Perşembe

Tuhaf Komşu Çocukları



İleri gelen ailelerden bir kız, bir oğlan, iki komşu çocuğunun yaşları, ileride evlenmelerine müsaade edecek kadar birbirlerine yakındı; aileleri de bu niyetle her ikisini beraberce yetiştiriyordu. Ama kısa sürede fark edildi ki, bu evlendirme niyeti gerçekleşmeyecekti, çünkü bu ikisinin huyları ne kadar mükemmel olursa olsun, çocuklar birbirlerine karşı bir isteksizlik duyuyorlardı.

Belki de bu ikisi birbirine fazla benziyordu. İkisi de içlerine dönük, isteklerinde kararlı, ilkelerinde sağlamdı. Her biri oyun arkadaşlarınca sevilip sayılıyordu; bir arada oldukları zamansa birbirlerine karşılardı, yalnızken yapıcı, ama karşı karşıya geldiklerinde yıkıcılardı. Farklı planları olsa da, karşılaştıkları yerde sanki aynı amaç uğruna rekabete giriyor gibiydiler; başka her yerde son derece terbiyeli ve sevimlilerdi, ama birbirlerine karşı kötü hatta acımasız düşünceler içindeydiler. Bu tuhaf ilişki daha çocuk oyunlarında bile ortaya çıkıyordu ve yıllar geçtikçe devam etti.

Erkek çocuklar savaş oyunlarında ikiye bölünüp birbirlerine saldırırlardı. Bu inatçı cesur kız, bir keresinde bir ordunun başına geçip karşı tarafa karşı öyle güçlü, öyle acımasızca savaştı ki, asıl rakibi olan komutanı dışında ordudaki herkes kaçmak zorunda kaldı, ancak sonunda rakip ordunun cesur komutanı kızı esir almayı başardı. Ama o zaman da o kız kendini öylesine kahramanca savundu ki erkek, gözlerini korumak ve kız arkadaşa zarar vermemek için ipek boyun bağını yırtıp onun ellerini bununla sırtında bağlamak zorunda kaldı. Kız, bunu hiç affetmedi, hatta ona zarar vermek için gizli işler ve denemeler yaptı; öyle ki bu acayip tutkulara çoktan beri dikkat etmiş olan anne babalar birbiriyle anlaşıp bu iki düşman yaratığı ayırmaya ve o sevgili ümitlerinden vazgeçmeye karar verdiler.

Oğlan çocuk, yeni ortamında hemen kendini gösterdi. Her derste başarılıydı. Destekleyenler ve kendi eğilimi onu asker sınıfına yönlendirdi. Bulunduğu her yerde sevilip sayılıyordu. Çalışkan tabiatı sanki yalnızca başkalarının iyiliğine, rahatlığına yarıyordu ve o, tam bilincinde olmasa da, doğanın ona sunduğu tek rakibi ortadan kalktığı için mutluydu. 

Buna karşılık kız, birden bire değişmiş bir durumda ortaya çıktı. Yıllar, artan bir eğitim ve daha çok belli bir iç duygu, onu şimdiye kadar erkek çocuklarla oynadığı o şiddetli oyunlardan uzaklaştırdı. Yine de genel olarak sanki bir şeyi eksikti: Etrafında, öfkesini patlatmaya değer hiçbir şey yoktu.

Onun bir zamanlar komşusu olan rakibinden daha yaşlı, mevki sahibi, varlıklı ve önemli, toplumda sevilen ve kadınlarca aranan genç bir adam bütün ilgisini kıza yöneltti. Bir dostun, bir sevgilinin, bir hizmet edenin ona talip olması ilkti. Ondan daha yaşlı, daha kültürlü, daha parlak ve daha iddialı kızlar arasında ona öncelik vermesi çok hoşuna gidiyordu. Taciz etmeksizin devam ettirdiği ilgisi, hoş olmayan çeşitli tesadüflerdeki desteği, ailesine karşı gerçi telaffuz etmediği, ama henüz çok genç olduğu için o sakin ve yalnızca umut dolu isteği: Bütün bunlar kızı ona çekiyordu ve geleneğe bağlı çevrenin sanki her şeyi artık olmuş bitmiş olarak kabul edişi de onu adama doğru sürüklüyordu. Kız sık sık gelin olarak çağrılıyordu ve kendisi de buna alışmıştı; artık her ikisinin de yüzük takması için bir engel kalmamış gibi gözüküyordu. 

Bu huzurlu gidişat, nişan töreniyle de bozulmadı. Her iki taraf da tadını çıkarıyor gibiydi; bir arada yaşamaktan hoşlanıyorlar, bu güzel mevsimin müstakbel birlikteliklerinin ilkbaharı olarak tadına varmak istiyorlardı. 

