Çarşamba

Paylaşım Olmayan Paylaşımlar

Son zamanlarda en çok duyduğumuz kelime ‘paylaşmak’. Tüm kelimeler ancak çağrışım yaptığı diğer kelime, kavram ve imgelerle anlam bulurmuş. 'İsrailliler katledildi, Filistinliler öldü' diye yazarken BBC’nin kullandığı ‘trick’ bu aslında. Bir insanı ‘terörist’ ilan etmekle, ona ‘Nobel Barış Ödülü’ vermek arasında düşündüğünüzden çok daha ince bir çizgi vardır. Egemen; kendi ideolojisini yenilir yutulur bir şeymiş gibi takdim etmek için dili yeniden kurma faaliyetinde bulunur ve herkesin kullandığı gündelik kelimelerin anlamlarını yeni bir referanslar dünyası yaratarak muğlaklaştırır. Bu durumun en çarpıcı örneğine Victor Klemperer’in muhteşem The Language of the Third Reich kitabında tanık oluyoruz. Şüphesiz Nazi Almanyası’nın kelimeleri o dünyayı kurmakta kullanılan en önemli araçlardan birisiydi.
Sözgelimi ‘organisieren’ (organize etmek) gibi masum bir kelime Nazi Almanyasında toplumsal hiyerarşinin vazgeçilmez olduğunu anlatmaya yarayan bir araca dönüşüyordu. Klemperer’in kendi anlatımıyla:
As early as 1936 a young car mechanic who had managed to carry out a tricky emergency repair on my exhaust all by himself said to me, ‘Didn’t I organize that well!’ The words ‘organization’ and ‘organisieren’ were ringing in his ears so insistently, and he was so saturated with the idea that every bit of work had first to be organized, i.e. had to be allocated to a disciplined group by its leader, that he couldn’t come up with an appropriate and simple expression like ‘arbeiten’ (to work), erledigen (to deal with) or verrichten (carry out) or even just ‘machen’ (to do) for a task which he himself undertook and completed.
Victor Klemperer, Yahudi Dilbilimci. Hayatını bir Almanla evli olmasına borçlu.
Nazi Almanyasının dilini anlattığı kitabında şöyle diyordu:
"I shall go on writing. That is my heroism.
I shall bear witness, precise witness!"

-May 27, 1942
Neo-liberal ideolojinin kendine hedef seçtiği kelimeler neler? Paylaşmak kelimesi üzerinden bazı ipuçlarına ulaşabilir miyiz acaba?
Paylaşmak kelimesinin çağrıştırdığı her şey insanın içini ısıtan cinsten. Bir elmayı paylaşmak, acıyı paylaşmak, sevgiyi paylaşmak, evi paylaşmak, parayı paylaşmak, yemeği paylaşmak gibi.. Peki biz son zamanlarda neyi bu kadar çok paylaşıyoruz da paylaşmak kelimesini günde ortalama 30 kez kullanır olduk? Bu yukarıda saydıklarımızdan hiçbirini.
Paylaştığımız şey: Dijital veriler. Bir fotoğraf, bir video, bir ‘durum’, bir özlü söz. Hızlı tüketim çağının, bir o kadar hızla değişen gündem kalabalığı içinde paylaştığını sandığımız şeyler piksellerden oluşuyor. Aslında kendimize ait olan ve paylaşması bir erdem sayılabilecek hiçbir şeyi paylaşmıyoruz. Pay-laş-mak kelimesine haksızlık ediyoruz, onu yozlaştırıyoruz ve asıl paylaşmadığımız şeylerin üzerini örterek bencilliğimizi maskeliyor ve bize dayatılan rekabetçi-piyasacı düzenin içinde aziz mertebesine yükseltilmiş olan ‘bireysellik’ kültünün peşinden sürükleniyoruz. Paylaşmak artık doğrudan iki insan arasında cereyan eden ve iki taraftan birini ya da ikisini birden rahatlatan ve mutlu eden dayanışmacı bir eylem şekli olmaktan çıkıyor. Zamanın ruhu içinde paylaşmak dediğimiz şey artık anonim bir şekilde 0 ve 1’lerin dünyasına fırlatılıveren ve anında tüketiliveren bir takım dijital verileri tanımlıyor. Karşılıklı, yüzyüze ikili ve çoklu ilişkilerde değil; araya bir dolayım (bir makina) sokularak sözde ‘paylaşımlar’ gerçekleşiyor.
Güzelim ‘paylaşmak’ kelimesinin sosyal ve ekonomik bağlamlarından tamamen koparılışı ve neo-liberal dünyanın ürettiği kültürel bağlam içinde yozlaşması işte bu şekilde gerçekleşiyor.
Bu kayıtla birlikte paylaşmak kelimesine bir ağıt yakabiliriz.

