Pazar

Gerçek İslam

Sık kullanılan bir söz: "Her işte bir hayır vardır." Genellikle teoloji kökenli bu kaderci deyiş, her şeye gücü yeten mükemmel Tanrı'nın istese dünyadaki kötülüklere izin vermeyeceğini, ancak bizim akıl kapasitemizin algılayamayacağı büyük bir planı olduğu için, bize kötü gelen şeylerin bu tanrısal planda bir anlamı olduğunu söyler. Bu, aslında kötülüğün "gerçekten" olmadığı anlamına gelir. Kötülük bir amaca hizmet eder, amacı insan kavrayamasa da. Pek masum değildir bu deyiş. Birincisi, kötülük meşrulaşır, daha yüksek bir ülkü adına yapılan kötü eylemler haklı çıkarılabilir. İkincisi, insan bir araç haline gelir. İnsanın eylemleri nihayetinde yüksek bir amacın aracıysa, insanın zihinselliği ve eylemselliği de bir araçtan başka bir şey olmaz. Buna bağlı olarak, insanın, başta iyi ve kötü arasında olmak üzere, herhangi bir özgür seçim olasılığı ortadan kalkar. İnsanın özgür olarak yaptığını düşündüğü seçimler ve eylemler, hiçbir zaman gerçekten kendisinin değildir. Netice her zaman "Allah'ın takdiridir."



1785 yılında Alman filozof Jabobi'nin o dönem Almanya'da popülerleşmeye başlayan Spinozacılığı eleştirdiği kitapla patlak veren panteizm tartışması, önemli ölçüde Tanrı ve insanın ilişkisi bağlamında özgürlük sorununu ve iyilikle kötülüğün özgürlükle ilişkisini kapsar. Almanya'daki hemen hemen tüm filozofların katıldığı ve yıllar süren bir tartışmaya dönüşen bu süreç, abartmadan söylenebilir ki, bugünkü özgürlük, bireysellik, iyilik ve kötülük tartışmalarının felsefi temellerini atmıştır. 

Özet olarak Jacobi, Spinozacı panteizmin, Tanrı ve başta doğa olmak üzere her şeyi -bir- olarak düşündüğünü, bunun da zorunlu olarak materyalizme ve sonunda ateizme götüreceğini iddia etmiştir. Panteizmin popülerleşmesinin aydınlanmanın akılcılığıyla ilgili olduğunu eklemiştir; akıl yerine mutlak inancın yeniden temel alınması gerektiğini söyler. Başta Kant olmak üzere, Jacobi, Alman idealistlerinden ve hatta Romantiklerden art arda darbeleri yemiş, sonuçta asıl niyetinin tam aksine, bir yandan rasyonalizmin serpilmesine diğer yandan idealizmin özgürlükçü materyalist temellerinin atılmasına yol açmıştır. Bu eleştirilerin hepsinin olmasa da çoğunun ortak özelliği, insan aklını ve özgürlüğünü savunmaları olduğu söylenebilir. Bu eleştirileri yapan insanlar da öyle din düşmanı filan değildir, hatta bazıları insanları Hristiyanlığı özgürlüğün dini olarak yeniden düşünmeye çağırmaktadır. İnsan eğer Tanrı'nın bir suretiyse, eylemlerinden de sorumlu olmalıdır. Kabaca söylenirse, insanın gerçek özgürlüğü, aklının göstereceği yolda doğru ve yanlış, iyi ve kötü arasında seçim yapabilme yetkinliğindedir. Daha önceden Tanrı tarafından belirlenmiş olan ve insanın anlama kapasitesinin dışındaki ilahi bir plan görüşü hem insan özgürlüğünü yadsımaktadır hem de insanın haysiyetine aykırıdır. İnsanın haysiyetine aykırı olan bir şeyi Tanrı'nın onaylaması ise çelişkilidir. O halde "gerçek" Hrıstiyanlık, en başta özgürlüğün teminat altına alınmasıyla mümkün olur. Elbette Hrıstiyanlık dini adına sürüsüne bereket kötülük yapılmış ve insanlar birbirini kıtır kıtır kesmiş olsa da, 18. yüzyıl sonunda ve 19. yüzyıl başında süregelen panteizm tartışmasında dile getirilen şeyler acaba bugün Müslüman camiada dile getirilebilir mi? "Gerçek İslam" konusu, hem Türkiye'de boğuculuğunu arttıran siyasal İslam hem de Işid gibi örgütlerin İslam adı altında yaptığı vahşet yüzünden gündeme geldiğinden, meşru bir soru bu.

