Eliot tehlikesiz ama trajiktir. İç dünyasında kendi kuraklığı ile karşılaşmıştır. Daha da kötüsü, kendi kuraklığındaki her bireyin aslında bizzat bu çorak ülkenin çorak deneyimlerinde buluştuğunu fark etmiştir. Trajik olan, kendi iç dünyasının yalnızlığına mahkum olan her bireyin aslında aynı hapishanenin farklı koğuşunda olması ve bunun fark etmemesidir. Deneyimler, insanın insana ve eşyaya hakimiyetini en üst düzeye çıkarabilmek için çoraklaştırılır. Çorak deneyiminde insan, yalnızca görülenin ve bilinenin izine, yalnızca gördüğü ve bildiği (gösterildiği ve öğretildiği) yoldan gider. Bunun sonucunda insanların deneyimleri birbirine benzemeye başlar; kalabalıklar çeşitliliğin değil, kuru ve tekdüze bir alışkanlığın biçimine dönüşür. Deneyim kuraklaştıkça ve başkalarıyla aynılaştıkça geriye kalan, herkeste ortak olan deneyimlerin yapay yansımasıdır. Bu minimum düzeydeki ortak deneyimler ölümlülüğün verdiği keder ve dünyadaki varlığımıza dair genel geçer bir yanıt bulamamanın verdiği anlamsızlıktır. Ne tesadüftür ki, iki deneyim de Çorak Ülke’nin baş konularındandır. Bu iki deneyimin acımasız içeriği, insana bir avuç tozda bile korkuyu gösterir. İronik olan, modernitenin aslında her şeyi bilinebilir ve kontrol altına alınabilir yapmak için, yani maksimum kazanç içinde korkudan tamamen arınmak için insanları ve eşyaları tarihsizleştirip adlandırırken geriye kalan en temel ortak paydanın saçtığı dehşetin esiri olmasıdır.
Çorak deneyimlerin sunduğu dipsiz korkulardan kurtulmanın iki yolu vardır: ya ölümsüz kraliçe Metafizik’in modern tezahürleri olan astrolojiye, mistizme, okkültizme dönülüp bu çoraklık yapay bir şekilde yeşertilir (T.S. Eliot ve birçok modernistin kapıldığı gibi), ya da, çok daha radikal bir biçimde, geriye kalan son ortak payda olan ölümlülük ve anlamsızlık (yukarıda belirtildiği gibi, bireysel yaşantının anlamsızlığından çok, genel bir Niçin? sorusuna verilecek bir pozitif bir cevabın olmamasının getirdiği metafizik bir anlamsızlık), toplu bir biçimde yok etmek ya da yok olmak suretiyle alaşağı edilmelidir. Avrupa’nın iki dünya savaşıyla yaşadığı ve yaşattığı cehennemin önemli nedenlerinden biri de işte bu çorak deneyimlerdeki ortak paydaların ortak idealler ve ülkülerle tek bir sese dönüşmesidir. Elbette bu savaşlar esas olarak çok boyutlu ekonomik ve sosyal nedenlerin sonucudur ve milyonlarca insan bu bahsettiğimiz deneyimlerin çoraklığını bile yaşayamadan ölmüştür. Yine de, iki savaşın ortak özellikleri olan gönüllülük, toplu kimlik ve toplu imha gibi yönler, bahsettiğimiz çorak deneyimlerin içeriğine uymaktadır. Aradaki bağı açığa çıkarabilmek için çorak deneyimden neyi kastettiğimizi biraz daha açalım.
Öncelikle, burada kullandığımız çerçevede deneyim, görmüş geçirmişlik değil, görme biçimi ve tarzı anlamındadır. Bu anlamda deneyim, görülen şey ile gören kişinin o şeye uygun kavramının örtüşmesiyle oluşur. Çorak deneyim, kavramla, kavramın nesnesi arasında dolaysız bir ilişki kurulması demektir. Kavramla nesne arasındaki tüm tarihsel, olumsal ve geçici unsurların bir kenara bırakılması sonucu kavramın nesneye doğrudan müdahalesiyle elde edilen bir deneyim ve yargı biçimidir. Belki pozitif bilimlerin kimi yöntemlerinde etkili olabilecek bu tarz, sosyal yaşantıda kör düşünceye yol açar.