Salı

Odysseus ve Mürettebatı



Homeros'un anlattığına göre, Sirenler'in büyüleyici seslerine kendilerini kaptıran denizciler yollarını şaşırıp ölüme sürüklenmiştir. Gemisinin kaptanı Odysseus bunu bilir ama Sirenler'i dinlemeye de kararlıdır. Bu nedenle mürettebatına kulaklarını balmumuyla tıkamalarını, kendisini de direğe bağlamalarını ve ne kadar yalvarırsa yalvarsın çözmemelerini emreder. Sirenler'in bölgesinden geçerken Sirenler'in büyülü müziğine kendini kaptıran Odysseus mürettebatına kendisini çözmeleri için yalvarır. Kendinden tamamen geçmiştir ve Sirenler'e kendini bırakmaya hazırdır. Ama hiçbir şey duymayan ve Sirenler'den etkilenmeyen mürettebatı, Odysseus çırpındıkça onu daha sıkı bağlar. Sonunda Sirenler'in bölgesinden çıktıklarında ve Sirenler'in etkisi geçtiğinde, Odysseus'u çözerler, böylece yollarına devam ederler.
Adorno ve Horkeimer'in müthiş metni Aydınlanma'nın Diyalektiği'nin ünlü bir bölümünde, Odysseus'un Sirenler'le olan bu öyküsü yorumlanır. Yoruma göre Sirenler'le olan bu sahne, toplumsal işbölümüne, sınıfsal ayrıma bir örnektir. Odysseus'un mürettebatının tek görevi gemiyi güvenli bir şekilde Sirenler'in bölgesinden uzaklaştırmakken, Sirenler'in büyüleyiciliğinden nasibi bir tek liderleri Odysseus alacaktır. Ama eşitsiz bir toplumda, iktidar sahibi de zevkin tadını tam olarak çıkaramaz. O kendini korumaya almalıdır. Sirenler'den estetik hazzı alır ama kendini tam olarak bırakamaz. Kendini bırakması, iktidarı da bırakması demektir. Mürettebat estetik hazdan tamamen yoksun bırakılırken, Odysseus'un yazgısı da bu hazzı ancak soyut biçimde yaşamaktır. 
Elbette Aydınlanma'nın Diyalektiği'nde bundan fazlası anlatılır. Yine de bu kısa betimleme, akla Galadriel ve Frodo'nun karşılaşmasını getiriyor. Yüzük taşıyıcısı Frodo'nun Galadriel'in aynasında gelecekten imgeler gördüğü ve sonrasında Galadriel'in yüzüğün gücüyle kendini sınadığı sahne, Odysseus ve Sirenler öyküsünden izler taşıyor gibidir. Galadriel, tıpkı Odysseus gibi, toplumun en üst tabakasında yer alır. Kendini, tıpkı Odysseus gibi yüzüğün gücüne kısa süreliğine kaptırır ve orada içindeki karanlık hükmetme güdüsü açığa çıkar ve coşarak "Herkes beni sevecek ve önümde diz çökecek" gibi şeyler söyler. Peri misali Galadriel gitmiş, dünyaya hükmetme arzusuyla yanıp tutuşan ürkütücü bir Galadriel gelmiştir. Ama bu aslında bir sınavdır. Tıpkı Odysseus gibi her gerçek iktidar sahibinin geçmek zorunda olduğu bir sınav. Tıpkı Odysseus'un Sirenler'in bölgesinden çıktığı zaman kollarını çözüp, zafer edasıyla gemisini komuta etmeye devam etmesi gibi, Galadriel de yüzüğün etkisinde kurtulduğunda, "sınavı geçtim, artık Galadriel olarak kalabilirim" der. Gerçek egemen, hiçbir zaman kendini tamamen kaptırmamalıdır ki, egemenliğine devam edebilsin. Öte yandan Frodo, her şeyden mahrum çalışan sınıfı temsil eden mürettebattan farklıdır. Sanki, kendisine önemli bir görev verilmiş gibidir. O yüzük taşıyıcısıdır ve Galadriel'in belirttiği gibi, yüzüğü yalnızca o taşıyabilir. Ama Frodo, güya üzerine toplumsal görevler atfedilen, sorumluluk sahibi bireydir. Frodo, Odysseus ve Sirenler öyküsünde henüz daha ortada olmayan yeni bir toplumsal kesimdir. Kendisine iktidardan birazcık da olsa pay verilen, sürekli toplumsal sorumluluk hissiyatında olan yeni bir bireydir. Odysseus ve mürettebatının ortasındaki tampon bölgedir. Galadriel Frodo'ya, "yüzüğü bir tek sen taşıyabilirsin, bu çok zor bir görev", diyerek pohpohlar. Ama Frodo'nun bilmediği asıl görevi, toplumsal çelişkiyi hakiki bir biçimde ortaya çıkaran yüzüğü yok edip, her şeyi süt limanmış gibi göstermektir ki Galadriel, büyük burjuva Galadriel olarak kalabilsin.
Peki mürettebat nerededir? Mürettebat, artık yüzüne bile bakılmayacak Orclar'a dönüşmüştür. Ama bu hepsi birbirine benzeyen, çirkin, zamanında 300 Spartalı'nın da savaştığı "ilkel" ve "vahşi" yığın, ne yapılırsa yapılsın hep bir yerde egemenin karşısına çıkar. Sonuçta onlar mürettebattır. Bugün belki de en doğru temsili olan zombilerle geri dönmekte olan mürettebat.
 