Lafı dolandırmadan şunu söylemeli önce: Bir şey nasıl pratik ediliyorsa o şekilde gerçekleşir. Bir din, haksız kâr etmenin, insanları sömürmenin, baskı altına almanın, öldürerek dehşet saçmanın aracı olarak kullanılıyorsa o şekilde gerçekleşir. Hayali, aşkın, üst boyutlarda bir yerde "gerçek" aramak çelişkilidir. Ama böyle gerçekleşmesi, hep böyle gerçekleşmesi gerektiği anlamına gelmez. Müslümanlar arasında İslam'ın bugünkü gibi gerçekleşmesinden rahatsız olan mutlaka çok insan olmalı. O halde soruyu şöyle değiştirmek gerekir: "İslam doğru bir şekilde nasıl gerçekleşebilir?" Burada ilk mesele, "doğru" kavramından kimin neyi nasıl anlayacağı olacaktır muhtemelen. İslam'ın bir siyaset aracı olması doğru mu yanlış mı mesela? İnsan aklının ve düşünme kapasitesinin özgürlüğü İslam'da nereye kadardır? Hrıstiyanlıktaki Kilise gibi ekonomik ve siyasal bir egemenlik kurmak İslam'da zorunlu mu? İnsan haysiyetinin sınırı İslam'da nedir? Bunlar gibi sıralanabilecek yüzlerce sorunun buluştuğu zemin, bugün Müslüman coğrafyada iki yüz yıl önceki panteizm tartışmasının gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği. İslam Bilimleri'nde hoca olan bir tanıdığın söylediğine göre, kapalı kapılar arkasında çok tartışma dönmekte, ancak kamusal alanda tartışmaya kimsenin cesareti yok henüz. Cesaret bulunamayan şey de, Tanrı'nın varlığı ya da yokluğuyla ilgili bir konu değil, en temel yorum geleneği üzerinden felsefi-düşünsel bir tartışmanın özgürce yapılması. 

Hegel, Din Felsefesi Üzerine Dersler'de İslam'ı "mutlak kadercilik" ve "mutlak fanatizm"in dini olarak tanımlar. Kadercilik, tanrısal öngörü konusu bağlamında, 14. ya da belki 15. yüzyıla kadar İslam dünyasında tartışılmış, sonra "her işte bir hayır vardır"da karar verilerek konu, en azından kamusal alan için kapatılmıştır. İkinci meseleyle ilgili Hegel, mutlak kaderciliğin, zorunlu olarak mutlak fanatizme götürdüğünü söyler. Çünkü insan, mutlak kaderciliği benimsediğinde, yaşama karşı, dünyevi amaçlara karşı mutlak pasifliği benimsemiş olur, ama doğası gereği aslında pratik ve etkin bir varlık olduğu ve insanın kendi yaşamı ya da etkinliğini somutlaştıramadığı için, bu sefer tekil bireylerde bizzat Tanrı'nın mutlak birliğini somutlaştırılmaya çalışılır. Bu nedenle de Müslüman toplumlarda Tanrı'nın temsili olarak mutlak güce sahip muktedirlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Schelling'e göre de gerçek kötülük, bireyin şahsi istencinin tüm diğer tikel istençleri temsil etmesiyle, dolayısıyla bireyin evrenselliğin bir aracı olacağı yerde, evrenselliğin bireyin istencinin aracı olmasında ve evrenselliği bizzat temsil etme hakkında görmesinde yatar. Böyle bir tekil istenç, kendisinin olmaması halinde devletin de olmayacağını pekala ilan edebilir. Yüzyıllardır ancak kapalı kapılar arkasında tartışmalarını devam ettiriyor gibi gözüken dürüst ve bilgili İslam düşünürlerinin bugün bu konuda söyleyecekleri merak konusu. Kapalı kapıları kıracak cesaret ise artık giyotin ya da idama göğüs gerecek cesaretten öte, mevki sahibi olmayı kaybetmeyi göze alacak bir cesareti istiyor olmalı artık. Katolik kilisesinde geleneksel bir alışkanlık olan çocuk tacizine yüksek sesle karşı çıkmak yerine kurumları savunmaya çalışmak, dini bir araç olarak kullanarak örülen devasa bir çıkar ağının yarattığı suskunluğu da açıklıyor olsa gerek. Suskunluk gerçekliği onaylar. O halde gerçek İslam şimdilik budur. Ancak doğru İslam bu mudur? Bunu kapılar kırıldığında göreceğiz ve şimdilik kapılara dışarıdan omuz atmak dışında yapacak pek bir şey yok. 

