Kültürü, insanın doğada varolanı dönüştürerek ortaya koyduğu herşey olarak tanımlayabiliriz. Materyal kültür, sosyal-kültürel davranışlar, gelenekler, inanışlar ve dil kültürün çeşitli parçalarıdır. Kültürel antropoloji ve arkeoloji kültürü inceleyen başlıca disiplinler arasında yer alır. Arkeoloji, aynı zamanda bir tarih bilimidir ve çok derin bir zamansal görüye sahiptir. İnsansıların ilk aleti ürettiği andan günümüze kadar olan süreçte insan edimlerini, insanın yarattığı çeşitli kültürleri materyal kültür öğelerinden yola çıkarak inceler. Bu milyon yıllık zamansal görüyle, insana dair birçok temel sorunun cevabını arkeolojik bulgulara dayanarak vermeye çalışabiliriz. İlk alet, ilk sanat, ilk inanış sistemleri, ilk kozmoloji, ilk çiftçiler, ilk kentler, ilk devletler, ilk imparatorluklar gibi insanın tarih boyunca ortaya koyduğu en büyük ve önemli kültürel ürünler arkeolojinin araştırma konularıdır. Arkeoloji kelimesi de buradan gelir zaten. Arkhe=ilksel olan, kökensel olandır; Logos ise bilim olarak çevrilebilir. İlksel olanı araştıran bilim dalıdır arkeoloji.
|
Kültürel evrimin başlangıç anını temsilen Kubrick'in 2001: Space Odyssey
(1968) filminden bir sahne. |
Arkeoloji, ilksel olanı belli yöntemler doğrultusunda araştıran bir bilim dalı olarak ilk ortaya çıktığı dönemden bu yana evrimsel düşüncenin yoğun olarak etkisi altında kalmış bir çalışma alanıdır. Bugünden geriye retrospektif bir şekilde baktığımızda, insanın çağdaş dünyasını ortaya çıkaran kültürel ve tarihsel süreçler nasıl ilerlemiştir? Arkeolojinin ve antropolojinin erken dönemlerinde araştırmacılar bu soruya yoğun olarak eğildiler. Evrim, zaman içinde sürekli değişim olarak tanımlanabileceği için, arkeoloji de insan kültürlerinin zaman içinde nasıl, neden ve hangi yönde değişimler gösterdiği üzerine araştırmalarını yoğunlaştırmıştır.
Evrimsel düşünce, aslında Charles Darwin ile başlamamıştır. Yeni Dünya’nın keşfi ile birlikte dünyanın başka yerlerinde farklı kültürel yapılara sahip ‘ilkel’ toplumların yaşadığı bilgisi ile Yakındoğu’daki erken medeniyetlerin ‘keşfi’Avrupalı gezgin ve araştırmacıların belleklerinde yer edinmeye başlar. Ticaret, politika ve sanayide görülen değişimler insan kültürünün statik (durağan) olmadığını, zaman içinde sürekli değişim gösterdiğini açıkça gözler önüne sermeye başlar. Sonuç olarak, 18. yy’da ünlü filozof Hegel, insanı tarihsel bir varlık olarak tanımlamıştı ve insanın insansı halinden bugüne kadar geçirdiği aşamaları kendi tarih kavrayışı ile açıklamaya çalışmıştı. Tarih yüzyılı olarak anılan 19. yy.’da ise insanlık tarihi genel hatlarıyla Avrupa-merkezci, telelolojik (ereksel) ve ilerlemeci bir bakış açısıyla incelenmiştir. Tabii burada Avrupa’nın kendisini diğer kültür ve medeniyetlerden üstün görme eğilimi ağır basar. Ekonomik bir düzen olarak köleliğin ve sömürgeciliğin hüküm sürdüğü 18-19. yylarda çizgisel ve ereksel tarih anlayışı diğer kültürlerin soyunun tükenmesinin ahlaki olarak yanlış olmadığı inancını güçlendirmekteydi.