http://www.youtube.com/watch?v=CX3px_Ivs44&stopthedamnautoplay=FLONx81fns8JlYxOih-NOqHw&index=6&feature=plpp_video

Pazartesi

Nane Şekeri ve Masumiyet

Kore'yi insanların en azından Gangnam Style ile tanıması güzel belki, ama bununla sınırlı kalırsa hem yazık olur hem de kültür endüstrisinin çarklarında hamsterlar gibi dönmekten kendimizi kurtaramamış oluruz. Kore'nin Türkiye'den çok farklı yanları var. Türkiye gibi farklı halklardan oluşmuş değil. Nüfusu çok homojen. Uzun yıllar Çin ve Japonya'nın esareti altında yaşamış. Ayrıca bizim gibi yalnızca ABD hegemonyası altında kalmamış, ülkenin yarısı kendini komünizme adamış. Sonunda bugünkü, etnik ve tarihsel-kültürel olarak birbirinden farklı olmasa da, yönetim biçimi birbirinden tamamen derecede farklı, biri kapitalizmin, diğer totalitarizmin (komünizm değil) uçlarında yaşayan iki ülke oluşmuş. Öbür yandan, Kore ve Türkiye'nin benzer çok yanı da var. Hayır, Türkiye'nin orada anlamsız biçimde savaşa girmesiyle oluşan bir benzerlik değil. Dünya Kupası'ndaki dostluk gösterisiyle oluşan bir şey de değil. Bir tür siyasi kader ortaklığı daha çok. Kore'nin 20. yüzyılda eski alfabeden yenisine geçişi; tam o dönemde yeni ve milli bir eğitim sistemine geçmesi (bugün hala dershaneleri, giriş sınavları, sınavların önünde dua eden velileriyle fena halde benzer bir eğitim süreci); muhafazakar ve erkek egemen ahlakı; militer yapısı (2 yıl zorunlu askerlik vs.); "stratejik" konumu nedeniyle sürekli "süper" güçlerin oyun bahçesi olarak kullanılması; özgürlükçü politik gruplar, gençlik hareketleri ve bunların kanlı bastırılışları; ve elbette darbeler. Özellikle 1979 ve 1980 yıllarında yaşananlar, neredeyse Türkiye'yle birebir aynı. Ve son durum: bir sürü tuhaf tv kanalı, garip yarışmalar, birbirinin kopyası pop şarkıları, medya tekelleri, müthiş bir kapitalist rekabet, öğrenciyken ne kadar muhalif de olsan sonrasında seni içine emen müthiş bir çark...
Ve bu çark yalnızca ekonomik değil. İnsana dair en özsel şeyler varsa onları öğüten bir çark ya da değirmen. Aile için cinsiyetçi ahlakıyla, eğitim sistemiyle, askerliğiyle, sert bürokratik yapısıyla, insanı ezen rekabetçi-eşitsiz ekonomik sistemiyle, yalnızca iç değil, başta ABD olmak üzere dış mekanizmalara olan bağımlılığıyla, kendi içinde ufak çarklar yaratarak, yavaş yavaş insanı yapmak istediği insan biçimine sokan bir çark mekanizması. 