Bu sırada o uzaktaki erkek rakibi çok güzel yetişmiş, hayatının hak edilmiş bir basamağına ulaşmıştı ve izinli olarak ailesini ziyarete geldi. Doğal olarak ama yine de tuhaf bir şekilde güzel komşusuyla karşılaştı. Kız, son zamanlarda içinde yalnızca hoş nişanlılık duyguları beslemişti, çevresindeki her şeyle uyum içindeydi, mutlu olduğunu sanıyordu ve bir bakımdan öyleydi de. Ama şimdi, uzun zamandan beri ilk olarak bir şey yine ona karşı duruyordu. Nefret etmeye değmezdi, kız nefret etme gücünü kaybetmişti; hatta aslında içsel değerin yalnızca üstü örtülü bir kabulü olan o çocuksu nefret, şimdi mutlu bir şaşkınlığa, yeniden buluşmanın keyfine, karşısındakini takdire, yarı istekli yarı isteksiz ama yine de karşı konulamaz bir çekime dönüşmüştü ve bunların hepsi de karşılıklıydı. Uzun bir uzaklaşma, oldukça uzun sohbetlere vesile oldu. O çocuksu akılsızlıklar bile artık bilinçlenmiş kişilerin şakalı hatırlamasına yaradı ve sanki o tuhaf nefreti en azından dostça, dikkatli bir davranışla düzeltmek gerekiyordu, sanki o şiddetli yanlış tanıma, artık telaffuz edilmemiş bir kabul etme olarak kalabilecek gibiydi.
Erkeğin açısından her şey, anlayışlı, arzu edilen bir ölçüde kaldı. Konumu, şartları, çabası, hırsı onu yeterince uğraştırıyordu ki o güzel nişanlı kızın dostluğunu teşekküre değer bir armağan olarak gönül rahatlığıyla karşıladı; bu yüzden de bu dostluğu kendiyle ilişkilendirmedi ya da onu üstelik kendisinin de iyi bir ilişki içinde olduğu damada çok görmedi. Oysa kızda durum bambaşka görünüyordu. O, kendini sanki bir rüyadan uyanmış gibi görüyordu. O genç komşusuna karşı şiddetli mücadelesi, aslında içinde ortaya çıkan şiddetli bir tutkuydu. Hafızasında onu her zaman sevdiği gerçeğinden başka bir şey yoktu. Elde silahlarla o düşmanca arayışı hatırlayıp gülümsedi; erkek onun silahını aldığı zaman hissettiği tatlı duyguyu hatırladı; onu bağladığı zaman en büyük mutluluğu hissettiğini hayal etti ve onun zararı ve üzülmesi için giriştiği her şey, kendisine yalnızca onun dikkatini çekmek amaçlı masumane araçlar gibi geldi. O ayrılığa lanet okudu, içinde bulunduğu uykuya acıdı, o süreduran, rüya gören alışkanlığa yuh dedi, çünkü bunun yüzünden böylesine önemsiz bir nişanlısı olmuştu; kız değişmişti, iki yönlü değişmişti, ileriye ve geriye doğru, nasıl alırsanız öyle.

Duygularını tamamen kendisine sakladı ama herhangi birisi onun çok gizli tuttuğu duygularını geliştirip onunla paylaşabilseydi ona kızmazdı. Damat onları yan yana gördüğünde komşuyla karşılaştırılmayı kaldıramazdı. Biri belli bir güven yaratıyorsa, öbürü tam güven uyandırıyordu; biri yanında gezdiriliyorsa, öteki tam anlamıyla bir yol arkadaşı olarak arzu ediliyordu; hele daha yüksek vaatler, sıra dışı durumlar düşünülüyorsa, damat şüphe uyandırırken, öteki tam bir emniyet sağlardı. Kadınlarda bu tür farklılıkları sezme yeteneği vardır ve onlar bu yeteneği geliştirmek için sebep ve fırsat sahibidirler. Güzel nişanlı kız bu tür düşünceleri kendi kendine gizlice besledikçe, etrafında nişanlı olduğu adamın lehine konuşacak, kıza görevini hatırlatacak birisi ihtimali azalıyordu; değiştiremeyeceği zorunlu gelecek  onu ne kadar sıkıştırıyorsa, tutkusuna o kadar kaptırıyordu kendisini.

Şimdi genç adamın hemen yola çıkması söz konusuyken, öyle görünüyordu ki sanki kızın o eski çocuksu ruhu bütün hileleri ve şiddetleriyle yeniden uyanmıştı ve hayatın daha yüksek bir basamağında, daha güçlü ve daha yıkıcı kötü niyetlerle donanmış gibiydi. Kız, ölmeye karar verdi; amacı, vaktiyle nefret ettiği, şimdi ise çok sevdiği erkeği kayıtsızlığı yüzünden cezalandırmak ve o kendisine sahip olmak istemezken, hiç olmazsa hayal gücüyle, pişmanlığıyla ebediyen kendine bağlamaktı. Kızın ölü imgesi ona yapışacak ve bundan kurtulamayacaktı. Kızın kendisine karşı duygularını incelemeye ve anlamaya çalışmadığı için hayatı boyuna kendini suçlayacaktı. Bu tuhaf çılgınlık kızın peşini bırakmadı. Kız bunu çeşitli biçimlerde sakladı. Ve kız her ne kadar insanlara acayip gelmeye başlasa da hiç kimse bunun hakiki sebebini keşfedecek kadar dikkatli ya da akıllı değildi. Bu arada dostlar, akrabalar, tanıdıklar çeşitli eğlenceler düzenlemekten yorulmuşlardı. Hiçbir gün geçmiyordu ki yeni ve beklenmedik bir şey yapılmamış olsun. Etrafta neşeli partiler için süslenmemiş yer kalmamış gibiydi. Bizim komşu gencimiz de ayrılmadan önce kendi davetini düzenlemek istedi ve genç çifti küçük bir aile grubuyla birlikte bir yat sefasına davet etti. Büyük, güzel, hoş süslenmiş bir yata binildi. Bu, küçük bir salonu ve birkaç odası olan ve suda da karadaki rahatlığı sağlamaya çalışan yatlardan biriydi.

Büyük nehrin üzerinde müzik eşliğinde yol alıyorlardı. Topluluk, günün çok sıcak zamanında düşünce ve şans oyunlarıyla eğlenmek için aşağıdaki mekânlarda toplanmıştı. Hiç boş oturmayan genç gemici, dümenin başına geçip yerinde uykuya dalan yaşlı gemi ustasını azat etti. Az önce, iki adanın, nehir yatağını daralttığı ve düz çakıl kıyılarını her iki yanda içeriye doğru uzatarak tehlikeli bir su yolu oluşturduğu yere yaklaştığı için çok dikkatli olması gerekiyordu. Dikkatli ve keskin gözlü dümenci, ustayı uyandırmayı neredeyse deneyecekti ki kendine güven duydu ve boğaza doğru sürdü. O anda başında çiçekten tacıyla güzel bir kadın üst güvertede göründü. Başındaki tacı çıkarıp dümenciye fırlattı. “Bunu hatıra olarak al,” diye bağırdı. Erkek, “beni rahatsız etme!” diye haykırdı tacı yakalarken onun yüzüne: “Bütün gücümü ve dikkatimi toplamam gerekiyor.” “Seni bir daha rahatsız etmem,” diye bağırdı öteki. “Beni bir daha görmeyeceksin!” Bunu söyleyip yatın ön tarafına koştu ve oradan suya atladı. Bir iki bağırış duyuldu: “Kurtarın! Kurtarın! Boğuluyor!” Dümenin başındaki, korkunç bir çaresizlik içindeydi. Gürültüden, yaşlı gemici uyandı, gencin ona uzattığı küreği yakalamak istedi; ama mürettebatı değiştirme zamanı değildi: Yat kıyıya yanaştı ve tam o anda üstündekileri fırlatarak suya atladı ve o güzel kızın peşinden yüzdü.