Çarşamba

Büyük Bunalım: İnsan

Bir süredir tanık olunan vahşet ve barbarlık karşısında dumura uğramamak mümkün değil. Her gün facebook'a twitter'a düşen haberler ve görüntüler, bildik küçük dünyamızın temellerini sarsıyor. İnsanı derin bir çaresizliğe, bunalıma, "ne yaparsak yapalım boş" duygusuna götürüyor. İnsanın daha önce karşılaşmadığı ya da karşılaşmadığını sandığı bir durum bu; sosyal medyanın da etkisiyle, sanki insanlık ilk defa böyle bir dönem yaşıyormuş gibi geliyor kişiye. Dünyanın dört bir yanından her an korkunç haberler geliyor. Pakistan'da bir lunaparktaki çocukların kopmuş kol, bacak ve kafasını bir mouse tıkıyla görmenin yaratacağı etkiler öyle hemen anlaşılabilir değil. Eskiden onca savaş arasında insanlar nasıl sanat, felsefe yapmış diye sorarsak cevabı şu: O zamanlar internet mi vardı? Şimdi eğer "bu adamlar barbar" ya da "işte İslam bu" deyip işin içinden çıkmayacaksak ve bazı şeyleri anlamlandırmak durumundaysak, sanırım geçmişe dönüp bakmamız gerekecek. "İnsan hep böyle miydi," "ne oldu bize" sorularının yanıtı genelde geçmişte gizli ve yakın geçmişe bakınca denilebilir ki, "bu daha iyi günlerimiz." Çünkü birey bunalımda değil belki, bizzat insan büyük bir bunalım.

1930'lardaki korkunç ekonomik krize de deniyor Büyük Bunalım ya da Buhran. Almanya'da bir para banknotunda onlarca sıfırın olduğu, açlıktan insanların birbirini öldürdüğü, intiharların zirve yaptığı bir dönem. Hitler'in yükselişine ve İkinci Dünya Savaşı'na zemin hazırlayan, Birinci Dünya Savaşı'nın etkilerinin büyük bir rol oynadığı bir dönem. Geçenlerde okuduğum bir romanla (A God In Every Stone) daldım Büyük Bunalım'a ve öncesindeki savaşa. Sonra Birinci Dünya Savaşı'na dair hiç bilmediğim şeyler üzerine okudum biraz. İnsanlık tarihinin o zamana kadar görmediği kadar vahşi bir savaş. O zamana kadar bilinmeyen ağır silahların kullanıldığı, 40 milyon insanın öldüğü, milyonlarca insanın sakat kaldığı bir savaş. Örneğin Avrupa'nın göbeğinde, Belçika'nın Ypres bölgesinde yaşanan muharebeler akıllara durgunluk verici; kitlesel imha silahlarının ilk defa kullanıldığı muharebeler bunlar. Fransızlar ve İngilizler Almanlara karşı savaşırken, birden Alman uçakları beliriyor ve tonlarca klor gazını askerlerin üzerine atıyor. Boğazı, midesi kaynayarak ölen, patır patır düşen binlerce asker. (Sonra tabii aynısını İngilizler Almanlara yapıyor.) İkinci Dünya Savaşı'ndaki gaz odaları öyle birden çıkmıyor yani ortaya, Birinci Dünya Savaşı'nda da uluorta kullanılmış kitlesel imha silahları. 