Alttaki blog iletilerinde devletin kötülüğü dediğimiz şeye bir örnek işte bu: Devletin, sistemin kendi üyelerine uyguladığı, onları biçimlendirmeye yönelik bir kısırdöngü. Elbette bu bir sürü sosyolog ya da az-çok okuyan vatandaşın bildiği, dile getirdiği bir şey. Ama nasıl oluyor da bu döngüyü kıramıyoruz? Nasıl oluyor da, gözümüzün önünde büyüyen bir çocuk, yine kadın düşmanı, yine Kürt-Ermeni düşmanı, yine devletin, polisin bir sözcüsü ve hatta uygulayıcısı oluyor? Yıllardır göz ardı ettiğimiz bir şeyler olmalı. İşte bu noktada, insanın kendi ülkesini başka ülkelerle karşılaştırması (burada Kore örneğin), benzer süreçleri, döngüleri ve çarkları bulması çok yayarlı ve elbette bir o kadar hüzün verici oluyor. Bir yerlere bakmıyor muyuz da böyle sürüp gidiyor bu döngü? Örneğin her şey, bütün gücün aslında ABD'nin elinde olmasından, o ne derse o olduğundan ve bizlerin sadece piyon olmasından mı ileri geliyor? Rakel Dink'in hemen unutulan ve asıl sorgulanan saptaması, "bir çocuktan canavar yaratan sistem"den bir kaçış yok mu? 
Rakel Dink'in sözünde unutulan nokta, onun yalnızca buzdağının görünen yüzüne (örneğin Samast) değil, görünmeyenine, devletin kötülüğünü ve şiddetini (fiziksel, kültürel, dilsel vs.), farkında bile olmadan sürekli yeniden uygulayan, belki "bizlerin" de dahil olduğu çok büyük bir kesime işaret ettiğidir. Dürüst olup, kendimize şunu sormalıyız: Çarklara çomak sokmadan ve asıl, çarkları döndüren mekanizmaları durdurmadan, bir şeylerin değişeceğine inanıyor muyuz, yoksa yalnızca günün bir kısmında aktivistlik oynayarak sosyal-kültürel kapitalimize katkı mı sağlıyoruz? Aslında tam da böyle yaparak, yani sisteme zarar vermeyecek kadar sistem karşıtı olarak, çarkların dönmesine yardım mı ediyoruz? Böylece aslında, hep karşı tarafa, "kötülere" attığımız suçların aynısını biz işliyor olmuyor muyuz? Onların kaybettiğini söylediğimiz vicdan ve masumiyeti, bizlerin ne kadar kaybettiğini kendimize soruyor muyuz? Bu soruları irdelemek için, kaderi Türkiye'ye benzeyen Kore gibi ülkelere bakarak, çarkların işleyişine göz atmak ve en önemlisi, bu çarkların insanın içinde neyi öğütüp yok ettiğine, neyi besleyip büyüttüğüne bakmamız gerekiyor. Böyle bir şey için de, bazen analizler yerine, içimizde unutturulan, ama çarkların hiçbir zaman yok edemeyeceği duyguları uyandırmak gerekiyor. Bunun önemli tarafı, bu duyguların yalnızca "iyiler" değil, "kötüler"de de hiçbir zaman tamamen yok edilemeyeceği ve bunun bize yeni bir düşünme ve eylem alanı açabileceği.


