Cuma

Gezi Notları 3: İnsanın Tini Olarak Özgürleşme

E. Delacroix, La Liberté guidant le peuple

Tarihin devrimsel anlarında yaşamış kişileri hep kıskanmışımdır. Devrimin içinden, eylemin içinden, henüz koşul ve sonuçlar gözle görülemezken, bir sonraki anda ne olacağı kestirilemezken, bir amaç uğruna körü körüne bir sonraki adımı atan eylem insanlarının hislerini hep anlamak istemişimdir. Nasıl oluyor da, tarihin ilham verici öyküleri anın içinden, belli belirsiz bir amaçla ama hiç bir öngörü olmadan yazılabiliyordu?

Neyse ki, tarih yüzümüze gezi direnişiyle güldü. Önemli bir fail olarak Sırrı Süreyya Önder'in ismini burada anmayı görev bilsem de, o dahil kimsenin kestiremeyeceği, toplu bir özgürleşme hareketi olarak gezi direnişi tarihe sihirli formüller biçmeye fütursuzca devam edenlerin yüzüne tokat gibi geldi.

Elimizde değil; direniş boyunca -nafile olduğunu bile bile- şu soruları sorduk durduk:

- Gerçekten bir şeyler değişecek mi?
- Peki bütün bunlar nereye varacak?

Bu pek elzem sorulara cevap niyetine, rastgele tarihsel olaylardan çıkarımlar yapıp, olmazsa olmaz bilimsellik iddiası sağlayan neden-sonuç ilişkileri kurup kendi çapımızda 'analizler' yaptık, velhasıl bol bol bilmişlik tasladık. Evet, doğru, eylemin ve tarihi anın tam içinde olsak bile, insan aklının karşı koyamadığı bir zaafı var: Geleceği tahmin etmek ve planlamak hastalığı. İnsan bilincinin içinden sıyrılmayı başaramacağı bir realite bu. Halbuki, acı gerçek, en rasyonel ve amaca yönelik hareket eden bir fail bile olayların ve genel olarak tarihin gidişatını yönlendirebileceğini iddia edemez. Bu öznelerin tarihte hiç bir rolü yoktur, daha büyük güçler, görünmez eller vardır anlamında söylenmiş bir önerme değil. Tabii ki, tarih denilen şey insan edimlerinin toplamından ve ziyadesiyle çatışmasından oluşur. Öznesiz tarih zaten olamaz; ancak tarihin bir çizgi üzerinde ilerleyen, sürekli rasyonel olanın gerçekleştiği ve önceden kestirilebilen bir süreçler dizisi olduğu varsayımını kafamıza kim, hangi vesileyle yerleştirdi bilemiyorum ama bu virüsten bir an önce kurtulmamız gerekiyor. Her ne kadar feylozoflarca çoktan terk edilmiş bir düşünce biçimi olduğunu görsek de, teleolojik/ereksel tarih anlayışının zihnimizde ve dilimizde korunduğunu teslim etmemiz gerek. Tarih ne doğrusal, ne döngüsel, ne sadece diyalektik, ne sadece rasyonel, ne sadece olumsal, ne de sadece teleolojik. Yüzyıllar boyu kafa patlatıp durmuş düşünürler, amma ve lakin, tarihin işleyişine dair sihirli bir formül yani evrensel örüntüler tespit edememişler.

Bu çok çok iyi bir haber! Tarihin kestirilemezliği, yani olumsallığı, bir yanda; benzer koşulların benzer sonuçlar doğurması, yani nedenselliği ve rasyonelliği, diğer yanda. Tarihin diyalektiği diyebileceğimiz, olumsallık vs. nedensellik faktörleri, esasında, adını doğru koymak gerek, insanın (hem tikel hem de tümel olarak)  büyük harflerle İNSANIN en büyük ve gerçek paradoksunun bir dışavurumu olarak okunabilir. Yani lafı dolandırmadan, olumsal ve rasyonel olmayı başaran, bu şekilde yaşamını mantıklı bir şeymiş gibi sürdürmeye çalışan bizlerin tarihinin önceden bilinebilen bir şey olmasını bekleyemezdik zaten. Ne tam rasyonel ne de tam irrasyonel canlılar olarak BİZ, edimlerimizle tarihi yarattığımıza göre, yakın gelecekte de tarihin sırrının çözülmesini beklememiz nafile olur. Rahat bir nefes! Ohhh..