Nesne ve kavram arasındaki dolaysız ilişkiye politik alandan bir örnek, eşyaların düzeninin salt ideolojik kavramlara göre belirlenip şekillendirilmesidir; tıpkı Nasyonal Sosyalist Almanya’da doruk noktasına çıkan estetik ideolojide olduğu gibi. Mimari yapıların, şehir planlamaların, sanatsal yapıtların belirli ideolojik kavramlara göre projelendirilmesi ve üretilmesi buna tipik bir örnektir. Dolaysız ilişkiye verilecek diğer örnek bireysel düzlemdedir. Kişinin, karşılaştığı bireyleri, algıladığı eşyaları kendisinde hakim olan kavramsal çerçeveye oturtması ve doğrudan kavramsal çerçevenin sunduğu görüntüyü deneyimleyip hissetmesidir. Eşyanın veya bir olayın tepkisel yorumlanmasını içerir. Bu dolaysız ilişki, en çok acil ve tehlike içeren durumlarda işe yarar. Örneğin vahşi bir hayvanın saldırısında oturup analiz etmek yerine tepkisel olarak kurulan saldıran hayvan-kaçıp uzaklaşma örtüşmesine uymak gerekir.[1] Bu açıdan çorak deneyim, yani nesne ve kavram arasındaki dolaysız örtüşmeyle oluşan deneyim, omuriliksel bir deneyimdir aynı zamanda. Ancak omuriliksel olması, bu deneyimin ve tepkinin ilkel ve içgüdüsel olduğu anlamına gelmez. Bebeklikten itibaren başlayan eğitim, insana eşyaları nasıl kavraması gerektiğini öğretir; omuriliğine şırınga eder. Bu eğitim, genel ve milli bir eğitimse, verilen omurilik tepkisi de bireysel değil toplumsal bir tepkinin yansımasına dönüşebilir. Bu tepki kalıcı hale geldiğinde; kişiler, gruplar, kurumlar ve eşyaların düzeni sadece hakim ideolojik kavramların çerçevesinde belirlenmeye başlandığında, bireyler arasında ve bireyle ideoloji arasında belirli bir uyum meydana gelir. Bu uyumun İkinci Dünya Savaş’ı öncesinde ve sırasındaki adı Nasyonal Sosyalizm’dir.
İşte Eliot’ın tehlikesiz kahinliği ve trajedisi, Avrupa’daki bu çoraklaşmayı sezip onu aktarmaya gücü olmamasında ve bu yüzden onu –aslında kendi niyetini- serapsı imgeler ve karmaşık tekniklerle örtmeye çalışmasındadır. Hemen bir not düşmek gerekirse: tehlikesiz şair kötü, tehlikeli şair iyidir çıkarımı yanlıştır. Her şeyden önce, tehlikeli şair, çorak deneyimlerin her yeri kapladığı dönemlerde ortaya çıkamaz. Gerçi şair bu çoraklığı sezer ve bundan acı duyar, ama çorak deneyimlerin uyumunu bozacak gücü yoktur. Şairin muhtaç olduğu güç, söyleyeceği tehlikeli sözün arkasında duracak bir toplumun varlığında yatar. Platon’un Devlet’ini tedirgin edecek ya da Weber’in Demir Kafes’ine çomak sokacak olan tehlikeli şair, aynı zamanda toplumsal umudun olduğu dönemlerin şairidir. İnsanların taşıdığı çeşitli umutların rüzgarını arkasına alarak gücünü gösterir tehlikeli şair. Nazım Hikmet tehlikeli bir şairdir. Bu tehlikeliliğin bedelini hayatı boyunca ödemiş ve aynı Platon’un onaylayacağı biçimde ülkesinden sürülmüştür. Yine de Nazım Hikmet’in arkasında umudun rüzgarı vardır. Eğer böyle bir rüzgar yoksa, tehlikeli söz söze dökülmeden kurur. Çorak topraklarda bu rüzgar esmez. Tehlikeli sözü ele almak tekil kişilerin düşünsel mücadelesine kalır. Ama omuriliğin tepkisi tekil düşüncenin tekinsiz dolaşımına tahammül edemediğinden, o düşüncenin fiziksel sahibine saldırır. Bu yüzden bu tür dönemlerde, çoraklıktan endişe eden ve düşüncesiyle bu çoraklığa bir tezat oluşturan tekil kişiler her zaman büyük tehlike altındadır. Bu tekil kişilerin trajedisine en iyi örneklerden biri sanırım Walter Benjamin’in ülkesinden kaçış öyküsüdür. Fiziksel varlığı son derece kırılgan, narin ve hastalıklı olan Benjamin’in olağanüstü bir gözlem yeteneğiyle bürülü düşünsel varlığı, her tarafı saran kuraklık için büyük bir tehlikedir.