Kore'ye geri dönelim. Analiz yerine bazen duygular dedik...1999 yapımı Nane Şekeri (Peppermint Candy/박하사탕 Yön: Lee Chang-Dong), arka planda Kore'nin yakın tarihini vererek, başkahramının nasıl çarkların içinde devletin kötülüğünün esiri olduğunu anlatıyor ve bu çarkları neden kıramadığımız konusunda önemli ipuçları veriyor. Yalnızca Kore değil, Türkiye'nin yakın tarihinin, bir "kötü adam"ın gözünden anlatıldığı bu film, çarkların mekanizmalarından yayılarak sokaklara, oradan evlerimizin kapısından içeri girerek hepimizi kaplayan sisin içinde kaybolan, postalların ezip parçaladığı ama süpürüp tamamen temizleyemediği nane şekerlerinin masumiyetini anlatıyor; çünkü masumiyet, filmdeki şarkıda dendiği gibi, hiç kimsenin bilmediği ya da hepimizin unuttuğu bir sır bilir.

http://blog.daum.net/_blog/BlogTypeView.do?blogid=0FqBa&articleno=2651&_bloghome_menu=recenttext#ajax_history_home

"Ne yapacağım şimdi, 
bir anda çekip gittin.
Ne yapacağım şimdi, 
beni arkada bıraktın.
Hiç kimsenin bilmediği bir sır mı biliyordun?
O kadar şefkatliydin ki, 
bana bunu nasıl yapabildin?
Gitmiş olmana inanamıyorum,
Hoşçakallara inanmam.
Ne yapacağım şimdi?"

Spoiler: http://www.youtube.com/watch?v=yNOT4VQr3zg&stopthedamnautoplay=FLONx81fns8JlYxOih-NOqHw&index=1&feature=plpp_video

Cuma

Kötülüğü Anlamak II: Kötülüğe Övgü

Kötülüğü anlamak insanı anlamanın yarısıdır. Kötülük; karşıdakine zarar vermek amacıyla yapılan eylemin adıdır. Yani kötülük aslında yalnızca eyleme döküldüğünde gerçekleşmiş olur. Kötü olarak nitelendirdiğimiz insanlar artniyetli düşüncelere sahip oldukları için değil -ki böyle düşünceler istisnasiz her insanda ortaya çıkar- bu düşünceleri eyleme dökmekte sakınca görmemiş olmalarından kaynaklanır. Bu basit gerçeği baştan ortaya koyduğumuza göre, kötülüğün kendi kendine varolan bir 'şey' olmadığını teslim edebiliriz. Kötülük bir fenomen, kendini görünür kılan şeydir; ama bu fenomenin ardında yatan göze görünmeyen nedenler ve sonuçlar zinciri yatmaktadır. Heidegger'in verdiği örneklerden birini kullanmak gerekirse, kötülük; bir hastalığın göstergesi olan ateş gibidir, ama aslında hastalığın nedeni ateş değildir. Kötülük; bir takım yaşantılardan ve duygu durumlarından beslenen ve içimizdeki karanlık köşelerden arada sırada korkunç başını uzatarak yeryüzüne çıkan bir canavara benzetilebilir.. Günlük deneyimlerimiz göstermiştir ki, ne kadar bu canavarı saklamaya çalışırsak çalışalım, ya da Freudiyen bir tabirle ne kadar güçlü bir süperegomuz olursa olsun, o kendini şu ya da bu şekilde açığa vuracaktır.

