çalışması değil. Tam da bu nedenle bir felsefe
metni değil de, kısa bir “roman” yazıyor Novalis. Hem felsefenin doğa ve
insanın sırlarını çözme ve onları sonsuza dek birleştirme çabasının
sınırlarını, hem de bu çabanın bizzat insana özgü zorunlu bir çaba olduğunu; düşünce
yöntemlerinin sınırlarını yine düşüncenin içinde gösterme zorunluluğunun
yazgısını; felsefenin dışına çıkmadan, felsefenin içindeki “yabancı” bir unsur
olarak anlatmaya çalışıyor.
Romanda,
kuramsal olanın her şeyi tanıdık kılma, çerçevelendirme ve “bizim kılma” uğraşına
karşıt olarak her yerde bir “yabancı” imgesiyle karşılaşılmasının nedeni de bu
belki de. Romanın, Sais gibi yabancı bir diyarda kurgulanması, düşünsel ve
fiziksel yolculuklarda karşılaşılan yabancı toprakların, yabancı şeylerin ve
yabancı insanların daha önce düşünülmemiş, hayal edilmemiş yollara götürmesi
dikkat çekici. Novalis’in “Yabancı” şiirinde de vurgulanan ve başka metinlerinde
de sıkça karşılaşılan “yabancı” imgesi, doğanın ve insanın hakikatini arayışta
zorunlu bir uğraktır. İnsan, bu arayış yolculuğunda, kendi eğitim ve gelişim
sürecinde, hem dışarıdaki yabancıya, yani başka doğalara, kültürlere ve
insanlara, hem de kendi içindeki yabancıya açık olmalı, gerektiğinde onun
gösterdiği yolu izlemekten kaçınmamalıdır. Romanda doğa üzerine çetin
tartışmaların ortasında bir anda karşımıza çıkan ve romana kendine özgü bir
biçim kazandıran “Sümbül ile Goncagül” masalı da hem romandaki tuhaf konumu hem
de içeriği bakımından bunu anlatıyor gibidir.
Sais Çırakları’nda
jeoloji (madenler, mağaralar ve özellikle taşlar) önemli bir yer tutar. Novalis,
Freiberg Madencilik Akademisi’nde jeoloji üzerine çalıştığı yıllarda kaleme
aldığı romanda, jeolojik oluşumları anlamayı, doğayı anlamamıza yardımcı olacak
temel çıkış noktalarından biri olarak ele alır. Üstadın taş koleksiyonu,
romanın sonunda getirttiği kırmızı ışıklar saçan görkemli taş, romanın başında
söz edilen üzgün çırağın bulduğu tuhaf görünümlü gösterişsiz küçük taş, sanki
yalnızca bir doğa bilimcisi merakından öte, insanın dünyadaki konumuna, insan
var olmadan önce doğanın varlığına, insanı dünyanın ve evrenin merkezinden
çıkaran bir insan öncesi zamana işaret eder. Alman Erken Romantik edebiyatının
önemli simgelerinden olan jeolojik materyal, yeryüzünün ve doğanın süreç
halinde bir oluşum olduğunu gösterir. Doğa ve insan, beraberce içinde oldukları
bir oluşum-gelişim sürecinde birbirlerini etkiler, hatta belirler. Doğa, insana
verili bir şekilde gelen, olmuş bitmiş bir nesne değildir. Jeolojik oluşumlar
ve materyaller, romanda da vurgulandığı üzere, salt bir kullanım aracı ya da tüketim
nesnesi olunca gerçek değerini kaybeder. Erken romantiklerin metinlerinde ve
fragmanlarında, doğanın insan tarafından şeyleştirilmesine, taşların ve başka
doğa nesnelerinin mülkiyetleştirilip fetişleştirilmesine karşı bir uyarı vardır
her zaman. Üstadın, şanssız çırağının bulduğu değersiz taşı eline alınca
ağlaması ve onu taş koleksiyonun ortasına koyması bundandır; doğanın kavranışı bir
bütünsellik çabasını gerektirir, en değersiz gibi görünenin bile, doğanın akışı
ve oluşumunda bir yeri vardır.
