Perşembe

Akıntıya Karşı Gitmek: Upstream Color

Bazı filmler vardır... Klişe bir giriş oldu, evet... Ama bazı filmler vardır, bir eşi yoktur. Benzersiz bir deha ürünü olduğunu düşündüğüm Upstream Color'ın çağrıştırdıkları üzerine birkaç söz söylemek isterim.

Film üzerine bazı ilginç analizlerin (bkz.) arasında en eli yüzü düzgün olanının ifade ettiği gibi, film, Hollywood'un (ve Avrupa'nın çoğu sözde sanat filmlerinin) seri halinde ürettiği ve izleyicinin kolektif bilincine sunduğu (dayattığı) yavan mitlerinin dışında, tam anlamıyla bireysel bir sanat yapıtı. Hatta belki mitlerin döngüsünü kıran bir yapıt, sadece Hollywood mitlerini değil, akıl ve insan temelinde kurulan mitlerin döngüsünü de.

Bu filmi spoiler vermeden anlatmak zor değil. Örneğin bir Jodorowsky filminde nasıl bir spoiler verebilirse insan, bunda da o kadar verebilir. Yine de belirli bir anlatısal yapısı var filmin, ancak filmden sonra, film üzerine düşündükçe, okudukça, hissettikçe açılan bir yapı. Diğer yandan yavan mitolojik yapılarda olduğu gibi size kendisini dayatmayan bir yapı bu. Sizin kendi yaşam öykünüzle katılabileceğiniz ve filmin öyküsüne kendi "renginizi" katabileceğiniz bir yapı.

Benim için bir özgürleşme öyküsünü anlatıyor film ve her özgürleşme sürecinde olduğu gibi ızdırap verici, fiziksel ve ruhsal acıyla dolu. İnsanın kendi yarattığı insan-merkezci, birbirini ve doğayı öğütücü karabasandan kurtulma mücadelesi.  Filmin orjinal sorusu ise şu bence: İnsan, doğayı ve birbirini ayaklar altına alarak yükseldiği, aklı (filmde bana göre Sampler- numune toplayıcısı, bilim insanı vs. tarafından temsil edilen) salt bir pasif gözlemciliğe indirgediği ya da "bu işe sahip olduğum için şanslıyım" demek zorunda bırakıldığı bu düzende ne kadar insandır? Aslında her zaman doğanın bir canlısı olan, sonuçta organik süreçlerle üreyip ölen insan, kendi yaşamını salt bir ekonomik kısırdöngüye hapsettiğinde, kendini sonuçta yine organik yaşama bağlı bir zombiye dönüştürdüğünde, eylemlerinin, hislerinin ve hatta anılarının ne kadarı gerçekten kendisine ait olur?



Filmdeki domuz-insan analojisinin, "plazaların, sitelerin, gündelik koşuşturmalarımızın, kısır ideolojilerimizin ahırında domuzlar gibi yaşıyoruz"un yanında başka bir anlamı daha var gibi. İnsan her şeyi kendi üzerinden okumaya alışkın olduğu için, filmdeki domuzları da insan yaşamı üzerinden okuyor önce. Ama ya tersi de söz konusuysa? Sinemada "erkek bakışı" denilen bir olgu vardır; en kaba örneğiyle, sevişme sahnelerinin bile erkeğin gözünden verilmesiyle açıklanabilir. Erkek bakışının tersine çevrildiği filmler ve sahnelerin epey az olduğu rivayet edilir. Bu filmde de, başta insan-domuz analojisi olmak üzere, sanki "insan bakışı"nın tersine çevrildiği, insandan ziyade organik yaşamın fail olduğu, hatta insanı, örneğin virüsün kullandığı bir "taşıyıcı" olarak betimlendiği bir "organik bakış" var. Filmde "ne oluyoruz" dedirten ya da akıl karıştıran kısımların bu tersine çevrilmiş bakış açısından kaynaklandığını düşünüyorum.