Ancak kendi kendine varolan orijinal bir kötülük varsayımında bulunmak yanlış olacaktır kanımca. Evet, evrim kötü davranışları bugüne kadar elemediğine göre, bunların insanın hayatta kalma mücadelesinde bir yeri olduğu kesin. Antik Yunan mitolojisinde belirtildiği gibi, kötülüğün hiç olmadığı, henüz Pandora'nın Kutusu'nun açılmadığı, altın bir çağ diye bir zaman dilimi hiç olmadı. Aldatma, kandırma, hırsızlık ve öldürme gibi davranışlar sadece insanda değil, bir çok memeli türünde ortaya çıkar. Bu noktada biz insanlar yalnız değiliz. Ne var ki, bir eylemin kötülük olabilmesi için failin özbilinç sahibi olmasi şarttır. Bir aslanı antilopları avladığı ve öldürdüğü için kötü bir aslan olarak yargılayamayacağımız gibi, sözgelimi, bir bebeğin saçımızı çektiği için kötülük yaptığını söyleyemeyiz. Sonuçta, bir aslanda ya da bebekte artniyet denilen bir düşünce biçimi hayat bulamaz. Artniyet, artdüşünce ve bunların açığa çıkarıldığı kötülük eylemi yalnızca kendi edimleri üzerine düşünebilen, diğer bir deyişle, özdüşünümsel (self-reflexive) hareket edebilen belki de tek canlı olan (2 yaşını geçkin) Homo sapiens'e ait özelliklerdir. Dolayısıyla, kötü (ya da iyi) olabilen tek canlı da insandır. İyi ve kötü diye kategoriler yaratan, iyiyi öven, kötüyü yeren toplumsal bir düzen oluşturmaya çalışan insan -ki burada din kurumu üzerinde uzun uzadıya durulabilir- bu yüzden ahlaki bir varlık olarak tanımlanır. Şüphesiz ki, bir edimi kötülük olarak tanımlayabilmek için toplumsal ve tarihsel olarak ortaya konmuş bir ahlak çerçevesi gerekmektedir.


Buraya kadar herkes hemfikir herhalde. Peki kötülüğü anlamanın yolu nereden geçiyor? Madem kendi başına mutlak kötülük diye birşey yok, madem kötülük yalnızca bir sonuç, bize görünen olanın ardına nasıl geçeceğiz? Buzdağının suyun altında kalan bölümünü nasıl araştıracağız? Kanımca burada bol bol psikanalize başvurmak gerek. Kötülük denilen eylem biçimini yaratan ne de olsa kendine güvensizlik, korku, kıskançlık, çekememezlik gibi pek insanca duygular. Star Wars'da Darth Vader'in nasıl adım adım masum bir çocuk olmaktan çıkıp karanlık tarafa geçtiğini hatırlayalım. Darth Vader mutlak kötü değildi, hiçbir zaman da olmadı. Karanlık tarafa geçmesine neden olan şeyler içinde kötülüğün değil, korkunun ve kendine güvensizligin olmasıydı. Master Yoda bunu en başından itibaren sezmişti:

Yoda: Fear is the path to the dark side. Fear leads to anger. Anger leads to hate. Hate leads to suffering. I sense much fear in you.

Genç Anakin'in içindeki korku, onun rasyonel davranmasını engellemekle kalmadı, onu yöneten mutlak bir gücün ve nefretin esiri olmasına yol açtı. Anakin, kötü olduğu için karanlık tarafa geçmedi, içindeki korkuları yenemediği için karanlık taraf onu kölesi yaptı. Burada Anakin'e kızmaktan çok, acıyabiliriz ancak. Belki tüm kötülükler için bu geçerlidir. Kötülük yapan insana acımamız gerekir belki de, çünkü kimbilir içindeki hangi pek insancıl duygunun esiri haline gelmiştir. Dolayısıyla, dehşet eylemlerinden sonra söylemeye alışık olduğumuz 'bunu yapan insan olamaz' önermesini, 'bunu yapan ancak ve ancak insan olabilir' ile değiştirmemiz yerinde olacaktır. Sonuç olarak, kötülüğü anlamak için işe korkuyu anlamakla başlamamız gerekecektir.