Kültürel evrim düşüncesini ilk kullanan düşünürlerden biri Anne-Robert Turgot’dır. 1750 yılında yayınladığı ‘Dünya Tarihi’ adlı kitabında kültürlerin geçtiği aşamaları 3 aşamada incelemiştir:
1. Avcılık 2. Çobanlık, göçebelik 3. Çiftçilik
|
Nicholas de Condercet (1743-1794) |
Condercet, göçebe ve avcılık-balıkçılık ile uğraşan küçük toplumlardan başlayarak Fransız İhtilali’nin yaşandığı döneme kadar insanın sürekli mükemmelleşmekte olduğunu savunan bir tez önerir. Tipik bir aydınlanma düşünürü olan Condercet insan aklının evrenselliğine vurgu yaparak, artık tüm insanlığın aydınlık bir geleceğe doğru yol alacağını belirtmiştir. İşin ironik yanı, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik fikirleriyle donatılmış Fransız İhtilali’nin kuramcılarından ve önemli destekleyicilerinden biri olan Condercet, devrim tarafından hain ilan edilip hapse atılmış ve yaşamını hapiste kaybetmiştir.
Yine 18. yy sonu ile 19. yy’da çizgisel ve ilerlemeci, insanlığın gittikçe mükemmelleştiğini varsayan kültürel evrim şemaları farklı düşünürler tarafından ortaya konmuştur.
Kültürel evrim deyince ilk akla gelen insanlardan birisi Lewis Henry Morgan. Morgan, insanlığın geçirdiği kültürel aşamaları çizgisel ve hiyerarşik bir anlayışla sıralamıştır. Morgan’ın kültürel evrim kuramı kendi zamanındaki bilgileri harmanlayarak yepyeni bir tarih bilincinin doğmasına neden olmuştur. Morgan, 1877 tarihli ‘Ancient Society’eserinde yıllar içinde topladığı etnografik ve arkeolojik verileri harmanlayarak toplumların geçirdiği evrimi aile, devlet ve özel mülkiyet çerçevesinde detaylı olarak inceler. Zaten onun fikirleri Marx ve Engels’in ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ (1884) adlı çalışmasını temelden etkilemiştir. Kendi materyalist tarih anlayışını Klasik, Ortaçağ ve modern toplumlarda inceleyen Marx, kuramını yazısız toplumlara uygulamak istediğinde, kendisi yeterli arkeoloji ve antropoloji birikimine sahip olmadığı için, Morgan’ın çalışmasına dönmüştür. Ne var ki, üç aşamaya ayrılmış olan bu kültürel evrim kuramının en çok eleştirilen ve problematik yönü çizgisel bir gelişim şemasına ve ilerleme nosyonuna sahip olmasıdır. Morgan’a göre tüm insanları aynı kaderde birleştiren nokta onların istekleri ve insan aklının ortak çalışma biçimiydi. Tüm insanlık tek bir kökende birleşir. Morgan (1985 (1877): xxx) kitaba girişinde bu fikri şöyle ifade eder:
“The history of the human race is one in source, one in experience, and one in progress.”
|
Lewis Henry Morgan |
Morgan’ın kültürel evrim şemasına kısaca göz atalım: Üç aşama, kendi içinde üç gelişim aşamasında incelenir. Yabanıllık, Barbarlık ve Uygarlık. Yabanıllığın ilk aşamasında insanların ilkel barınaklarda yada ağaçlarda yaşadığı ve doğadan topladığı yemiş ve köklerle beslendiği öngörülür. Orta aşamada ateş kullanılmaya başlar ve balık tüketimi ilk defa ortaya çıkar. Morgan’a göre bu dönem Paleolitik Dönemdir, kabaca yontulmuş taşlar ve cilasız taş aletler görülür. İnsanlar dünyanın bir çok bölgesine yayılırlar. Yamyamlık bu aşamada ortaya çıkmış olmalıdır. Morgan’a göre Avustralya ve Polinezya yerlileri halen bu aşamada yaşamaktadırlar. Yabanıllığın üst aşamasında ok ve yay kullanımı başlar, cilalı aletler üretilir. Bazı Amerikan yerlileri bu aşamaya aittirler.