Su, onu tanıyan ve onunla nasıl ilişki kuracağını bilen kimse için dost bir elementtir. Su, o an içinde yüzen adamın ustalığını kabul etmiş ve ona boyun eğmişti. Önünde sürüklenen güzele ulaşır ulaşmaz onu yakaladı ve suyun üstüne çıkarmayı başardı; her ikisi birden akıntıyla hızla sürüklendiler, dar boğazı ve adacıkları arkalarında bırakıncaya kadar ve nehir tekrar geniş ve rahat akmaya başlayana kadar. Genç adam kendine geliyordu, şuursuzca hareket ederek kurtulmaya çalıştığı o ilk tehlikeyi atlatmışlardı; yukarıya kaldırdığı başıyla etrafına bakındı ve gücü yettiğince nehre uygun bir şekilde açılan düz, çalılık bir yere doğru kulaç attı. Orada güzel yükünü karaya çıkardı; ama onda hiçbir hayat belirtisi yoktu. Çaresiz hissediyordu; sonra çalılıkta üstünde daha önce yürünmüş bir patika gördü. Kıymetli yükünü tekrar sırtladı, az sonra bir ev görerek oraya ulaştı. Orada iyi insanlar, genç bir evli çift buldu. Kazayı, kötü olayı hızla anlattı. İstediği bütün ilaçlar bulundu. Parlak bir ateş yanıyordu; bir sedire yün örtüler yayıldı; kürkler, deriler, ısıtan ne varsa çabucak getirildi. Burada kurtarma merakı başka her şeyi aşıyordu. Yarı katılaşmış bu güzel çıplak bedeni tekrar hayata kavuşturmak için hiçbir şeyden kaçınılamazdı. Başarıldı. Kız, gözlerini açtı, o eski dostunu gördü, boynuna o güzel kollarını doladı. Uzun süre böyle kaldı; bir yaş seli geldi gözlerinden ve bu, onu tamamen kendine getirdi. “Beni terk etmek mi istiyorsun,” diye bağırdı, “seni böyle tekrar bulmuşken?” “Asla!” dedi erkek, “asla!” ve bilmedi ne söylediğini, ne yaptığını. “Şimdi sadece kendini düşün,” diye ekledi adam, “kendini! Kendin için ve benim için kendini düşün!” Kız şimdi kendine geliyordu ve ancak şimdi içinde bulunduğu durumun farkına vardı. Sevgilisinin, kurtarıcısının önünde utanamazdı; ama kendine bakması için onu rahatça bıraktı, çünkü erkeğin üstündeki her şey sırılsıklamdı.

Kendilerini eve alan genç çift aralarında konuştu: Erkek bu gence, kadın da bu güzel kıza, bir çifti baştan aşağıya giydirmek için hala asılı duran düğün kıyafetlerini verdiler. Kısa sürede bu iki maceracı, yalnızca giyinmiş değil, süslenmişlerdi. Şahane görünüyorlardı, birbirlerine hayretle baktılar, yaklaştıklarında sınırsız bir tutkuyla ve yine de kıyafetlerine yarı gülümseyerek birbirlerini sımsıkı kucakladılar. Gençliğin gücü ve aşkın ateşi onları birkaç saniye içinde tamamıyla kendine getirdi ve dansa davet için yalnızca müzik eksikti.

Kendilerini sudan karaya, ölümden hayata, aile çevresinden yabana, çaresizlikten hayranlığa, ilgisizlikten sevgiye, tutkuya gelmiş bulmak, hepsi bir anda olmuştu; insanın bunu kafası almıyordu, sanki çatlayacak ya da altüst olacak gibiydi. Eğer böylesi bir şaşkınlığa katlanılacaksa o zaman kalp en iyisini yapacaktı.

Birbirlerinin içine iyice gömülmüşken ancak bir süre sonra geride bıraktıkları insanların korkusunu, sıkıntısını düşünebildiler. Ve onlarla tekrar nasıl karşı karşıya geleceklerini korkmadan, sıkılmadan düşünemediler. “Kaçalım mı? Saklanalım mı?” dedi genç. Onun boynuna sarılmışken “Birlikte duralım,” dedi kız.

Yatın karaya vurduğunu öğrenen bir köylü, daha soru sormadan sahile koştu.

Yat nehirde yavaşça geliyordu, daha öncesinde büyük zahmetlerle karadan kurtarılmıştı.

Şimdi meçhule doğru gidiliyordu kaybolanları bulmak umuduyla. Kıyıdaki köylü bağrışlarla, işaretlerle gelenlerin dikkatini çekip uygun bir yanaşma yerinin bulunduğu bir yere koşup bağırmaya, işaret etmeye devam edince yat kıyıya döndü. Karaya çıkışları ne manzaraydı! Önce her iki nişanlının anne babaları kıyıya koştu; aşık damadın neredeyse aklı başından gitmişti. Sevgili çocukların kurtarılmış olduklarını yeni öğrenmişken onlar o tuhaf kıyafetleriyle çalıların içinden çıktılar. Çok yakına gelmeden onları tanıyamadılar. “Kimi görüyorum?” diye bağırdı anneler. “Ne görüyorum?” diye bağırdı babalar. Kurtarılmış olanlar onların önüne attılar kendilerini. “Çocuklarınızı!” diye haykırdılar, “Bir çifti!” “Bağışlayın bizi!” dedi kız. “Bize hayır duanızı bağışlayın!” dedi genç adam. Herkes şaşkınlık içinde dona kalmışken. “Hayır duanızı!” bağırışı duyuldu üçüncü kez ve bunu kim esirgeyebilirdi ki onlardan?