Gelelim baştaki sorularımıza. Çok şükür ki, gezi direnişi ile ilgili sürekli sormaktan kendimizi alamadığımız, peki şimdi ne olacak? sorusunun yanıtını en yetkin tarihçi veya feylozof bile veremez. Verdiğini de iddia etmemeli. Gezi direnişinin kendisinin tarihin olumsallığının mükemmel kanıtlarından biri olarak karşımıza çıktığının altını çizmek isterim. Bu yüzden çok değerli, bu yüzden biricik, bu yüzden içinden kavranması zor, tarihsel karşılaştırmalarla sıradanlaştırılması yanlış. O yüzden, nereye varacağını kestiririm diyerek, bize Paris Komünü'nü, Prag Baharı'nı, Arap Baharı'nı, Tahrir'i, Londra Ayaklanmaları'nı, Bolşevik İsyanı'nı, Cumhuriyet Mitingleri'ni falan, tarihte yaşanacak her şey yaşanmış gibi, rasyonellik ve nedenselliklere sırtını dayayarak salık veren analistlere -ne kadar güzel veya karanlık bir gelecek resmi çizerlerse çizsinler - bir noktadan sonra mesafeli yaklaşmamız gerekli.

Direnişin bizlere yaşattığı en güzel duygu özgürleşmek oldu. Tarihin tini diye bir şey varsa, Hegel'e kulak verecek olursak, o zaman daha da özgürleşeceğiz. İnsanlar tikel olarak özgürleşmeyi bir telos, bir amaç, rasyonel bir emel olarak yaşadıkları müddetçe, tarihin tinini de yaratmış olmazlar mı? Özgürleşmenin karşısındaki her şeyi ve herkesi bizi özgürleşmeye daha da yakınlaştıran failler olarak görebiliriz. Evet, çok tanıdık diyalektik.

Özgürleşmiş, bedel ödemiş insan.
Kaynak: http://www.itusozluk.com/gorseller/gezi+park%FD+direni%FEi/509230

Tarihin tini diye bir şey var mıdır bilemem ama insanın bir tini var. Ethem Sarısülük özgürleşerek öldü. Tıpkı Hrant'ta ve çok önceleri Sabahattin Ali'de olduğu gibi katili serbest, hatta ödüllendiriliyor diyebilirsiniz; ancak aynı suda iki kere yıkanamayız. Bu akarsuyun suyu nitelik değiştiriyor, tadı, kokusu, görüntüsü, kimyası aynı kalmıyor. Bize 'şeylerin' değişmediğini göstermek için çok çabalayacaklar. Daha yeni pençesinden kurtulduğumuz sinizmin ve 'böyle gelmiiiiş böyle gideeeer' kabullenişinin içine bizi çekmeye çalışacaklar, neo-liberalizmin 'her koyun kendi bacağından asılır' sözde evrensel gerçeğiyle bizleri çok değerli dayanışmamızdan koparmaya uğraşacaklar. Sezar'ın hakkı Sezar'a: Ne de olsa onlar da tarihin failleri! Ama biz akıntıya karşı kürek çekmiyoruz, akıntı biziz. Öyle ki, biz işçiyiz, emekçiyiz, memuruz, beyaz yakalıyız, Türküz, Kürdüz, Ermeniyiz, feministiz, eşcinseliz, öğrenciyiz, kadınız, türbanlıyız, çocuğuz, Aleviyiz, ateistiz demiyoruz. Biz bunların tümünü olma halini yaşamadan, tümünü olabilme durumunu anlayan dünyalılarız diyoruz. Doğayı insanın hükmettiği bir nesne olarak değil, eşitimiz, dengimiz olarak görüyoruz. Kendimizi hiç bir şeyin üstünde veya altında görmüyoruz. Böyle yeni bir ahlakımız varken, içinde bulunduğumuz akıntı bizim müşterek tinimiz. Eğer ki, tarihin tinini özgürleşmek olarak tek tek failler olarak kurgulayabilirsek, bunun önünde hiç bir Napolyonumsu duramaz. Kurtuluş uzaklarda değil; kurtuluş anın içinde, şu anda ve burada. Tıpkı Bandista'nın şarkısında dediği gibi, kurtuluş, özgürleşmenin tadının çıkarıldığı her yerde. Böyle olduğu için de, kurtuluş; halihazırda direnişe katılan herkesin aklında ve bedeninde! Ölü ve diri!