Böyle bir kişilik için kötülük haz veren bir davranış şeklini almıştır. Kötülük yapmanın haz vermediğini söyleyecek durumda değiliz. Kötü karakterlerin çizgi filmlerdeki hain kahkahalarını anımsayın. Kötü adam kahkahası bir klişedir, bu kahkahalar kötülüğün yapıldığı anda duyulan hazdan kaynaklanır. Yaralı ve kendini eksik gören benliklerde kötülük yapmanın verdiği haz büyük olacaktır. Yine böyle insanlar iktidarı arzulayacak, mutlak güce tapacaklar ve diğer insanları kontrol altına almak isteyecekledir. Kanımca, tarihin 'büyük' kişilikleri (Napolyon, Cengiz Han, Stalin, Hitler gibi..) benzer kişilik bozuklukları ve ruhsal problemlerle boğuşan, kendisi çok acı çeken ve bu yüzden de acı çektiren zavallı insancıklardır. Bu insanların içinde asla dolmak bilmeyecek 'bir büyük boşluk' vardı. Mesela Hitler için, eğer ressamlıkla başarılı olabilseydi tüm bunların hiçbiri yaşanmazdı derler. Çünkü kötülük haz verse de, hiçbir zaman kendini ve dünyayı olduğu gibi sevmenin yarattığı dinginlik hissinin yerini tutamayacaktır. Bu son cümle beni iyilikle ilgili bir söz söylemeye itiyor. Kanımca, mutlak iyilik ya da iyi insan diye bir şey de yoktur. Kendini tanıyan, kendi eylemleri üzerine düşünen ya da klişe tabirle kendiyle barışık insan vardır. İyilik de bu duygu durumunun bir sonucu olarak ortaya çıkar sadece. Her insanda iyi ve kötü eylemlerde bulunma kapasitesi olduğu gibi, yine her insanda iyi ve kötü arasında seçim yapma kapasitesi de vardır. İyi ve kötü eylemlerimiz içimizdeki karanlığı ya da aydınlığı toplumsal ortama çıkarmanın yollarıdır sadece. Tıpkı Hegel'in bu blogdaki "Kötülüğü Anlamak" yazısında vurgulanan sözlerinde olduğu gibi, insanda hem gündüz hem gece halleri birarada mevcuttur. Geceyi tanımaktan ve onunla yüzleşmekten korktuğumuz sürece içimizdeki karanlık boşluk büyüyecek, korkularımız artacak, öfkemiz ve nefretimiz günyüzüne çıkarak içimizdeki aydınlığın yerini almaya başlayacaktır. O yüzden tüm masal kahramanlarının yaptığı gibi, mutlu sona ulaşmak için önce karanlık ve ürpertici yerlerden geçmeliyiz. Ve bu son söylediğimiz, bireyler için geçerli olduğu gibi, toplumlar için de geçerlidir. Bireyler kendi içlerinde bir yolculuğa çıkarlarken, toplumlar da kendi geçmişlerindeki karanlık köşelerle yüzleşmek zorundadır.

Bu pek meşakatlı yolculuğu başarsak da, unutmayalım ki, gecesiz gündüz, gündüzsüz gece olamaz. Kötülüğün olmadığı bir dünyada iyiliğin adı bile konulamazdı. Kimbilir, belki de Hölderlin'in pek incelikli sözü "tüm erdemlerimizin başlangıcı kötülüktedir" bu gerçeği anlatmak istiyordur (1).. Bu yüzden, kötülüğü meşru kılmaya gerek kalmadan, onun insanın (kendimizin) olmazsa olmaz bir parçası olduğunu peşinen kabul etmemiz gerekiyor. Kötülüklerin olmadığı bir dünya değil, kötülüğünün farkında olan bir insanlık hayaliyle..

(1) Hölderlin, Şiir ve Tragedya Kuramı. 2012. Notos Kitap.