Goethe-Seçici Yakınlıklar, Çeviren: Gürsel Aytaç

Pazartesi

Ayna İçinde Ayna



Ananem kendisini son ziyaretlerinde kendi geçmişinden daha sık bahsetmeye başladı. Son gittiğimde konu, kocasıyla yani dedemle tanışıp evlenmeden önceki kısmetleriydi: Kendisini isteyen adamlar, kendisinin isteyip de dile getiremediği adamlar, kendisi için başkalarının önerdiği adamlar vs. Bütün anlattığı o bazen neşeli bazen acıklı tanışmalar ve ıskalamalardan sonra şöyle dedim kendisine bencilce: "Boş ver ya anane. Ali Bey değil de Cemil Bey olsaydı, ben olmazdım burada." Dedi ki, "olur mu canım, bir şekilde olurdun sen yine." Ananelerin sözünü ciddiye almalı. Evet, ben, bugünkü ben olmazdım belki ama yine olurdum. Çünkü ben, biricik ve özel bir şey değil, öncelikle biyolojik türün yaşam stratejisi, sonra da insan türünün tarihinin oluşturduğu en genel anlamıyla kültür sürecinin parçası olarak beliren zorunlu bir yanılsamayım. Ne doğumumdan önce vardım ne de ölümümden sonra olacağım. Türümün kendini hem biyolojik hem de kültürel olarak yeniden üretmesi için ortaya çıkan bir avatarım. Ancak burada şöyle tuhaf bir durum da var. Ben kavramının psikolojik boyutunu bir kenara koyduğumuzda ve doğumu neden-sonuç ilişkisi içinde düşündüğümüzde, olay dizisi organik süreci aşıyor. Ananem Ali Bey'le değil de Cemil Bey'le evlenseydi ben ne olurdum sorusu, geriye gittikçe sonsuz sayıda olasılığı ortaya çıkarıyor: Büyük Patlama'ya kadar giden bir olasılıklar ve neden sonuç ağını.

Bu konuda zihnime ilk şaplağı vuran rakı masasındaki bir arkadaşım oldu. Evrende bir kutsal öznenin, yani Tanrı'nın parmağı olduğuna tıpkı benim gibi inanmayan arkadaşıma, neden tek tanrıcılığın en önemli metinlerinden Nedenler Kitabı'yla bu kadar ilgilendiğimi ve hatta onu çevirdiğimi açıklıyordum. Emanasyon görüşüne bağlı olan ve yazarı belli olmayan Nedenler Kitabı'nda kabaca, her şeyin ilk nedenden çıktığı, ondan sonraki bütün aşamalarda ve sonuçlarda bu ilk nedenin bulunduğu, milyarlarca yıl sonraki bir neden-sonuç ilişkisinde de ilk nedenin bulunacağından bahsedilir. Hatta birkaç yerde vurguladığı üzere,  uzaktaki neden, yakındaki nedenden daha üstün ve etkilidir. Tıpkı insan yaşamında olduğu gibi. Yetişkinlikte yıllarca dönüp dolaşıp takıldığımız meselelerin altında çoğu zaman çocuklukta yaşananlar ya da öğretilenler yatabilir. Yaratıcı bir özne fikri dışında, içten içe hep kendime yakın bulduğum mutlak determinizmi anlatıyordu Nedenler Kitabı. Arkadaşıma göre bu doğruydu; olan her şeyin temelinde Büyük Patlama'daki dağılmanın ve dağılan şeylerin (mesela maddi-anti madde) birbirine oranı vardı. Dünya'da yaşamın ortaya çıkmasından benim bu satırları yazmama ve bundan sonra yapılacak tüm seçimlere ve gerçekleşecek olaylara dek, her şey bu patlamayla belirlenmişti çoktan. Bunda ise bir sihir ya da Tanrı'nın parmağı yoktu, duvara çarpan bardak böyle parçalanmıştı işte, zamanın oku yaydan bu koşullarda çıkmıştı. Mutlak determinizm, eğer Büyük Patlama varsa, baştan sonra doğru ya da şu andan başa doğru bakıldığında bana kaçınılmaz olarak geliyor. Belki de bazı yanılgılar, sürece başından mı sonundan mı baktığımızla ilgili. Eğer sonlardan bakarsak, örneğin Dünya'da yaşamın oluşma olasılığı, piyango biletine her hafta büyük ikramiyenin vurmasından bile düşüktür. Zaten "işte bütün bunlar şans eseri, tesadüfi mi oldu?" diye soran dindarlar da, bilim insanlarının bu olasılık hesaplarını örnek gösterir. Ancak Dünya'da yaşamın ortaya çıkma olasılığını, Büyük Patlama'dan sonraki parametreleri tek tek izleyebilseydik, bunun zorunlu olduğunu görecektik. Tam karşılığı olmasa da zar örneği belki daha açıklayıcı olabilir. 6'lı bir zarda 6 atışta da 4 rakamının gelme olasılığı 6 üzeri 6'dır. 100 kere arka arkaya gelme olasılığı 6 üzeri 100'dür. Yani olasılık, gittikçe-ilerledikçe düşer. Ama öbür yandan, her zar atışında 4 gelme olasılığı 6'da 1'dir. Yani 99 kere arka arkaya 4 gelse bile, bir olasılık evreninde 100. kere 4 gelme olasılığı 6 üzeri 100 iken, öbür olasılık evreninde yine 4 gelme olasılı 6'da 1'dir. Yaşamın ortaya çıkması için gerekli koşulların oluşma olasılığı da, biz 100. atıştan gözlemlediğimiz için, inanılmayacak derecede küçüktür ve akıllı tasarım ya da Tanrı'nın parmağı savunucuları bu düşük olasılığı sürekli gündeme getirir. Ancak 1. atıştan 100. atışa kadar Büyük Patlama'nın gelişen parametreleri baştan itibaren incelenirse, yaşamın ortaya çıkışı bir zorunluluk olarak gözükecektir. Çünkü Büyük Patlama ile atılan zarda, yaşamın ortaya çıkma koşulları vardır, elbette bu zar tek bir 6'lı zar değil, baştan itibaren uzay-zamanın her anı ve mekanında olasılık evreni sürekli artan ama bir yandan baştaki parametrelere bağlı olan bir neden-sonuç ağıdır. Büyük ikramiyeyi kazanma olasılığı da yüz milyonda bir olabilir ama çekiliş diye bir şey olduğundan bir kazanan olması zorunludur.