Barbarlığın aşağı aşaması çömlekçilik ile başlar. İlk olarak hayvanlar ve bitkiler evcilleştirilir. Doğal olarak farklı kıtalardaki toplumlar farklı bitki ve hayvanları evcilleştirmişlerdir. Barbarlığın orta aşamasında evcil hayvanlar yetiştirilir, sürüler oluşturulur, Aryen ve Semit halkları bu aşamaya aittirler. Barbarlığın üst aşamasında demir madeni (demirden saban) ve yazı kullanılmaya başlanır. Demir sabanın, balta ve bel kullanarak geniş tarım arazileri oluşturuldu, nüfus arttı, merkezi yönetimler ortaya çıktı. Homer Dönemi Yunan dünyasını bu aşamaya dahil eder Morgan. Medeniyet ise Antik Yunan ve Romalılar ile özdeşleştirilmektedir. Bu aşama ile birlikte –özellikle yazılı kaynakların ortaya çıkışıyla birlikte- uygarlık ortaya çıkar. Bugüne kadar gelinen süreç budur.
Tarihsel düşüncede Teleoloji olarak tanımlanan ve önceden belirlenmiş bir ereğe yönelen kültür anlayışı farklı kültürler arasında hiyerarşik bir düzen ortaya çıkmasına neden olmuştur. Morgan’ın anlayışına göre, tüm kültürler aynı aşamalardan geçerek medeniyet denilen en üst aşamaya ulaşacaklardır. Böyle bir yaklaşımda rastlantısallık ve olumsallık ilkelerine yer yoktur. Halbuki biyolojik evrim tam da bu ilkelere bağlı olarak gelişir, biyolojik evrimin ulaşacağı bir erek olamayacağı gibi, kültürel evrimin ya da tarihin de ulaşacağı önceden kestirilebilen bir amaç olamaz. Görülüyor ki, döneminin ilerlemeci, çizgisel ve ereksel tarih anlayışından beslenmiş olan Morgan, kültürlerin geçeceği aşamaları tanımlarken kültürlerin kendine özgülüğünü ve biricikliğini, kültürlerin çeşitliliğini, kültürel değişimin önceden kestirilemezliğini gözardı etmiştir. Şüphesiz bu bakış açısının arkasında Avrupa-merkezci bir ideolojinin yattığını görmek gerekir. Sözgelimi, Avustralya’da yaşayan aborjinlerin Morgan’ın tanımladığı aşamalardan tek tek geçip Batı medeniyeti’nin özelliklerine kendiliklerinden kavuşacağı düşüncesi bugün bize absürd gelmektedir. Gerçek şu ki, ne kadar zaman geçerse geçsin, Avustralya yerlilerinin kültürel değişimleri sonucunda böyle bir medeniyeti kuracaklarını söylemek, tarihe öznel bir amaç ve değer yüklemek olacaktır. Dolayısıyla, tarih/kültürel evrim çizgisel gelişen bir olgu değil, çok-çizgili bir süreçtir. Her toplum yada kültür kendi tarihini yaşar, oluşturur, geliştirir. Kültürel evrimde ulaşılacak nihai bir erek/nokta yoktur. Bu anlamda kültürel evrim biyolojik evrimle benzeşmektedir.
Tam da bu nedenlerden dolayı, 20. yy'ın başından itibaren kültürel evrim düşüncesi giderek önemini kaybetti, hatta kültürel evrimden bahsetmek eski moda, küçümsenecek bir uğraş olarak algılandı. Bu dönemle birlikte hem arkeolojide hem de antropolojide farklı paradigmalar ortaya çıktı. Mesela Franz Boas’ın başını çektiği bir ekip ‘Kültürel Görelilik’ (Cultural Relativism) okulunu kurdular. Bu yaklaşıma göre, kültürler birbirleriyle hiyerarşik bir düzende karşılaştırılamazlar, her kültür değerlidir, her kültür insanın kendini bir dışavuruş biçimini yansıtır. Hiçbir kültür diğerinden kültürel yada ahlaki olarak üstün değildir. Dolayısıyla farklı kültürleri birbirleriyle bu şekilde karşılaştırmak ve yargılamak yanlıştır. Antropolojide daha sonraki yıllarda Malinowski ve Radcliff-Brown ile gelişen İşlevselcilik (Functionalism) akımı ortaya çıkar. Bu akımda, kültürlerin zaman içinde gösterdikleri değişim değil, kültürün işleyiş mekanizmaları araştırılır. Kültür farklı işlevlere sahip parçalardan oluşan bir bütündür, her parça bütün ile ilişkidedir ve parçalardan birinde görülen değişim kültürün diğer parçalarını da etkiler ve bütün değişir. 1970’lerde Levi-Strauss ile şekillenen Yapısalcılık (Structuralism) akımı yine zamansal değişimi ve kültürel evrim düşüncesini araştırmanın merkezine almaz.