Çarşamba

Gezi Notları 2: Orwell'in Köpekleri ve Devletin Meşru Şiddeti

Bu blogta devletin varoluş ve meşruiyet sorunları daha önce de tekrar tekrar sorgulanmıştı.* Hatta Orwell'in Animal Farm metninin bir incelemesinde 'köpekler' üzerinde de kısaca durulmuştu. Gezi direnişi vesilesiyle Orwell'in otoriter rejimlerdeki kolluk kuvvetlerine ilişkin oluştuduğu 'köpekler' karakterine tekrar göz atabiliriz kanımca.

Pink Floyd DOGS şarkı sözleri için: http://www.pink-floyd-lyrics.com/html/dogs-animals-lyrics.html

Bilindiği gibi, Hayvan Çiftçiliği'nde domuzlar, köpekler ve koyunlar baş rollerdedir. Otoriter yönetimi DOMUZLAR (ki bu kitapta hem Stalin'e hem de Napolyon'a göndermeler yapan NAPOLYON karakteri kendinde tüm erki toplama hırsıyla yanıp tutuşan lideri temsil etmektedir), devletin kolluk kuvvetlerini, yani mevcut iktidara karşı her türlü muhalefeti ve sorgulayıcı bakış açısını zor kullanma ve şiddet yoluyla bastıran KÖPEKLER, cahil bırakılmış (çoğu zaman okuması bile olmayan) ve balık hafızalı yönetilen (şöyle oku: sömürülen) halkı da KOYUNLAR temsil eder.

Gezi direnişinin en öne çıkan yanlarından biri polis şiddeti oldu. Yapılan anketler gösterdi ki, insanların %50'si aşırı güç kullanan polisin parka yaptığı şafak baskınlarından sonra yerinde duramayıp sokağa çıktı. Polis olmasaydı, muhtemelen bugün hala park işgal altında olacaktı ama milyonlarca insan sokağa dökülmemiş (ve yurttaşlarımız ölmemiş, gözünü kaybetmemiş, dövülmemiş) olacaktı. Ama tabii naif böylesi beklentiler.

Neden?

Devlet denilen aygıt (bildiğimiz bürokrasi, kayıt kuyut işleri), ki köklü bir geçmişi vardır, bir takım adamlar-kadınlar tarafından kontrol edilir. İktidar, adı üstünde, iktidarsızlaştırılmak istendiğinde, bunu savunacak ve kendisinin meşru kıldığı bir yol icat etmiştir: Kolluk kuvvetleri. Eski zamanlarda meşruiyetini göksel olandan aldığını iddia eden iktidar sahipleri yerine, artık meşruiyetini halkın oylarıyla aldığını iddia eden bir modern sistem almıştır. Demokrasi adı verilen bu sistem, yeterince dengeli olarak kurulmadı ve işlemiyorsa o zaman, çoğunluğun azınlığı ezdiği bir dikta rejimine dönüşebilir -ki Şekil 1a: Türkiye ve benzerleri.