Peki eğer, biraz sonra yapacağım şeyle, aynı anda milyonlarca ışık yılında olacak olan şey, Büyük Patlama'ya kadar giden zorunlu bir neden-sonuç ağına dayanıyorsa, bu, özgürlüğün sonu anlamına mı geliyor? Zihnime bu konuda diğer şaplağı vuran, rakı masasındaki diğer bir arkadaşımdı. Şöyle dedi: mutlak determinizmin olduğu yerde mutlak özgürlük vardır ve ancak mutlak özgürlüğün olduğu yerde mutlak determinizm vardır. Burada özgürlüğü ya da özgür iradeyi, kültürel anlamından soyutlayıp, yaptığımız şeyin zorunlu olmayıp, olasılıklardan birini seçme şansına (iki anlamıyla da "şans") indirgeyelim. Bu anlamda özgürlük kavramından kasıt, olasılıklardan birinin olma zorunluluğu değil, olasılıklardan herhangi birinin olma olasılığı. Şöyle ki, olacak olan şey, ancak olduğu zaman zorunlu olur, ancak olduğu zaman geçmişteki bütün neden sonuç ağına bağlanarak uzay-zamandaki yerini alır. Bu sanki sezgimize ters gibi. O zaman başa dönmeye çalışalım. Büyük Patlama'dan ananemin Ali Bey'le evlenmesine kadar geçen, sonsuz sayıda olasılığın bir bir gerçekleşerek zorunlu bir nedensellik yarattığı süreçten sonra, benim, bir de milyonlarca sperm hücresi arasından sıyrılıp gelmem, ta Büyük Patlama zamanından "yazılı" değildir. Ancak o zamandan beri, temel parametrelere dayanarak açılan neden sonuç ağı, sonunda benim ortaya çıkmamı zorunlu kılar. Başka bir deyişle, ben, ancak dünyaya geldiğimde bütün arkamdaki neden sonuç zorunluluğu açığa çıkar, görünür olur. Ya da bir futbol maçını düşünelim. Diyelim ki 86. dakikada gol oldu. O anda gol olmasının nedeni bir kafa vuruşudur. Kafa vuruşunun nedeni sağ kanattan yapılan bir ortadır. Ortanın nedeni, daha önce verilen taçtır vs. Tabii tek bir doğrusal neden sonuç çizgisinden gol olmaz. Top ayağında olan oyuncu dışında, sahadaki tüm aksiyonla beraber, hava ve taraftar gibi saha dışındaki faktörler de etkilidir. Ama sonuç olarak maç boyu yaşanan bütün parametreler ve koşullar, 86. dakikadaki golü zorunlu kılar. Maçın başında 86. dakikada gol olacağı belli değildir ama sahanın ölçüsü, kurallar, zaman, yapılacak hareketler bellidir. Yine de maçın başında kaçıncı dakikada gol olacağı belli olmasa da, gol olduğu an, olasılıklar evreninde arkasında zorunlu bir nedenler ağı bırakmış olur.

Mutlak determinizm ve mutlak özgürlüğün birbiriyle olan bağını Michael Ende Bitmeyecek Öykü'de anlatıyor diye düşünüyorum. Tek tek dilekleriyle Fantazya'yı yeniden yaratan Bastian, dileklerinden sonra ortaya çıkan şeylerin önceden orada mı olduklarını yoksa bir biçimde kendisinin mi ortaya çıkardığını sorduğunda, "her ikisi de," der Graograman. Çünkü "bir öykü yeni olabilir, yine de çok eski zamanları anlatabilir. Geçmiş onunla birlikte doğar." Sanırım bu betimleme, hem evrenin tarihi hem de insanın eylemleri için de geçerli olmalı. Evrenin yapısının sayısız parametresi, koşulları ve olasılıkları, sanki evreni tamamlanmamış bir puzzle'a dönüştürüyor. Evren henüz tamamlanmamış bir yapı, içindeki koşullardan kendisine ne olacağını en baştan kendisi de bilmiyor. Ancak ne olacaksa, yine yalnızca kendi parametreleri ve koşullarından olacak. İnsanın bütün davranışlarını, daha kendisi hareket etmeden, ölçülemeyecek kadar kısa bir süre önce hep sinir sistemi belirleyecek. Ama dünyayı daha güzel ya da daha berbat bir hale mi dönüştüreceğini yine sinir sistemiyle bir bütün olarak kendisi belirleyecek. Yaptığı şey, belki yapmak zorunda olduğu şey olmayacak ama yaptıktan sonra geçmişe baktığında zorunlu hale gelecek. Evren sonunda içine kapanıp çökecek mi yoksa sonsuza dek genişleyecek mi? Bastian kendini diktatör ilan edip Fantazya'yı harap mı edecek yoksa Fantazya'yla kendisinin birbirlerinin içindeki aynalar olduklarını anlayacak mı?
Metaforik olarak düşünürsek, evrende uzaklara baktığımızda hep geçmişi görmemiz yalnızca mesafelerden değil belki de.

Perşembe

Doğaya Dönüş

Modern insanın sürekli teması "doğaya dönüş" yine yükselişte. Gün geçmiyor ki "bakın doğayla biriz, onun bir parçasıyız" gibi duygusal müzik eşlikli ikna çalışmaları yer almasın. Yalnızca bu bitmeyen çaba bile gösteriyor ki, doğayla bir filan değiliz, ya da en azından spiritüel anlamda değiliz. Doğayla bir olsak, sürekli kendi kendimizi böyle ikna etmeye çalışmak zorunda kalmazdık, basitçe doğayla bir olarak yaşardık. 
 
