Hikayeler, özellikle Tanrısal bir dokunuşla
taçlandırıldığında, koskoca bir toplumu harekete bile geçirebilirler. Veya tam
tersi…
İşte bir örnek:
Geçenlerde takvim sayfasının arkasında okuduğum Rabia’nın hikayesi
beni bu yukarıda aktardığım düşüncelere sevk etti. Toplumsal kanaatı
genel-geçer bir olgu gibi nakleden bu hikayeyi bilmeyenler için özetlemek
isterim:
Rabia, yoksul ve kimsesiz bir kızdır. Köle olarak satılır,
kötü muamele görür, çok acı çeker. En sonunda yaşlı bir adamın yanında köle
olarak eşek gibi çalıştırılır. Ama Rabia, Allah’a dua etmekten hiç vazgeçmez. Ona
-veya bu adaletsiz dünyanın haline- HİÇ İSYAN ETMEZ. Bir gece yine Allah’a dua
ederken, Allah ona konuşur. Bunu gören efendisi onu özgür bırakır. Rabia da Hz.
Rabia olur, ermişler arasına katılır. Tanrı yolundan ayrılmaz…
Bu hikayeden çıkan ders nedir?
Bu hikayeden benim çıkardığım ders, dünyadaki adaletsizliğe,
insanın insana çektirdiği acılara ve yaptığı haksızlıklara, hukuksuzluklara,
isyan etmenin yanlış olduğudur. Egemen sınıf tarafından üretilmiş bu hikaye ile
başkaldırı doğru olmayan bir davranış olarak –Tanrı aracılığı kullanılarak ve
böylece meşrulaştırılarak- salık verilmektedir. Yoksulluk, tarihsizdir. Hep
vardır, hep var olacaktır. İnsanın insana yaptığı kötülük verili bir durumdur.
Hep vardır, hep var olacaktır. Ezilen insansan eğer, tek yapabileceğin şey varlığı
yokluğu belirsiz, transandantal bir ‘yüce varlığa’ yakarmak ve böylece senin
acılarını paylaşan, anlayan bir büyük varlık tasavvuru ile dünya üzerindeki acı
dolu yaşama dayanmaya çalışmaktır. Bu dünya üzerinde seni kurtarabilecek hiçbir
güç yoktur. Merak etme, öldükten sonra çektiğin acılardan ve yaşadığın
haksızlıklardan dolayı takdir görecek ve ‘cennet’ adı altında hayal ettiğimiz
ve aslında var olmayan bir mekanda bir elin yağda bir elin balda yaşayacaksın.
Bu hikaye kimin hikayesi? Sizce bu hikaye gerçekten
yoksulların, acı çekenlerin, ezilenlerin hikayesi mi? Hayır! Bu hikaye,
egemenin, ezenin, muktedirin hikayesi. Muktedirin ağzından, onun içinde
yaşamaya alıştığı ve sürdürmeyi istediği dünyanın hikayesi. Yoksulluğu tarihsiz
kılarak, Tanrı imgesini kendine şahit koşarak, ezilene –bir metafizik ‘varlık’tan
başka- sığınacak hiçbir şey bırakmayan, daha doğrusu bırakmaktan korkan,
muktedirin hikayesidir Rabia’nın hikayesi. Rabia, isyan etseydi, efendisine
karşı mücadeleyi kazanabilirdi ve elindeki tek hayatta özgür bir kadın olmanın
tadına varabilirdi. Hayır, Rabia’nın özgürlüğü isyan etmediği için ona bahşedildi.
İşte, siz milyonlar!! Siz de isyan etmeyin! Bakarsınız, Rabia gibi Tanrı eliyle
özgürleşirsiniz!
Arkadan pis pis sırıtan efendiyi görür gibi oluyorum.
Marx, boşuna demedi. Din, ezilenler için vardır. Muktedirin
ve egemenin dine ihtiyacı yoktur. Din, ezilmişlerin iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın
kalbidir..Din insanlığın afyonudur:
"Religious
suffering is, at one and the same time, the expression of real suffering and a
protest against real suffering. Religion is the sigh of the oppressed
creature, the heart of a heartless world, and the soul of soulless conditions.
It is the opium of the people."
Kurtuluş ve özgürleşme sadece bu dünyada olabilir.
Ezilenin hikayesini dillendirmek o yüzden çok anlamlı. Dinsiz bir dünya hayal
etmektense, belki de, ezilenlerin kendi hikayelerini anlatmasının ve nesilden
nesile aktarmasının imkanını sorgulamalıyız. Egemenin çıkarını koruyan ve onun
kötülüğünü meşru kılan bir Tanrı imgesine hiçbir kölenin, işçinin, emekçinin,
işsizin ve çiftçinin ihtiyacı olamaz.