                                       

Bu savaşın bir başka özelliği, adı üzerinde dünya savaşı olması. Sanki dünyadaki bütün topluluklar birden çıldırmış, içindeki canavarı meydana salmış. Ama bazı topluluklar zorla katılmış. Sömürgeciliğin çifte kötülüğü. Sömürdüğünle bırak bari, bir de kendi berbat savaşının askeri yapma. Çanakkale Savaşı'nda aborjinlerin olduğunu biliyordum ama mesela bu Ypres Muharebeleri'nde binlerce Hintli olduğunu bilmiyordum. Elin Hintlisi, sen kalk gel, Fransız-İngiliz ve Alman cephesi arasında klor gazından boğularak öl. Neden? Çünkü İngiliz sana savaştan sonra özgürlüğünü vaat etmiş. Önce senden özgürlüğünü almış, sonra kendi savaşında seni savaştırtmış, sonra da belki özgürlüğünü verecek. Ki vermiyor, savaştan sonra bağımsızlık isteyen binlerce Hintliyi Hindistan'da katlediyor. Sanırımş bu Birinci Dünya Savaşı, insanın ne olduğunu anlamamız açısından epey önemli bir savaş. Gerçi İkinci Dünya Savaşı'nda iyice ayyuka çıkacak insanlığın buhranı, ama bu savaşta insanlık tarihinin dehşeti ilk defa apaçık bir şekilde belgeleniyor. Yine de, savaşlar tarihinden oluşan insanlık tarihinin böyle olacağına dair uyarılar vardı galiba kadim zamanlarda. 

                                   

İnsanlığın katmanlarında biraz daha geriye gidelim: Kral Oedipus miti. Sophokles'in tragedyasından çok öncelere dayanan, kadim bir öyküdür Oedipus. Ağızdan ağza dolaşan her kadim öykü ve masal gibi, Kral Oedipus da insanlığa dair temel ipuçları barındırır. Ama Kral Oedipus'un olay örgüsü, diğer birçok öyküden ayrılır. (Joseph Campell'ın mit yapısı filan pek işlemez mesela Oedipus'ta, ama bu başka bir yazının konusu). Bu nedenle bu öykünün, insanlığın gidişatıyla ilgili genel bir uyarı olduğuna dair görüşler vardır (bkz. Goux). Üç temel uyarı söz konusudur: Eylemsizlik, araçsallık, öteki cinsiyetin reddi. Bu üç uyarının somutlaştığı olay, Oedipus'un Sfenks'le karşılaşmasıdır. Eylemsizlik: Oedipus, Sfenks'in bilmecesini herhangi bir fiziksel mücadeleye-savaşa girmeden çözer, oysa mitolojik öykülerde fiziksel mücadele önemlidir, çünkü tam bir yenilenme için, ruhun yanında bedenin de savaşması gerekir. Araçsallık: Oedipus, bilmeceyi herhangi bir yardım almadan, salt kendi aklına güvenerek çözer. Oysa öykülerde her zaman bir yardımcı olmalıdır (bir hayvan, ilahi-kutsal biri vs.), bu yardımcı insanın bilemeyeceği diyarların (bilinçdışı, doğa, göksellik vs.) olduğunu insana hatırlatır, ona sınırını gösterir. Ancak Oedipus, kendi aklını merkeze koyarak, ilerde her şeyi bu aklın aracı yapabileceğinin işaretini verir. Öteki cinsiyetin reddi: Oedipus, araçsal aklı temsil eden egosantrik erkek figürü olarak, Sfenks'in dişiliğinin reddidir. Oedipus figürü, erkeğin içindeki dişil unsurun reddidir (ve kadının içinde eril unsurun). Böylece insan kendini bütünleyen bir unsurunu kaybeder, yarım insan olur. Sfenks, bilmece çözüldükten sonra kendini uçurumdan aşağı bırakır. Yani aslında karanlık ve aydınlık, dünyevi ve uhrevi, bilinç ve bilinçdışı, insan ve doğa arasında bir uzlaşma olmamıştır. İnsan kendini merkeze koydukça, bütünlükten uzaklaşır. 