Belki ilk sorulması gereken şu: Doğadan kasıt inorganik mi yoksa organik doğa mı? Güneş sistemleri, galaksiler ve evrenden oluşan, şu ana kadar Dünya dışında canlıya rastlanmayan inorganik doğayla mı bir hissetmemiz gerekiyor, yoksa Dünya'daki ekosistemle, canlılık tarihiyle mi? 
Canlılık çok tuhaf bir şey. Sanki evrenin inorganik doğasına aykırı gibi, hatta sanki ona bir tür başkaldırı. Kendi varlığını, daha doğrusu türünü devam ettirebilmek için türün bireylerinin genlerini başka bireylere aktararak üremesi ve hem termodinamik yasası hem de gen çeşitliliğinin korunması için ölmesi gerekiyor. Bu amaçla içsel mekanizmalar geliştiren organik türler, bir anlamda inorganik doğaya karışmamak için "direnerek" hayatta kalmaya çalışıyor. Organizmanın içsel yapısı, böylece bir tür "dışsallık" yaratıyor. Hegel'in "yalnızca canlılar bir eksiklik hisseder" sözünü bu çerçevede anlamak gerekiyor. Organik doğa; üreyerek, ölerek, doğarak, genlerini yayarak kendi türünü devam ettirmek için geliştirdiği iç mekanizmalarla kendini inorganik doğadan ayırıyor ve zorunlu olarak bir "eksikliğe" sahip oluyor. Ancak yine Hegel'e göre özne olabilmenin koşulu bu eksiklik, çünkü inorganik doğaya karşı kendi varlığını devam ettirmek için, kendisini yapısal-organik bir birlik olarak kuruyor. Elbette organik yaşam sihirle değil, moleküler bir evrimle başladı; yani organik yaşamın temelinde de inorganik doğa var. Ancak organik çabayı birden inorganik doğaya indirgemek, bana üç küsür milyar yıldır kendi varlığını çok çeşitlendirerek devam ettirmeye çalışan organik yaşama haksızlık etmek gibi geliyor. O halde, "doğaya dönüyoruz" kampanyasının hedefi, inorganik doğaya dönüyoruz olamaz.

Peki organik doğaya şıp diye dönebilir miyiz? Burada insanın önündeki en büyük engel yine kendisi. Muhtemelen hayatta kalma stratejisi olarak geliştirdiği dil ve bilinç, insana organik yaşamın inorganik doğayla kurduğu duyarlılık, uyarılabilirlik ve yeniden üreme ilişkisinin üzerinde yeni bir dolaylı ilişki biçimi yaratıyor. Yine Hegel'e dönersek, "bilinç, ilişki kurduğu şey üzerinden kendisini ayırarak var olan bir şeydir." Bilincin özünde, ilişki kurduğu şeyden, nesnesinden kendisini ayırması yatar. Yani bilinçlilik, tıpkı organik yaşamın kendisini inorganik doğadan ayırması gibi, kendisini organik yaşamın dolaysız ilişkiselliğinden ayırarak işleyen bir mekanizmadır.
 
İnsan bilinci iki ucu keskin bir bıçak. Bilincin varlığı insanı hem doğadan ayırıyor hem de bu ayrımdan rahatsız olup tekrar onunla bir olmayı arzuluyor. İnsan bir yandan kaçınılmaz olarak doğaya ait olduğunu biliyor, çünkü türün devamı için zorunlu olan bireyin doğumu ve ölümü, her canlıda olduğu gibi, insan türü için de geçerli. Ancak kendi benliğinin farkında olan bilinç için ölüm, öyle doğal olarak kabul edilecek bir olgu olmaktan çıkıyor, çünkü ölüm ve sonluluk üzerine düşünebiliyor. Kısacası bilincin yaşamı, bizzat bir ayrıma, kendini var eden koşulların üzerinde düşünebilmesine dayanıyor. 
 
İnsan nasıl oldu da böyle bir bilinç geliştirdi sorusu, en temel sorularından biri. Beynin ön lobunun gelişmesinden, dilin gelişimine, bu soruya insanın evrim tarihinden pek çok farklı yanıt var. Paleolitik Çağ’ın birikimlerinin Buzul Çağı’nın sona erişiyle açığa çıkması da dahil, muhtemelen pek çok farklı iç ve dış etkenin bir araya gelişinin oluşturduğu bir olay bilinç. Ancak bilinçle ilgili teoriler arasında bana önemli gelen bir tanesi nedense bugün demode olmuş durumda. 
 
Marx'ın bilincin evrimiyle ilgili söyledikleri, insan ve doğa ilişkisine, modern insanın bitmeyen "doğayla bir olma" çabasının kökenine bence ışık tutuyor. Marx’a göre, bilinç insanın maddi etkinliği olarak üretim süreciyle oluşur. İnsan, en temel ihtiyaçlarını karşılamak için doğanın materyallerini kullanarak yeni araçlar üretir ve bu ürettikleriyle en doğal ihtiyaçlarını karşılamaya başlar. Bu doğal-temel ihtiyaçlarını karşıladıkça yeni ihtiyaçlar meydana gelir ve onları karşılamak için de yeni araçlar üretir. Maddi etkinliğinin sonuçları olan ürünlerinde insan, yaşamsal etkinliğini dışsallaşmış olarak görür. Tıpkı organik yaşamın kendi iç mekanizmalarını oluşturarak bir dışsallık yaratmasına benzeyen bu dışsallaştırma sürecinde, kendi üretiminin sonuçları, emeği, insana kendi zihinsel sürecinden bağımsız bir şey gibi görünür. İhtiyaçlar ve ona karşılık olarak üretilen ürünler çeşitlendikçe, doğal ihtiyaçlardan, toplumsal ve ruhsal ihtiyaçlar geliştikçe, doğa ve bilinç arasındaki ayrışma da artar. Çünkü karmaşıklaşan üretim sürecinde birey, gittikçe bu süreçten koparak, kendi bilincini doğal süreçten bağımsız bir olay olarak görmeye başlar. Bilinç, ne kadar kendi başına var olan bir olay olarak görülürse, içsel dünya dediğimiz şey de o kadar dipsizleşir. Bana kalırsa, spiritüel bir arayış olarak "doğaya dönüş" arzusunda ya da "doğayla aslında biriz" sloganında, maddi etkinliklerden, üretim ilişkilerinden kopmuş bir benlik bilincinin narsistik bir kendini gerçekleştirme, kendi bilincini bu arayışa sokan temel toplumsal arızaları göz önünde bulundurmadan bir tür "paçayı kurtarma" hissiyatı bulunuyor.
 
