Çarşamba

Antroposene Hoşgeldiniz!





"Hava bugün çok güzel!" diyen bizler kurduğumuz cümlenin vehametinin farkında mıyız acaba? Şubat ayında 20 santigrat derece, güneşli havayı göksel bir tatlı dokunuşmuşcasına neşeyle karşılamamızın acı sonuçlarını susuz yazlar yaşarken pişmanlıkla hatırlarız umarım.

Ama son pişmanlık neye yarar?

Artık dönüşü olmayan karanlık yollara girmiş bulunuyoruz gezegen ahalisi olarak. Hepimizin bu çorbada tuzu var. Endüstrileşmenin başlattığı bir kötüye gidiş değil bu. O kadar basit değil yani. Küresel ısınma, veya aslında anormal iklim olayları, endüstrileşmenin kendisinin bir sonuç olduğu, insan merkezli, bencil, sömürgeci, tüketimci, rekabetçi, neo-liberal ve savaş ekonomilerine dayalı toplumsal düzenimizin en dişe dokunur ve üzerinde kafa patlatmamız gereken sonucu.

Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın (mı?) Bir çok insan iklim değişikliğini kabul etse de , bunun doğrudan kendisini etkileyeceğine inanmıyor.


Bilim insanları artık Holosen dönemin bittiğini, gezegen ikliminin insanın yapıp etmeleriyle değişikliğe uğradışı ANTROPOSEN dönemin başladığı konusunda az çok hemfikir. Tartışmalar, antroposenin tam olarak ne zaman başladığına dair dönüyor. Kimileri İngiltere'deki Endüstri Devrimi'nin, ve mesela buharlı iş makinelerinin, başlangıç olarak alınması gerektiğini savunurken, diğerleri, mesela bazı arkeologlar, insanın doğal çevreyi ve iklimi kendi işine geldiği şekilde "yontmasının" tarihinin ta Neolitik Dönem'de başladığını söylüyorlar.

İnsanın ilk aleti ürettiği tarihten itibaren, insanın, doğal ve sosyal çevresini hayatta kalma mücadelesi, hırsı, bencilliği ve güç-prestij elde etmek için "kötüye" kullandığına dair arkeolojik yüzlerce kanıt bulabilirsiniz. Buzul Çağı sonunda bazı hayvanların soyunun pat diye tükenmesinin arkasında, sadece değişen iklim koşulları değil, insanların aşırı avlanmasının olduğu doğrudur. Düşünün ki, toprakları binlerce, belki yüzbinlerce ceylan barındıran Suriye, bir kaç binyıl içinde (işte mesela bugün), ceylanın zorlukla bulunduğu bir coğrafya haline geliyor. Urfa'nın dağlarında gezen ceylanlar kaldı mı? Bugün soyu tükenen hayvanlardan biri ceylanlar. Nereden nereye? Ha, adalarda, devleşme veya cüceleşme gösteren, endemik hayvanların MÖ 10,000'lerde aşırı avlanmayla tükenmesinden hiç bahsetmeyeyim bile.

Newcomen'ın inşa ettiği ilk buharlı makina. Küresel ısınmanın suçlusu mu acaba?


Hatta ve hatta, hayvanların evcilleştirilmesi denen sürecin gezegenin doğal tarih akışını nasıl kökünden değiştirdiğine bile girmeyelim.

Ama şundan bahsedebiliriz, ormansızlaşma ne zaman başladı? Modernite sonrası ve kapitalizmin doğuşu ile ilgili bir sorun mudur ormansızlaşma? Tabii ki, kapitalist kentli toplumu beslemek veya bazı cash cropları üretmek için pervasızca yok edilen orman arazilerinin boyutu oldukça büyük. Yollar, hava limanları, çılgın projeler üretmek için de..Ama bu insan merkezli ve insan öncelikli düşüncenin MS 1850'de İngiltere'de ortaya çıktığını söylemek biraz abartılı. Neredeyse haksızlık! Muhtemelen bazıları, suçu yine Aydınlanma Düşüncesi'ne atacaktır. İşte aklın egemenliği, pozitif bilimlerin gelişmesi, doğadan kopuş, özne felsefesinin doğuşu ve sonrasında ortaya çıkan tarih bilinci ve insanın kendi kapasitelerinin farkına varması etc. Tabii ki, kentsoylu orta sınıfın güçlenmesine örülü bu düşünme biçimlerinin doğanın yok edilmesine etkisini yadsıyamayız. Ama yine, insanı, büyük harflerle, İNSANI, tarihsel koşullarının yanında etkileyen, biyolojik ve psikolojik, belki de EVRENSEL denebilecek, koşullanmalarını da göz ardı etmemek gerek. Salt Batı'nın canavarlaştırıldığı veya günah keçisine çevrildiği bir çerçevenin İNSANI anlamaya doğru bir yaklaşma olamayacağını söylemeye çalışıyorum.