Buradaki önemli nokta, kolluk kuvvetlerinin halka karşı herhangi bir yere hesap verme zorunluluğu olmadan şiddet ve baskı amacıyla kullanılabilmesi. Öyle ki, devletin kendiliğinden meşru kıldığı polis şiddetine karşı halkın 'taş atması' gibi sembolik sayılabilecek eylemler, devletin ağzında 'işte asıl şiddet budur' diye lanse edilir (çünkü meşru değildir!). Çok mantıksız ama işte böyle. Devletin hukuku devleti korur, halkı değil. Tıpkı çalışma yasasının işvereni koruduğu ve işçiyi ezdiği gibi. Hukuk, burada her türlü devlet şiddetini haklı çıkarmaya yarayan bir araca evrilmiştir. Halkın tek gücü kendi bedeni ve dayanışmasıdır. Sonuç olarak kolluk kuvvetleri, devletin pis işlerini eyleme döken bir maşa işlevi görürler. Bu nedenle halkın direk karşısına çıktıkları için devletin halkıyla fiziksel temasa geçişinin simgeleridir. Tam da bu nedenle sevilmezler veya acınası durumdadırlar, çünkü bir çok kere duyduğumuz gibi onlar 'emir eridir'. Onlardan yaptıklarını sorgulama veya emre itaatsizlik beklemek biraz abesle iştigal olabilir. Yine de, gezi olayları sırasında 4 tane polisin intihar ettiği bilgisi doğru olarak teyit edildi; ancak bu vakaların gerçek nedenleri nedir bilemiyoruz (bkz. http://siyaset.milliyet.com.tr/polis-intiharlari-ailevi-sorunmus/siyaset/detay/1721284/default.htm).

Kaynak: http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/yilda-ortalama-50-polis-intihar-ediyor-h24079.html

Şimdi Orwell'de bu kolluk kuvvetlerinin ortaya çıkış mevzusu ilginçtir; bize biraz içgörü sağlayabilir. Şöyle ki, aslında kitap boyunca köpeklerle ilgili pek fazla pasaj yoktur. İlk devrim yapıldığında oradadırlar ama henüz kolluk kuvveti değillerdir. Hikayedeki kilit olay, Napolyon'un 3 tane yavru köpeği annelerinden ayırıp yanına aldığı sahnedir. Uzun zaman bir daha bu köpeklerden haber alamayız. Ta ki Troçki olduğu aşikar olan SNOWBALL (başka bir domuz) çiftlikten kovulana dek. Napolyon, Snowball'un halkı eğitme, okuma-yazma öğretme, üretim yapma, teknoloji üretme gibi politikalarının kendi mutlak iktidarına büyük bir tehdit oluşturduğu görüşündedir. Snowball'u önce itibarsızlaştırır, yalan propogandalar yapar, sonra da köpekleri yardımıyla onu çiftlikten zor kullanma yoluyla kovar. Bir daha Snowball'dan haber alamayız. Böylece çiftlik hayvanları için tam bir karanlık çağ başlar.

İktidarını sağlamlaştıran Napolyon, bundan sonra köpeklerini mütemadiyen koyunlar üzerinde kullanmaya devam eder. Koyunlar ne zaman 'acaba?' diyecek olsalar ya da ne zaman 'Snowball haklıydı' diye düşünmeye başlasalar köpekler ortaya çıkar ve gerek psikolojik gerekse fiziksel şiddetle koyunların herhangi bir isyan (yeni bir devrim) yaratmasına izin vermezler.

Yalanlar ve gerçekler

Sonuç olarak: Kitapta her ne kadar köpeklerle ilgili fazla pasaj olmasa da, iktidarın meşru şiddet kaynağı olarak köpekler aslında tarihin gidişatında ve iktidarların otoriterleşmesinde çok çok önemli bir rol oynuyorlar. Ne var ki, köpeklerle savaşmak ve düşmanı salt onlarmış gibi görmek iktidarın işine gelecektir, çünkü daha önce de dediğimiz gibi, onlar sadece bir maşadır. Maşayla ilgilenmenin, enerjiyi ona yönlendirmenin anlamı vardır tabii ki, ancak asıl düşman köpekler değildir. Asıl düşman domuzlardır. Domuzlara ve her daim türemeye meğilli NAPOLYONlara karşı daha yapısal ve temelden baskı oluşturmak gerekir. Çok bilindik örnek: Gandhi'nin tuz yürüyüşü...Devrim ne zaman olur bilinmez, Hayvan Çiftliği'nde devrim hiç beklenmedik bir anda oluvermişti. yılların kötü muamelesine karşı dolmuş ve Old Major sayesinde bilinçlenmiş olan hayvanlar yem verilmeyi unutuldukları bir günde isyan bayrağını çekmiş ve insanların sömürüsüne karşı Hayvan İsyanı'nı başlatmışlardı. Tarihte tekerrürler olur mu bilmem, ama bazen döngüselliğe meğil ettiğim oluyor. İnsana karşı zafer kazanan hayvanlar, Napolyon'u da yenebilirler mi dersiniz?