Bu tersine bakış, aynı zamanda yeni bir etik perspektif açıyor. İnsan kendi türünü ve doğayı ne kadar bir araç olarak kullanıp sömürse de, ne kadar kendi kendini doğanın merkezindeki krallık tahtına yerleştirse de, özgür sandığı eylemleri, iyilikleri ve kötülükleri nihayetinde organik yaşamda temelleniyor. Ancak insan, "akıntıya karşı" yüzmeye, "karanlığın kalbine" doğru gitmeye devam ediyor; kendini ve doğayı köleleştirme ve belki de sonunda yok etme pahasına.  Bu açıdan belki de doğanın içindeki "kurtçuk" insanın kendisi. Doğayla insan arasında arabulucu, uzlaştırıcı olması gereken akıl ise, artık pasif bir gözlemci yalnızca; gözleyen, hisseden, empati kuran ama dahil olmayan bir "numune toplayıcısı". Ama bu pasifliğinde o kadar da zararsız değil akıl. Ekonomik düzen, filmdeki "hırsız", nasıl paranı çalıyorsa, yaşam mücadelesinden elini eteğini çekmiş akıl da, gerçek işlevini gösteremediğinden, insanların kimliklerini çalıyor. Daha doğrusu, insanın en yüksek yetisi olan, insanı insandan ve insanı doğadan ayırarak, her birinin kendi biricikliğini açığa çıkaran, her ikisini de sakınan, kollayan akıl geri çekildiğinde, insanların da doğanın da biricikliği ortadan kalkıyor. İnsan yaşamı tektipleşiyor, bireysellikler ortadan kalkıyor, hatıralar birbirine karışıyor, insanların birbirini araç olarak kullanmasının yolu açılıyor, çünkü geriye çekilen tözsel aklın yerine, yalnızca araçsal bir yeti olarak akıl geçiyor; aynı şekilde doğa da, kendisini kavrayacak, sakınacak, kollayacak, kendisi için kaygılanacak aklın geri çekilişiyle, insanın gözünde ihtişamını ve çeşitliliğini yitiriyor, her daim insanın emrine hazır bir depo, kümes, ahır, durmadan üreten bir fabrika haline geliyor.

Filmde, araçsal olarak kurulan insan-doğa-insan döngüsüne paralel ve bu döngüyü kıracak süreç olarak, kurtçuk insanın sancılı özgürleşme süreci, "hırsız"ın bilerek ya da bilmeyerek yol açtığı bir "sivil itaatsizliğin" başlangıcı olarak sunuluyor. Ancak filmin en güçlü yanlarından biri, bu özgürleşme sürecinin ikircikliğini ve karmaşıklığını da göstermesi. Döngü kırılırken, adaletin sağlanıp sağlanmadığı, "suçlu hırsız"ın bulunup bulunmaması (hatta bunun gerekli olup olmadığı) gerektiği, kurban insanlarla domuzların bir araya gelişinin gerçek anlamda bir uzlaşma olup olmadığı, akıntıya karşı gitmenin insanın zorunlu bir kaderi olup olmadığı gibi sorular ortaya çıkıyor. Ve bu soruların yanıtları, sanıyorum, tıpkı yönetmenin daha önce sadece 5000 dolara çektiği "Primer"daki sorular gibi, izleyicileri, kendilerinin çözmesi için filmi tekrar izlemeye davet eden titizlikle hazırlanmış bir yapbozun parçalarında gizli.

Üzerinde derin bir tefekkür gerektiren bu filmin, insanın kendisi ve doğa üzerindeki ama aynı zamanda doğanın insan üzerindeki tahakkümü üzerine bir meditasyon olduğunu düşünüyorum. Ve burada kendi bakış açıma göre "renklendirmeye" çalıştığım filmin, daha başka birçok bakış açısıyla renklendirilmesini umuyorum.