|
Leslie White (1900-1975) |
1950-60’lı yıllara geldiğimizde kültürel evrim düşüncesinin Amerikan antropolojisinde tekrar canlandığına tanık oluruz. Yeni-Evrimcilik (Neo-Evolutionism) olarak nitelendirilen bu akım materyalist dünya görüşüne sahiptir ve Morgan’ın 100 yıl önce ortaya koyduğu çizgisel kültürel evrim modelinden farklı özellikler gösterir. Bu döneme ait iki önemli figüre kısaca göz atabiliriz: Leslie White ve Julian Steward.
Leslie White, insan davranışların belli şablonlar gösterdiğine karşı güçlü bir inanç taşıyordu ve döneminde ABD’de görülen teknolojik ve ekonomik gelişmeler etkisinde, kültürlerin itici gücü olarak teknolojiyi benimsemişti. Ona göre kültürler termodinamik sistemler olarak çalışıyordu. Hatta Kültür= Enerji X Teknoloji gibi bir denklem bile yaratmıştı. Daha sonra arkeolojide Meggers tarafından bu denklem Kültür = Çevre X Teknoloji olarak değiştirilecekti. Teknolojideki değişimin ve gelişimin kültürün diğer sistemik parçalarına etkisini göstereceğini ve kültürel değişimin bu şekilde ortaya çıkacağını varsaymaktaydı. Her ne kadar tüm kültürler için tek bir gelişim şablonu önermese de, genel olarak kültürlerin teknolojik-belirlenim ile değiştiğini savunmaktaydı. White’ın modelinde doğal çevre, kültürlerarası etkileşim, insan davranışlarının çeşitliliği gibi kavramlar rol oynamadığı için bugünkü bakış açımızla teknoloji-odaklı kültür anlayışının indirgemeci olduğunu söyleyebiliriz.
Julian Steward, doğal çevrenin kültürler üzerinde belirleyici bir etki yaptığını savundu. Steward’a göre, benzer ekolojik ortamlarda yaşayan toplumlar benzer kültürlere sahip olacaklardır. Bir kültürün çekirdeğini (Cultural Core) beslenme ve geçim ekonomisi oluşturur. 1955 yılında yayınlanan “Theory of Culture Change: Multilinear Evolution Methodology” kitabında kültürel evrimin kültürlerin çeşitliliğinden dolayı bir ağaç gibi şekillendiğini gösterir. Steward bu görüşleriyle Marvin Harris, Eric Wolf, Marshall Sahlins ve Elman Service adlı Amerikalı antropologları ve Avustralyalı arkeolog Gordon Childe’ı oldukça etkilemiştir. Ancak Steward, ekoloji ve doğal çevreye çok fazla ağırlık vererek, yine kültürleri tek-nedensellikle açıklamaya çalışmış, böylece indirgemeci olmaktan kaçamamıştır.
1960’larda her ne kadar Morgan’ın çizgisel evrim düşüncesi şekil değiştirmiş olsa da, toplumların kaçınılmaz olarak teknolojik ilerleme gösterecekleri ve bugünün karmaşık toplumlarının kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağı düşüncesi halen ağır basmaktadır. Sözgelimi, Elman Service’in sosyal evrim modeli çizgisel bir bakış açısıyla tüm toplumların geçireceği aşamaları şöyle sıralamaktaydı: Oba, Kabile, Beylik ve Devlet. (Band, Tribe, Chiefdom and State).