Muhtemelen yaşam koçluğu seminerlerinde sıkça anlatılan şöyle bir hikâye vardır: Bir gün yaşlı bir usta, öğrencisine bir bardağın içinde tuzlu su verir ve içmesini söyler. Öğrenci içtikten sonra tadının nasıl olduğunu sorar. “Acı,” der öğrencisi. Sonra aynı miktar tuzu göle döker usta ve gölden bir yudum almasını söyler. “Tadı nasıl?” diye sorar. “Tatlı,” der öğrencisi. “Peki tuzun tadını aldın mı?” diye sorar usta. Öğrencisi “Hayır,” diye yanıtladıktan sonra şöyle açıklar usta: “Yaşamın acısı tuz gibidir. Ama duyacağın acı, onu hangi kaba koyduğuna bağlıdır. Acı hissettiğinde tek yapacağın, her şeye dair duyarlılığını genişletmektir. Bardak değil, göl ol.” 
 
Bu öykünün, bireyi iş ve aşk dünyasında daha "başarılı" yapacak narsistik bir paçayı kurtarma tavsiyesi olarak mı yoksa bireysel arayışların toplumsal yaşamın kolektifliği ve arızalarıyla kopmaz bir ilişkide olduğuna ilişkin bir tavsiye olarak mı okunduğu, insanın doğaya dönüş kavramından ne anladığıyla da ilgili sanırım. Elbette doğaya dönüş kavramında, insanın bugün iyice ayyuka çıkan kendini ve doğayı tahrip etme becerisine karşı bir uyarı da var. Ancak inorganikten organiğe, oradan da insan bilincine geçen milyarlarca yıllık ayrışma ve birleşme süreçlerine birden dahil olma arzusu yerine, şu son yüzyıllarda kendi kendimizi ne hale getirdiğimize bakıp, birbirimizin acılarına neden tuz bastığımızı da sorgulamamız gerek.