Arkadaşı Ludwig
Tieck’in kısa biyografisinden ve başka kaynaklardan öğrendiğimize göre Novalis,
Heinrich Von Ofterdingen, Sais Çırakları gibi romanlarında ve şiirlerinde
rastladığımızın yanı sıra, gerçek hayatta da masal okumaya ve anlatmaya çok
meraklıdır. Masallar, kendine özgü mantık dizgesiyle ve arketip imgeleriyle, insanlığın
antik bir ortak dilinden, insanla doğanın yalnızca kuramsal akılla
kavranamayacak bir bağından işaretler taşır. Novalis, Sais Çırakları’nda (ve başka metinlerinde) çok kez kullandığı “çocuksu
sezgi” ve “çocuksu heyecan” vurgusuyla, sanki çocukların bu masalları ve dolayısıyla
insan ve doğa arasındaki bağı daha doğrudan kavradığını ima eder. Novalis’in
çok alıntılanan “çocuğun olduğu yerde, bir altın çağ vardır,” sözü sanki bunu
ifade etmek ister. Gerçekten bir kaçış aracı olarak değil, insanın kendi
geçmişiyle ve kendinden önceki doğa tarihiyle bağının evrensel ve sembolik bir
anlatısı olarak gördüğü masallara olan düşkünlüğü, Novalis’in, insanın kendi hakikatini
ve doğanın gizemlerini keşif yolculuğunda bir iyimserlik taşıdığını da
gösterir. Novalis’in büyük olasılıkla
esinlendiği Schiller’in “Sais’teki Peçeli Heykel” adlı şiirinin sonunda, peçeyi
kaldıran genç, tıpkı Sfenks’in bilmecesini çözen Oedipus gibi yıkıma uğrar. Schiller’in
şiirinde ve Oidipus mitinde, bazı gizemlerin bilinmemesi gerektiğine ya da insanın
her şeyi bilme ve her şeye hâkim olma arzusunun onu yıkıma götüreceğine ilişkin
bir uyarı vardır. Ancak Novalis, farklı görüşleri sunuş biçimi, diyalogların
arasına giren masal ve Sais’in üstadının sürekli bir çabayı ve sabrı vurgulayan
kapanış konuşmasıyla, açık bir kapı bırakır. İnsan, İsis’in peçesini
kaldırabilecek midir? Yoksa doğanın gizemlerini çözmek ve hatta yalnızca bu
çözme çabasının kendisi onu yıkıma mı götürecektir? İnsan, ancak kendini feda
ederek mi bu sırlara erişecektir? Gerçek sırrı içinde keşfedip doğanın ve kendisinin
efendisi mi olacak yoksa doğanın ve evrenin bir parçası olarak onunla denk bir
güç olarak mı var olacaktır? Ya da insanın yazgısı kutsal ve dünyevi, doğa ve
evren, ölüm ve yaşam arasında bir arada kalmışlık mıdır? Novalis, Sais Çırakları’nda, okurlarıyla birlikte
bu soruların peşinden gider. Bir taraf olmak ya da olmamak, hatta bir taraf
olma ya da olmama çabasından uzak durmak, elbette okura kalacaktır.
Son
olarak, romanın Reclam Yayınları’ndan çıkan Almanca baskısını yayıma hazırlayan
Johannes Mahr’ın romanla ilgili yaptığı özet tabloyu buraya eklemek istiyorum. Mahr’ın
da dediği gibi, bu özet elbette romanın birebir çözümlemesi değil; eksik, belki
de fazla bir çözümleme hatta. Ancak okuyucuya romanı yeniden okuma sürecinde
hem bir kolaylık sağladığını hem de romandaki konuşmacıların kimler olduğunu
tahmin etmek isteyen okuyucular için bir kılavuz olabileceğini düşünüyorum.
1. Bölüm:
Doğa üzerine
düşünmek. Doğanın bütünsel bir resmi, ancak tarihsel bir süreç içinde, “her
şeyin bitmek bilmez bir merakla araştırılması ve incelenmesi” sürecinde ortaya
çıkar.
Doğaya ilişkin
dört olası görüş:
(1) “Kimileri”:
Doğa, insana düşman bir kaostur.
(2) “Daha cesur
olanlar”: Doğa, insan özgürlüğüyle evcilleştirilecektir.
(3) “Çoğu”: Doğa
bir bütün olarak yalnızca insanın içinde açığa çıkar.
(4) “Ciddi bir
adam”: “Dünyanın anlamı akıldır.”
Çırağın,
dinlediği farklı görüşlerden sonra kafası karışmıştır.
2. Bölüm:
Sümbül ve Goncagül
masalı. Masalda, doğanın tam olarak kavranabileceğinin iması, okuyucuya umut
verir. “Kitapları” bir kenara bırakmak, yani alışagelinmiş gerçeklikten
ayrılmak ve “Sais”i aramaya çıkmak, böyle bir kavrayışın koşuludur. Masal,
sonunda romanın geçtiği yere varır. Masalda gidilen yol, çırakların gittiği
yolun tersidir: Tanrıça İsis, hemen yanı başındadır ve kendisini Sümbül’e açar;
oysa çıraklar saklanmış tanrıçayı doğanın farklı görünüşlerinin arkasında
ararlar.
3. Bölüm
Doğanın kendisi
konuşur ve insanla olan kaybolmuş bütünlüğünü arar.
“Birkaç gezgin”,
insanın doğaya nasıl yaklaşabileceği üzerinde düşünür.
(1) Birinci
konuşmacı: Doğayı, kendi bedenlerimizin işleyişine göre tanıyabiliriz.
(2) İkinci
konuşmacı: Doğa, pek çok farklı dünyanın birleşim noktasıdır.
(3) Üçüncü
konuşmacı: Doğa, doğanın tarihine bakılarak anlaşılabilir.
(4) Güzel bir
genç: Yalnızca insanların en mükemmeli olan sanatçılar doğayla tam bir bütünlük
içinde bulunur.
Gözden geçirme
arası; akşam olur; uzun bir sessizlikten sonra aynı konuşmacılar devam eder:
(1) Birinci
konuşmacı: Yalnızca doğanın kendi içinde tüm sırasıyla oluşmasını izleyen kişi,
doğanın gerçek kuramını bulabilir.
(2) İkinci
konuşmacı: Doğa, harikulade bir eş zamanlılıktır.
(3) Üçüncü
konuşmacı: Sanatçılar, düşünürler ve çocuklar doğaya farklı yaklaşır.
(4) Güzel bir
genç: Doğanın en içsel yaşamı, onun insanı kendisine çağıran kalbinde kendini
açar.
Üstat, çıraklar
ve gezginler bir araya gelir. Sohbet, doğanın en derinlerine sızan ve onu
içeriden parçalayan bir şarkıya dönüşür.
Son sözü üstat söyler: Doğanın elçisi sürekli bir
çabayla kendini geliştirmelidir.