Sonuç olarak, 1950-1960’lardaki kültürel evrim anlayışı insan davranışlarının evrensel olarak belli formların dışına çıkmadığı varsayımına dayanarak, insanlık tarihinin akışını belli şablonlar içinde açıklama amacıyla hareket etmiştir. İnsan kültürünün etkisi altında kaldığı ana etmenler olarak ekoloji yada teknoloji fazlasıyla ön plana çıkarılmış; buna karşın, kültürü değiştirmekte bireylerin yada toplumsal yaşamın pasif bir rol oynadığı önerilmiştir. Bu nedenlerle, dönemin kuramları kültürel değişimi indirgemeci olmaktan kaçamayan yaklaşımlarla değerlendirilmiştir.
Son olarak, 1980’lerden itibaren, post-modern düşünce akımının etkisiyle yorumlayıcı arkeoloji/antropoloji ortaya çıkar. Olgusalcılığa (pozitivizm) kesin olarak karşı çıkan bu akımda bilim insanları özdüşünümsel (self-reflexive) olmalı ve öznelliklerinin farkına varmalıdırlar. Kültürler nesnel olarak bilinemezler, her kültürü okuyabiliriz, her okuma bir yorumdur, bilim bu okumalardan sadece bir tanesidir ve diğer okumalardan daha üstün değildir. Post-modernist düşünce bilimdeki güç ve hiyerarşi ilişkilerini ortaya çıkararak, bilim insanlarının daha özeleştirel ve eleştirel olmasını sağlamış olsa da, her kültürü kendi içinde değerlendirdiği ve nesnel olduğunu iddia eden okumalara inanmadığı için insanlık tarihinin geneli üzerine değerlendirmeler yapmaktan kaçınmıştır. Dolayısıyla kültürel evrim düşüncesi ile hep sorunlu bir ilişkisi olmuştur. 2000’li yıllarla birlikte post-modern düşünce yoğun ve baskıcı etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başlamış, Dawkins’in mem kavramı, genetik araştırmaların yoğun etkisi ve kültürel değişim üzerine Richerson ve Boyd’un yürüttüğü yeni çalışmalar sayesinde, son yıllarda ise kültürel evrim düşüncesi ‘biyo-kültürel evrim’ kavramı altında yeniden arkeolojiye geri dönmeye başlamıştır.
Biyo-kültürel Evrim düşüncesine göre insanın tarihsel ve toplumsal gelişiminin anlaşılmasında ne biyoloji ne de kültür tek başına her şeyi açıklamaya yeterlidir. İnsan, hem biyolojik kapasite ve özelliklerinin hem de yarattığı kültürün etkisiyle evrilen bir canlıdır. Biyolojik ve kültürel evrim birbirlerini pozitif olarak besleyerek gelişirler. İnsan davranışlarını, kültürünü, yaşayışını sadece biyolojiye ya da kültüre indirgemek yanlış bir yaklaşımdır. Richerson and Boyd kültürün biyolojik evrim üzerine yaptığı somut, gözlemlenebilir etkilerden yola çıkarak biyo-kültürel evrim anlayışını ortaya sürmüşlerdir. Richerson ve Boyd’a göre, tek başına genlerin nesilden nesile aktarımı insanın evrimini anlamak ve açıklamak için yeterli olamazlar. Kültürler, belli insan gruplarının edindiği düşünme, davranış biçimleri ile ahlaki değerleri kendinde toplar ve dolayısıyla bazı kilit insan davranışlarını ve psikolojisini etkileyerek biyolojik evrime de yön verirler.