Bugün Oedipus çeşitli kılıklardadır. Afrika'da bir savaşın ortasında fotoğraf çeken beyaz gazetecinin ya da arkadaşlarıyla selfie çeken bir gencin gururudur. Meydanlarda haykıran bir politikacının öfkesi ya da dünyada olan bitenler karşısında kendini çaresiz hisseden bir orta sınıfın iç çekişi de olabilir. Herkes bir şekilde yorumlayabilir Kral Oedipus'taki uyarıları ve kendinde ya da başkasında görebilir Oedipus belirtilerini. Hepimizin gittikçe birbirimize benzemeye başladığı bir dünyada daha da kolay olmalı bu işaretleri görmek. Daha geçen yüzyıl yüz milyonlarca insan birbirini kesip biçmişken, bugünkü gösteri çağında vahşet de bir şova dönüşmüşken, üç-dört bin yıl önce yapılmış bazı uyarılara kulak kabartmakta fayda olabilir. İnsan hep böyle miydi, hep böyle mi kalacak? Kendi bunalımlarımızdan çıkıp, insanlığın buhranı üzerine düşünmek, belki de yalnızca düşünmeyip eylemde bulunmak gerek. 

Salı

Kant ve Şehitlik

Kant Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi'nde, dünyada ya da düşünülebilecek herhangi bir başka yerde, iyi istenç dışında (iyi irade de denebilir ama iradeyi bir kavram olarak gördüğümden istenci tercih ederim) sınırlandırılmamış iyi bir şeyin olmadığını söyler. İyi istenç, hiçbir şeyle sınırlandırılamayan, sınırsız iyidir, bu nedenle en yüksek iyidir. Antik Yunan'ın erdemleri, örneğin ölçülülük, adalet, cömertlik elbette iyidir, ancak bu iyiler sınırlandırılmıştır, çünkü genellikle başka şeylere hizmet ederler, örneğin toplumun uyumlu birlikteliğine. Sağlık iyidir, ama uzun yaşamaya, esenlikli bir yaşam sürmeye hizmet eder. Usta bir ayakkabıcının yaptığı ayakkabı iyidir, ama ayağın rahat etmesine hizmet eder. İyi istenç ise yalnızca iyidir. İyi istençle yapılan eylem, sonucu ne olursa olsun iyidir. Buna belki "iyi niyet" de diyebilirdik. Ancak bu niyet, hiçbir şey niyet etmeyen bir niyet olmalıdır.

İstencin kendi içinde iyi olabilmesi için, her türlü dış etkiden, eğilimden, duygudan, hissiyattan, herhangi bir faydadan, geleceği yönelik yatırımdan arınmış olması gerekmektedir, bunlar ne kadar masum olurlarsa olsunlar. Diyelim bir dilenciye para veriyorsun. Peki ben nasıl bileceğim senin onu vicdanını rahatlatmak için vermediğini. Belki sen bile bilmiyorsun bunu parayı verirken. Bu durum, ahlaki olarak nitelediğimiz tüm eylemleri kapsar Kant'a göre. Ahlaki eylem, yalnızca iyi istencin motive ettiği bir eylem olabilir. Hele ki cennete gitme motivasyonuyla yapılan güya ahlaki eylemler, Kant'a göre iyi bile sayılmaz; bırakalım bencil dürtülerden motive olan eylemlerin iyi olmasını, başkasını düşünerek yaptığımız eylemler bile duruma göre ahlaki olmayabilir. Kant'ın deyişiyle mücevher gibi parlayan salt iyi istençten yola çıkan eylem iyi ve ahlakidir. Peki bu salt, saf, bomboş iyi istenç nasıl motive olmaktadır? Boş bir istenç, boş bir niyet? Tam değil.