* http://felsefepopisi.blogspot.com/2012/03/schiller-ve-orwellde-domuzlar-kopekler.html
* http://felsefepopisi.blogspot.com/2012/12/roboski-hadisesi-devlet-eyledi-canlar.html

Pazartesi

Gezi Notları 1: Kadınlar, Risk ve Evrimsel Psikoloji

Evrimsel psikoloji diye bir şey var. Bazılarına göre ayakları yere basan, sağlam bir disiplin; kimilerine göre ise düpedüz uydurma ve test edilebilirliği olmayan ama disiplinmiş gibi sunulmaya çalışılan spekülatif bir hobi. Gerçeği söylemek gerekirse, hangisi doğrudur, ben henüz karar verebilmiş değilim. Bazen davranışlarımıza ilişkin ilginç açıklamalara sahip olduğunu düşünsem de, deneylerle test ettiğini söyledikleri şeyler biraz şaibeli olduğu için henüz bilimsellik kritelerlerini tam olarak karşılamadığı belli bu alanın. Evrimsel psikoloji yolunda ilerleyedursun, ben burada indirgemeci evrim düşüncesine ve evrimsel psikolojinin en bilindik önermesine gezi protestoları ışığında eleştiriler yönelteceğim.

Evrimsel psikoloji şöyle buyurur: Kadınlar, çocuklarıyla ilgilenmeleri gerektiğinden ve bir sonraki neslin devamı gibi önemli bir sorumluluğu sırtlarında taşıdıklarından dolayı, erkekler kadar hayati risk içeren aktivitelerde bulunmazlar. Bu, onların doğası gereği böyledir. Nokta. Burada 'doğası gereği' sihirli kelimelerine dikkatinizi hemen çekiyim.

Gerçekten insana çok mantıklı geliyor, değil mi? Bebeği 9 ay taşıyan kadın, onu doğuran kadın, emziren kadın, onunla ilgilenen, her türlü ihtiyacına koşturan, şefkat gösteren kadın. Hemen araya sıkıştırıyım: Bakiresine kız, olmayanına kadın, çocuğu olana anne diye nitelendirilen binbir suratlı ve isimli bukelamun gibi bir canlı bu kadın. Biyolojik evrimin ona bahşettiği bu yetenekler, tamamıyla bir sonraki neslin korunması için. Ya da Richard Dawkins'in 'selfish gene' kuramına inanacak olursak, genlerin üzerimizde oynadığı gizli bir oyun bu! Aslında bütün mesele, genlerin soylarını devam ettirebilmesi, gerisi teferruat! Kadın, böylece programlanmış bir makina misali, bebeğinin hayatta kalması için kendi hayatından büyük fedakarlıklar veren ve neslin devamı için kendisini hayati hiç bir tehlikeye sokmayan bir yaratığa indirgeniyor. Hissettiği duygular, çocuğa karşı duyduğu sevgi, gösterdiği şefkat, kendini ve çocuğunu koruma 'içgüdüsü' hepsi VERİLİ. Geriye kalan sadece uygulama! E, ama sanırım uygulamada bazı hatalar oluyor!

Tarihsizlikten musdarip her bilimsel uğraşta olduğu gibi, burada da Buzul Çağı'nın sonunda evrimleşmiş ve Homo sapiens sapiens olmuş insanın evrensel bir takım davranış örüntüleri olduğu varsayımına baştan inanmak zorundasınız. Açıklama da mantıklı! Daha ne istiyorsun? diyebilirsiniz.