Ormansızlaşma örneğine geri dönelim. İnsanın yerleşik olduğu, tapınaklar, sur duvarları, gemiler inşa ettiği, hayvan otlattığı, keçi beslediği her yerde tarihin diplerinden beri görülen bir şeydir ormansızlaşma. Eski insanların, doğayla uyum içinde yaşadıkları, doğaya saygı duydukları, kendilerini doğadan ayrı bir varlık olarak görmedikleri, "soylu yerli" (noble savage) imgesi yaratılarak, iddia edilir. Böylece, uzak geçmişe romantik bir özlemle gıpta edilerek bakılır. Evet, belki animistik bir kozmolojiye sahip küçük avcı-toplayıcı toplumları, nüfus artışını çeşitli yollarla (mesela cannibalism gibi) kontrol altında tuttukları için "doğayla barışık" yaşamış olabilirler. Hikaye şöyle devam eder: Nüfus ne zaman toplumun devamı için baskıcı bir unsur olmaktan çıkar, işte mesela Holosen başlarında Suriye diyelim, "soylu" avcı-toplayıcılar, doğal çevrenin nimetlerini bir anda gözle görülür bir biçimde sömürmeye başlarlar. Ne var ki, böyle bir söylemde gözden kaçan bir şey var. Holosen başında nüfus ne kadar artarsa artsın, tüm doğal kaynakların kısa sürede tükenmesi veya tehdit altına girmesi gibi bir şey mümkün olamazdı. Nüfus artışının getirdiği, başka sosyal meseleler olmalı işin içinde. Hemen söyleyelim: Sosyal eşitsizlik ve özel mülkiyet. Yani, uzun lafın kısası, bazı Homolar her zaman Homo merkezliydi, ama toplumda eşitsizliğin kurumsallaşmasını önleyen mekanizmalar vardı. Mesela dalga geçmek, tiye almak, toplumdan dışlanmak, eş bulamamak gibi. Böyle basit ama etkili mekanizmalar bir çok avcı-toplayıcı toplumda nesilden nesile aktarılan eşitsizliklerin ve mal-mülk biriktirilmesinin önünü kesmiştir.

Nüfusun artışı (=ucuz işçi), yerleşik yaşam, depolanan tahıllar, evrene dair algının dönüşümü bu mekanizmaların işleyişini aksattı. Birileri buradaki ışığı gördü. Daha önce uyanık oldukları için dışlanan ve dalga geçilen faydacılar, bu yeni yaşam şekli içinde ilerleyebileceklerini keşfettiler. Salt olarak bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi değil, ZAMANIN insanlaştırılması, bir yerde, zamanın ehlileştirilmesi, üretimin bu uyanıklar tarafından kontrol altına alınmaya başlanması, işte Roussaeu'nın dediği gibi, birinin çiti dikmesi ve bir salağın da buna inanması, yani toprağın insanlaştırılması, ve bu uyanıklara diğer insanların bazı temel korkularından dolayı DUR! diyememesi. Bu temel korku, tabii ki, ölüm korkusudur. Hegel bunu bal gibi görmüştür: Köle-efendi diyalektiğinin ortaya çıkış hikayesini hatırlayın. Kölenin tarihinde, efendinin tanınma ihtiyacı ve uzun lafın kısası, ANTROPOSEN dönemin başlangıcı...Ha, şunu da ekleyelim, bu yeni sisteme uyarlanmak istemeyenlerin, dışlanması, küçümsenmesi, toprağından edilmesi, yok edilmesi, göçe zorlanması...


Biricik dünyamız. Evrendeki tek evimiz.


Şimdi bazı tarihçiler, mesela savaşları, nüfus kontrolünün bir parçası olarak görürler. İğrenç bir şey. Bazıları artan hastalıkların (AIDS gibi) veya şeker/kalp krizi vb., modern yaşamın hastalıkları, yine dünya nüfusunun gizli bir el tarafından kontrol altında tutulması olarak okuyorlar. Birileri çıkıp da, cannibalism canlandırılmalıdır dese kimse şaşırmayacak. Ama işte, bazen görünen köy de kılavuz istiyor.

Sorun nüfus artışı falan değil. Sorun, İNSAN olmanın farklı olasılıklarını keşfetme sorunu. Sorun, insanın yüce ve kudretli kapasitelerinin olmadığına inandırılma sorunu. Sorun, rekabetin ve açgözlülüğün insan doğasının temel ve değiştirilemez yapıtaşları olduğunu peşinen kabullenme sorunu. Sorun, insan doğasının tarihsizleştirilmesi. Bencilliğe ve kıskançlığa yol açan biyolojik ve psikolojik evrenselliklerin baş edilemez olduğunun bize kabul ettirilmesi sorunu. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek, su, ağaç, oksijen, iş, barınma, okul, hastane olabilir. Sorun, tam da nüfus arttı, bir dolu çocuk doğuruyorlar, sokağa atıyorlar, onların elektrik faturasını biz ödüyoruz, Afrikalılar geri kalmış zaten, ölsünler, savaşların iyi yanı da var! diyen mankafalıları ikna sorunu.

Gezegenin kaynaklarının; bir kaç şirkete, bir emperyalist ülkeye, bir kaç çifte standartlı uluslararası konseye, bir sürü kokuşmuş sözde siyasetçiye ve onların kısa vadeli kar amaçlı "projelerini" ağzından salyalar akarak bekleyen açgözlü, bencil iş yüklenicilere terk edilmiş olduğunu görmek için Nobel ödülüne gerek yok.

Sorun, tüm ütopyacıların ve dystopyacıların hangi çağda yaşamış olurlarsa olsun hiç şaşmadan tespit ettiği gibi, eşit-siz-lik ve özel mülkiyet sorunu. Avcı-toplayıcı toplumlarda işleyen ve başarılı olan basit mekanizmaları 10 milyonluk bir kentte uygulayamazsınız, kabul. Ama yeni bir doğa bilinciyle, merkezine insanı almayan bir anlama ve eyleme biçimiyle, yepyeni sosyal mekanizmalar keşfedebiliriz. Daha doğrusu, keşfetmeliyiz. Yoksa, biz de yakın zamanda yokuz. Bu da işte rasyonel bir sonuçtur.