Hangi istenç mutlak olarak iyidir? Kendine koyduğu düstur, ilke, evrensel bir yasa haline getirilebilen, böylece kendisiyle hiçbir zaman çelişmeyecek olan istenç. Başka hiçbir şeyden ve kişiden etkilenmeden kendi yasasını kendi koyabilen (otonom) aklın evrensel yasası olabilen istenç. Bu akıl kimin aklı? Senin, benim. Yasa kimin yasası? Salt aklın. Yazılı bir yasa değil, Musa'nın on emri değil, "hırsızlık yapma", "sadaka ver," gibi eylemin içeriğini doğrudan yönlendiren bir yasa değil. Mesela yalan söylemek neden ahlaki bir ilke haline getirilemez? Evrensel olarak kötü olduğu için mi? Yooo. İnsan bazen yalan söylemek zorunda kalabilir, mesela kardeşini kovalayan katile, "hayır kardeşim evde değil," diyebilirsin, evde olsa da. Yalan söylemek mutlak kötü değildir ancak evrensel bir ahlaki ilke haline getirilemez, çünkü herkes yalan söylerse, yalanın karşıtı olan doğruluk kavramı ortadan kalkar. Böylece aslında yalan da ortadan kalkar. İlke, kendi kendini ortadan kaldırmış olur. Kant "şunu yap, bunu yapma" diye bir liste vermez. Yoksa bu, insanın otonomisine, aklının yasa koyucu gücüne karşı gelmek olurdu. İnsanın özgürlüğü, bu yasa koyuculuğunda ve koyduğu yasaya özgürce uymasında yatar. Kant liste vermez, ama koyacağınız ilkeyi hangi çerçeveye oturtmanız gerektiğini söyler. Kant boş bir çerçeve verir size ve içini doldurmanız için tek kategorik evrenselleştirme buyruğunu açıklar: "Öyle bir ilkeye göre eyle ki, bu ilkenin aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını isteyesin." Aklın evrenselliği ve her bireyin bu akla sahip oluşu esastır. Yani her bireyde evrensellik bulunur.

Bu noktada itirazlar yükselir. Kant'ınki salt biçimsel bir ahlak felsefesidir, ahlaki özne boş bir öznedir. Lacan'ın meşhur Kant ve Sade makalesi (ya da Kant Sade'la), sadizme adını veren Sade'ın, hazzın evrenselliğine ilişkin ilkesini Kant'a uygulayabileceğimizi anlatır. Yani Sade, Kant'ın söyledikleriyle çelişmeden Kantçı olabilir. Ya da eğer evrenselliğin merkezine dini kitapları koyarsak ve bu kitaplarda yazılanları biricik evrensel kurallar olarak ele alırsak, bu evrenselliği tıpkı Sade'ın sadistlikleri gibi istediğim eylemle somutlaştırabilir, örneğin cihat için çoluk çocuk katledebilirim. Canlı bomba olarak, kendi bireyselliğimi, evrensel merciler olan kutsal ülkü ya da din adına bizzat evrenselleştirebilirim. Bu yolda ölen ya da öldürülen herkesi şehit olarak adlandırabilirim, çünkü sonuçta her birey, evrensel ülkünün, dinin, inancın bir temsilcisidir, aracıdır. Oysa burada bir yanılgı söz konusudur: Kant yalnızca evrenseli bireye indirmez, bireyi de evrensele yükseltir. Her bir birey, bizzat evrenseldir, onun temsili-temsilcisi değildir. Bu nedenle, baştaki "iyi istenç", yalnızca evrenselleştirilebilen bir ilkeye dayanmaz, Kant Ahlak Metafiziği'nde kategorik buyruğun evrenselliğinin yanına bir de bireysel amaç kategorisi koyar: "Öyle eyle ki, bu, insanlığı kendi şahsında ya da  başkasının şahsında herhangi bir araç olarak değil, kendi içinde amaç olarak gören bir eylem olsun." İyi istencin bu koşulları gerçekleştirebilmesi için dayanacağı tek merci ise, başka hiçbir otoriteyi devreye sokmadan, kendi aklıdır.

Öyleyse iyi istenç, yalnızca evrensel olmasını isteyeceği bir ilkeyi değil, ilkenin yol açacağı eylemin insanı hiçbir şekilde bir araç olarak görmemesi gerektiğini dikkate almak zorundadır. Sanırım Kant'a göre, çocuklara şehitlik mertebelerini öğretmeden önce, aklın mertebelerini öğretmek yeğdir.