Örnek vermek gerekirse, bugün dünyadaki insanların büyük bir çoğunluğunun süt ve süt ürünlerini tüketemediğini biliyoruz. Esasında bir memeli olan insan, yalnızca 2 yaşına kadar sütü sindirmesini sağlayan laktaz enzimini salgılar, daha sonraki dönemlerde bu enzim vücutta salgılanmaz ve yetişkinler bu nedenden dolayı süt içindeki laktozu sindiremezler, bu da insan vücudunda çeşitli rahatsızlıklara neden olur. Sözgelimi, dünyada halen yaşamakta olan avcı-toplayıcı toplumların hiç biri sütü sindiremez. Benzer olarak, Güneydoğu Asya ve Afrika toplumlarında da süt sindirimi oldukça düşük düzeylerdedir. Buna karşın, Avrupa kökenli toplumlarda süt ve süt ürünleri yetişkinler tarafından rahatlıkla tüketilir. Bunun nedeni ne olabilir? Bu durumun kültürel ve tarihsel bir açıklaması var. Süt sindirimini sağlayan laktaz enzimi genetik bir mutasyon olarak insan toplumlarında yer alır, ancak populasyon içinde yayılması için başka bir etmene gerek vardır. Ancak evcil sığır, koyun ve keçiye sahip hayvancılıkla uğraşan toplumlarda, sütü sindiren bireyler daha sağlıklı olacakları ve nesillerini daha iyi devam ettirebilecekleri için bu genin toplum içinde yayılma şansı artar.
|
Dünyada laktoz intoleransı olan toplumları gösteren harita. Avrupa'da bu sayı çok düşükken, Afrika, G. Amerika ve Çin'de çok yüksek. Yani Çin'de çok az yetişkin süt içebilir! |
|
|
Bilindiği gibi, sığır, keçi ve koyun Neolitik Dönem’in erken aşamalarında (MÖ 9000-7500) Güneybatı Asya’da (büyük olasılıkla Güneydoğu Anadolu’da) ilk olarak evcilleştirilmiş önemli besi hayvanlarıdır. Bu hayvanların evcilleştirilmesi demek, hayvanların genetik, morfolojik ve davranışsal olarak farklılaşması ve insana bağımlı hale gelmesi anlamına gelmektedir. İnsanlar, sözkonusu hayvanları artık avlamayı bırakarak, onları yerleşmelerinde tutmaya başlamışlar, hayvanların çiftleşmelerini kontrol altına almışlardır. Böylelikle, zaman içinde yabani atalarından oldukça farklı olan evcil sığır, koyun ve keçiler ortaya çıkmıştır. İnsanların bu hayvanların yalnızca etinden faydalanmadıkları ortadadır, zaman içinde, hayvanların ikincil ürünleri de toplumda yoğun olarak tüketilmeye ve kullanılmaya başlar. Bu ikincil ürünler içinde en öne çıkanlardan biri süttür. İnsanın kendine önemli bir kalsiyum girdisi sağlamasına yol açan hayvansal sütün ve yan ürünlerinin (tereyağı, yoğurt, peynir gibi) üretilmesiyle insan toplumlarının daha sağlıklı bir şekilde neslini devam ettirdiği görülür. Sütü sindiremeyen bireylerin sayısı toplum içinde gittikçe azalacaktır. Dolayısıyla bugün Avrupa ve Akdeniz toplumlarında süt ve süt ürünlerinin kolaylıkla tüketilmesinin arkasında Neolitik Dönem’de sığırın evcilleştirilmesi yatmaktadır. Kültürün biyolojik evrimi nasıl etkilediğini göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir bu. Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. İnsanın kafatasının büyümesi, 20’lik yaş dişlerinin işlevini yitirmesi, doğum oranlarının Avrupa’da azalması, obezitenin Batı toplumlarında artışı gibi biyolojik ve kültürel gelişmeler birbirlerini sürekli beslemektedir. Dolayısıyla, insanın biyolojik evrimini kültürel evrimi dışarıda bırakacak şekilde anlamaya çalışmanın yanlış olacağı görülecektir.
Sonuç olarak, kültürel evrim düşüncesinin Avrupa’da 18. yüzyıl ile birlikte ortaya çıktığını görmekteyiz. Bugüne kadar olan süreçte, bu düşünce de kendi içinde bir evrim geçirmiştir. Bugün gelinen noktada biyo-kültürel evrim düşüncesi tek başına biyolojik ve kültürel evrim düşüncesinin önüne geçmektedir.