Perşembe

Rabia'nın Çok Acıklı Hikayesi

Hikayenin gücü önemlidir. Her kim ki toplumsal bir analiz yapma iddiasına sahiptir, o toplumun hikayelerine kulak vermelidir. Hikayelerin gücü çok büyüktür. Toplumun ideolojisini hem anlatır, hem yaratır hem de yeniden üretirler. Bilimsel veri gibi sıkıcı ve kuru değildir, öğrenmesi kolay, dinlemesi zevkli ve aktarılması kolaydır. Hikayeler –ister gerçek ister hayalgücü olsun- kültürsüz doğan çocuğu kültürleştirmenin ve ona kendi bildiğimiz doğru ve hakiki dünya görüşünü aşılamanın en önemli aracıdır.

Hikayeler, özellikle Tanrısal bir dokunuşla taçlandırıldığında, koskoca bir toplumu harekete bile geçirebilirler. Veya tam tersi…
İşte bir örnek:
Geçenlerde takvim sayfasının arkasında okuduğum Rabia’nın hikayesi beni bu yukarıda aktardığım düşüncelere sevk etti. Toplumsal kanaatı genel-geçer bir olgu gibi nakleden bu hikayeyi bilmeyenler için özetlemek isterim:
Rabia, yoksul ve kimsesiz bir kızdır. Köle olarak satılır, kötü muamele görür, çok acı çeker. En sonunda yaşlı bir adamın yanında köle olarak eşek gibi çalıştırılır. Ama Rabia, Allah’a dua etmekten hiç vazgeçmez. Ona -veya bu adaletsiz dünyanın haline- HİÇ İSYAN ETMEZ. Bir gece yine Allah’a dua ederken, Allah ona konuşur. Bunu gören efendisi onu özgür bırakır. Rabia da Hz. Rabia olur, ermişler arasına katılır. Tanrı yolundan ayrılmaz…
 
Bu hikayeden çıkan ders nedir?
Bu hikayeden benim çıkardığım ders, dünyadaki adaletsizliğe, insanın insana çektirdiği acılara ve yaptığı haksızlıklara, hukuksuzluklara, isyan etmenin yanlış olduğudur. Egemen sınıf tarafından üretilmiş bu hikaye ile başkaldırı doğru olmayan bir davranış olarak –Tanrı aracılığı kullanılarak ve böylece meşrulaştırılarak- salık verilmektedir. Yoksulluk, tarihsizdir. Hep vardır, hep var olacaktır. İnsanın insana yaptığı kötülük verili bir durumdur. Hep vardır, hep var olacaktır. Ezilen insansan eğer, tek yapabileceğin şey varlığı yokluğu belirsiz, transandantal bir ‘yüce varlığa’ yakarmak ve böylece senin acılarını paylaşan, anlayan bir büyük varlık tasavvuru ile dünya üzerindeki acı dolu yaşama dayanmaya çalışmaktır. Bu dünya üzerinde seni kurtarabilecek hiçbir güç yoktur. Merak etme, öldükten sonra çektiğin acılardan ve yaşadığın haksızlıklardan dolayı takdir görecek ve ‘cennet’ adı altında hayal ettiğimiz ve aslında var olmayan bir mekanda bir elin yağda bir elin balda yaşayacaksın.
Bu hikaye kimin hikayesi? Sizce bu hikaye gerçekten yoksulların, acı çekenlerin, ezilenlerin hikayesi mi? Hayır! Bu hikaye, egemenin, ezenin, muktedirin hikayesi. Muktedirin ağzından, onun içinde yaşamaya alıştığı ve sürdürmeyi istediği dünyanın hikayesi. Yoksulluğu tarihsiz kılarak, Tanrı imgesini kendine şahit koşarak, ezilene –bir metafizik ‘varlık’tan başka- sığınacak hiçbir şey bırakmayan, daha doğrusu bırakmaktan korkan, muktedirin hikayesidir Rabia’nın hikayesi. Rabia, isyan etseydi, efendisine karşı mücadeleyi kazanabilirdi ve elindeki tek hayatta özgür bir kadın olmanın tadına varabilirdi. Hayır, Rabia’nın özgürlüğü isyan etmediği için ona bahşedildi. İşte, siz milyonlar!! Siz de isyan etmeyin! Bakarsınız, Rabia gibi Tanrı eliyle özgürleşirsiniz!
Arkadan pis pis sırıtan efendiyi görür gibi oluyorum.
Marx, boşuna demedi. Din, ezilenler için vardır. Muktedirin ve egemenin dine ihtiyacı yoktur. Din, ezilmişlerin iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir..Din insanlığın afyonudur:

"Religious suffering is, at one and the same time, the expression of real suffering and a protest against real suffering. Religion is the sigh of the oppressed creature, the heart of a heartless world, and the soul of soulless conditions. It is the opium of the people."  
 
Kurtuluş ve özgürleşme sadece bu dünyada olabilir. Ezilenin hikayesini dillendirmek o yüzden çok anlamlı. Dinsiz bir dünya hayal etmektense, belki de, ezilenlerin kendi hikayelerini anlatmasının ve nesilden nesile aktarmasının imkanını sorgulamalıyız. Egemenin çıkarını koruyan ve onun kötülüğünü meşru kılan bir Tanrı imgesine hiçbir kölenin, işçinin, emekçinin, işsizin ve çiftçinin ihtiyacı olamaz.