Nasyonal Sosyalizm’in dehşetinden kaçmaya çalıştığı yolculuğun sonlarında Benjamin’e, direnişin önemli isimlerinden Lisa Fittko rehberlik etmişti. Benjamin’in ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra o yolculuğu kaleme alan Fittko şöyle bir anekdotu anlatır: İspanya sınırına yolculuğun sonlarına doğru grubun içme suyu biter. Kalbinden rahatsız olan Benjamin, bir su birikintisi kenarında dinlenirlerken yerde birikmiş sudan içmesi gerektiğini, yoksa yola devam edemeyeceğini söyler. Suda, o yollarda daha önce birçok kişiye rehberlik etmiş olan Fittko’nun bildiği üzere tifo mikrobu vardır. Benjamin’e, suyu içerse öleceğini, sınıra çok az kaldığını ve dayanması gerektiğini söyler. Benjamin şöyle cevap verir: “Evet, belki. Ama anlamalısınız: olabilecek en kötü şey sınırı geçtikten sonra ölmemdir. Ama sınırdan sonra Gestapo beni yakalayamaz ve böylece elyazmaları emniyette olur.” Benjamin için ölmenin, sınırı geçmenin yanında bir önemi yoktur; yanında taşıdığı büyük siyah çantanın içinde kendisinden de önemli elyazmaları vardır ve çantanın emniyeti sınırı geçmelerine bağlıdır. Benjamin sınırı geçer ama sır bir şekilde ölür. Bir rivayete göre, İspanyol yetkililerin geri gönderme tehdidi üzerine intihar eder. Diğer bir rivayet ise Stalin’in ajanları tarafından öldürüldüğüdür. Ölümünün nasıl olduğundan çok, Benjamin’i asıl üzen sanırım büyük siyah çantayla beraber içindeki elyazmalarının da kaybolması olmuştur. Karanlık büyük bir zafer kazanmış ve fiziksel varlık ile düşünsel varlık aynı anda yok edilmiştir.
Karanlığın bu tip zaferler kazanmasını mümkün kılan, tehlikeli şairlerin çıkmasına izin vermeyen dönemlerdir. Toplumun gücünü arkasına alamayan şair gücünü gösteremez. Toplum çoraklaştıkça, bu çoraklığın tehlikesini sezen düşünürler de düşünceleriyle birlikte toplumun bataklıklarına gömülmek zorunda kalırlar. Çoraklaşan toplumu ne şairler ne de tekil kişilerin düşünsel mücadelesi kurtarabilir. Toplumu çoraklıktan kurtaracak olan; tıpkıbasım deneyimlerin verdiği sahte uyumu bozmaktan korkmayan, kendi çeşitliliğinin farkına varan, kendi imgesinden korkan ergenlikten kendi imgesi üzerine düşünen erginliğe geçen, şairini ve düşünürünü koruyarak ön saflara sürmekten çekinmeyen toplumun yine kendisidir. Benjamin, düşüncesinin hayatta kalabilmesi uğruna kendini hiçe sayabildi; ama fiziksel varlığı düşüncesi uğruna hiçe saymak ancak o düşüncenin fiziksel sahibine ait bir haktır. Başkasının fiziksel varlığını düşünsel etkinliği yüzünden bütün toplumun önünde hiçe sayabilmek, deneyimlerin kuraklaştığı çorak ülkelere özgüdür.