Pazartesi

İhvân-ı Safâ’nın Düşündürdüğü




Yakın bir arkadaşım, kendisini ziyaret ettiğim bir gün, mutlaka okumamı söyleyip elime “İhvân-ı Safâ Risaleleri, Cilt 1”. Kitabın adından ürkerek yavaşça çevirdim sayfaları. Ayrıntı Yayınları'nın enfes bir baskıyla yayımladığı kitap, daha Gezegenlerin Hareketlerinin Ud Nağmeleri Gibi Nağmeleri, Yıldızların Nağmelerinin Hakikati, Ahlakın Islahı ve Nefsin Terbiyesinde Sayısal ve Geometrik Oran, İnsanın Düalist Yapısı gibi başlıklarıyla aldı beni içine. Sonra okumaya başladım, şu ana kadar çıkan ilk üç cildi. Bundan sonra çıkacak 49. cildi de sabırsızlıkla beklediğim “İhvân-ı Safâ Risaleleri” 52 ciltten ya da risaleden oluşuyor. Bu risalelerin yazarları, İhvân-ı Safâ (dizi editörü Burhan Sönmez’in ifadesiyle Arınmış Kardeşler) adında, 10. yüzyılda Basra'da yaşamış bir topluluk. 10. yüzyıl Ortadoğu'su, düşüncenin çiçek açtığı bir coğrafya Meşhur Bağdat Kütüphanesi henüz yok edilmemiş. Yunancadan çevirilerin yapıldığı, İslam felsefesinde farklı görüşlerin filizlendiği ve bunların özgürce tartışıldığı, üretilen metinlerin Endülüs'e gidip orada Latinceye çevrilerek Kıta Avrupa'sına yayıldığı ve Hıristiyan düşüncesini etkilediği bir dönem. 
İhvân-ı Safâ’nın risaleleri, o dönemdeki düşünsel özgürlüğü ve karşıt fikirlere açıklığı yansıtmasının dışında, sanattan doğaya, dinden felsefeye, bilimden metafiziğe, insan anatomisinden gök cisimlerine, bitki ve hayvan türlerinden madenlere ve taşlara, bütünsel ve evrensel bir bilgi arayışını temsil edişiyle ansiklopedik bir dev yapıt. Yalnızca İslam felsefesini değil, antik Yunan, Hint ve Pers kültürlerini de araştırıp yorumlayan risaleler, insanı evrenselleştirmesi ve evreni insanlaştırarak öznelleştirmesi hümanizm izleri taşıyor. Ancak aklı insanmerkezciliğe indirgeyen ve doğayı insan aklının hizmetinde gören dogmatik yorumlanışının tersine, İhvân-ı Safâ’nın hümanizmi, insanı doğanın efendisi olarak görmüyor. Örneğin, Kelile ve Dimne’yi andıran Hayvanın İnsanın Yaptığı Zulümden Şikâyeti bölümünde konuşan hayvanlar, insanların kendilerini araç olarak görmesini, kendilerine yapılan eziyetleri anlatır. Ya da enfes bir anlatıma sahip bir başka bölüm Madenler Üzerine’de, çeşitli taşların ve madenlerin oluşumu, içinde insanlığın da dahil olduğu doğanın hala sürmekte olan oluşum sürecine bir tanıklık olarak betimlenir. Risalelerden anlaşıldığı üzere, İhvân -ı Safâ’ya göre şeriat ya da Tanrı’nın hükmünün cisimleşmesi, insanların toplumsal yaşamını kısıtlayan bir dogmalar bütünü değil, insanın, evrenin ve doğanın oluşum sürecini, tüm bilgi ve becerilerini (bilim, sanat, felsefe, teoloji vs.) kullanarak anlama çabasıyla Tanrı’ya yaklaşması, böylece Tanrı’nın da insana yaklaşmasıdır.
İhvân-ı Safâ’nın insanı bir anda içine alan bir başka yönü de dili. Çevirmenlerin titiz çalışmasının açığa çıkardığı, buyurucu olmayan, okuyucuyla sohbet eden bu yumuşak ve şiirsel dil, İhvân-ı Safâ’nın mezhepler, sanatlar, bilimler ve düşünceler arası bir diyalog kurma çabasını da gösteriyor. Risalelerin bu dili, günümüzde unutulmaya yüz tutmuş bir diyalogun da olanağını gözler önüne seriyor sanki. Bir zamanlar filizlenmiş, sonraysa yalnızca “dış güçler”den kaynaklanmayan, ta Nizam-ül Mülk döneminde eğitimin tek merkezci bir otoriterleşme ve tek tipleştirilme sürecine kadar giden nedenlerden kurumaya yüz tutmuş düşünce tarlalarının tohumlarına rastlanıyor bu risalelerde. Öbür yandan, İhvân -ı Safâ Risaleleri gibi yapıtların çevrilmesi ve üzerinde çalışılması, genel olarak da İslam düşüncesindeki geçmiş tartışmaların yeniden felsefenin konusu haline getirilmesi, tohumların yeniden filizlenmesi için önemli. Bu bakımdan İhvân -ı Safâ’yı okurken günümüzü düşünmemek, bugün sürekli inançlar ve iktidarlar adına kan dökülürken bunun nasıl sona erdirilip silah tutan değil düşünen insanların yetişeceğine kafa yormamak mümkün değil. Böyle bir amaç çerçevesinde, ne bir ateistin İslam ne de bir Müslüman’ın din dışı felsefi konular çalışması garipsenmeli bugün. Bu, altı pek de dolu olmayan tolerans ya da hoşgörü çerçevesinde bir yakınlaşmadan çok, artık neredeyse tamamen birbirini dışlayan dünyaların gelecekte nasıl bir arada yaşayabileceğini düşünebilmek, hayal edebilmek için önemli.
Uzun zamandır bitmeyen şiddete ilişkin, Batı’da da Hıristiyanların yüzlerce yıl mezhep savaşları yüzünden birbirini öldürdüğünü hatırlatan argümanlar var. Ama Hegel’in, Avrupa’nın geçmişine bakarak söylediği “tarih kanlı bir mezbahadır” sözünü yeniden doğrulamaya gerek var mı? Müslüman toplumlar, tarihte bir solucan deliği açarak, sosyal eşitlik ve özgürlük temelinde farklı bireylerin ve toplulukların bir arada yaşayabileceği bir gelecek yaratamaz mı? Bu sorunun yanıtına, İslam’ın ne olduğu ve olmadığıyla ilgili tartışarak başlamak gerekiyor belki. Nasıl oluyor da hak, adalet ve eşitlik vurgusunun en çok yapıldığı bir din, günümüzde kapitalizme bu kadar sıkı eklemlenebiliyor? Nasıl oluyor da bir İslam Devleti kurma peşindeki insanlar, bu amaç uğruna masum insanları öldürmeyi tam da bu amaç temelinden meşrulaştırabiliyor? (Batı’da örneğin artık en azından “nükleer silah” gibi bahaneler bulunuyor.) Eğer evreni ve içindeki bütün ilişkileri yaratan Tanrı, insana şahdamarından daha yakınsa, gerçekten kendi adına kurulacak bir devlet ya da otoriter bir rejimin muhafazası için bu kadar kurban verdirtir mi? Bu kadar şiddet, hoşgörüsüzlük, adaletsizlik ve çıkarcılık Tanrı’yı hoşnut eder mi?
Bu son “naif” soru üzerinden İhvân -ı Safâ’ya dönmek istiyorum. Henüz iki buçuk cildini okuyabilsem de İhvan-ı Safâ’da, sürekli olarak çevresiyle, evrendeki konumuyla ve Tanrı’yla olan ilişkisini irdeleyen, neyi doğru yapıp yapmadığını tartan, ne kadar geliştirirse geliştirsin kendini hep eksik olarak gören ve bunun için tüm bilimlere ve farklı görüşlere kendisini açan bir insan tasviriyle karşılaştım. Benim için belki de bundan da önemlisi, İhvân-ı Safâ’daki insanın, kendisini ve dünyadaki başka insanlarla, hayvanlarla, bitkilerle, eşyalarla olan ilişkisini, devam etmekte olan evrensel bir oluşum sürecinin bir parçası olarak görmesiydi. Bu bakımdan insan, İhvân-ı Safâ’da, kendisi için yaratılmış, olmuş bitmiş bir evrenin ya da doğanın efendisi değil, en önemli yetisi olan akıl ve kavrama kabiliyetiyle, kendisinin de içinde olduğu bir oluşum sürecini, tüm yönleriyle anlamaya ve hem kendi türüyle hem de doğayla uyum içinde yaşamaya çalışması gereken bir özne olarak beliriyor. İhvân-ı Safâ ve sembolik olarak Bağdat Kütüphanesi’nin yok edilmesiyle kapanan ve hala tam anlamıyla irdelenmeyen konu, bana kalırsa, bu gelişim sürecinin bir parçası olarak insan öznesiyle, bizzat gelişim sürecinin öznesi olan Tanrı arasındaki ilişki. Belki de bu ilişki üzerine özgürce düşünülmemesi sonucu, ironik bir şekilde bu ilişki koptu ve her bir mezhebin kendini Tanrı’nın mutlak temsilcisi olarak görmesinin, kendinden olmayana bir araç ya da eşya olarak yaklaşmasının, böylece yaptıklarını ahlaki bir düzleme yerleştirmeye gerek görmeden meşrulaştırabilmesinin yolu açıldı. Elbette tarihteki din ve mezhep savaşlarının altında maddi-ekonomik nedenler de vardı, ancak gerekçeler, mazeretler çoğunlukla insan ve din, insan ve Tanrı ilişkisinin tek boyutlu yorumlanışına dayanıyordu.
Bu bitmeyen çekişmenin yarattığı öğrenilmiş çaresizlik ya da bıkkınlık, mezhepsel olan ya da olmayan kimlikler de dahil, her türlü konforlu konumlanışın sorgulanabileceği yeni varoluş tarzlarıyla yer değiştirmeli. İhvân-ı Safâ’nın devlet düşmanı, büyücülük gibi suçlamaları göze alarak dönemin şeriat anlayışına ve dinsel yozlaşmaya karşı, insanın doğa ve Tanrı’yla olan ilişkisini yeniden düşünme çabası örneğindeki gibi yeni varoluşsal ve düşünsel birliktelikler gerekli.