Ne var ki beni tatmin etmeyen şeylerden bir tanesi pratik yaşamdaki gözlemlerim. Diğeri ise metodolojik sorunlar. Metodolojik olarak belli, bu önermeyi/varsayımı nasıl test eder ve ispatlarsın? Hata yapma/sapma payın nedir? Kadınların davranış örüntülerini ortaya dökerken ne kadarının tarihsel koşullardan, ne kadarının biyolojik koşullardan kaynaklandığını söyleyebilir misin? Evrensel davranış örüntüleri olduğunu söylerken, kapitalizm/modernite öncesi veya kapitalizm dışı toplumlarda bu davranış kalıplarının kesinlikle var olduğunu ispatlayabilir misin? Memeliler alemine bakarak, 'biz de memeliyiz' gerçeğiyle yola çıkarak, birebir analojiler yapmak ne kadar sağlıklıdır? Uzar gider bu sorular.

Gelelim pratiğe. Bebeğini öldüren anne, çocuğuna şiddet uygulayan anne, beklenen fedakarlıkları göstermeyen anne, kendini hayati riske atan kadın, eve kapanmayı reddeden anne, sokakta direnişe katılan anne, bir düşünce uğruna her türlü riski alan anne, deney tüpünün başından ayrılamayan anne hangi kategoriye girer?

Evrimsel psikoloji yanılmış mıdır? Yoksa bu kadınlarda mı bir tuhaflık vardır?

Bir kere baştan teslim edelim: Kesinlikle bu kadınlarda bir tuhaflık vardır. Muhafazakar zihniyetler kadını eve hapsetmeye çok meraklıdır. Bunun meşru yolu da kadını yumuşak karnından vurmaktır: Bebek! Kadın olmasa (ki burada artık kadının adı anne olmuştur), bebek hayatta kalamaz. Bebeğiyle ilgilenmeyen kadın düşünülemez. Böyle bir şey varsa, o toplumda kabul edilemez, böyle bir anne hor görülür, ayıplanır, ayıplanmalıdır. Toplum ahlakı bağlamında yargılanmalıdır, dışlanmalıdır, ötekileştirilmelidir ki başka örnekler ortaya çıkmasın! Kadını, anne olarak adlandırdıktan sonra bebeğiyle ilgilenmesi gerektiği evrensel bir kural olarak kabul edileceğinden, kadının çocuğun hayatını (ve tabii ki kendisininkini) tehlikeye atmaması gerektiği salık verilecektir. Öyle ki, bu artık öğrenilen değil de, genlerimizle içimize işlenmiş bir 'içgüdü' olarak sunulacaktır. Böyle bir 'içgüdüsü' olmayan kadınlar ya kendilerini suçlayacaklar ya da öyle değilmiş gibi davranmaya çalışacaklardır. Yaratılan toplum baskısıyla öğrenilen bir davranış, sanki programlanarak kadın olana aktarılan bir ilahi durummuş gibi lanse edilecektir. Edilmektedir. Edilecektir diyebiliriz..

Ve bu masum görünümlü cici yalana ilk başta kadınlar inanmaktadır! Korkularımızın öğrenilmiş olması gibi, risk almama ve evine bağlı kalma da bize öğretilmiş olmasın? Evet, belgesellerde ben de izledim. Memeliler nasıl da yavrularıyla ilgileniyorlar. Öldüklerinde başında durup 'üzülüyorlar'. Bunları görünce evrimsel psikolojinin en azından anne-yavru ilişkisinin özel bir şey olduğuna dair önermesi yanlış gelmiyor. Ancak evrimsel psikoloji bir adım ileriye gidip 'kadınların hayati risk al(a)maması' diyor. Burada soru işaretleri ortaya çıkıyor. Risk alan ve böylece özgürleşen bu tuhaf kadınları evrimsel psikoloji nereye koyuyor? Görmezden mi geliyor? Bunları tarihsel koşullara mı sevk ediyor? O zaman kendisiyle çelişmiyor mu?

Başa dönüyoruz: Davranış örüntülerinin ne kadarı tarihsel koşullarla ne kadarı biyolojik koşullarla belirleniyor?

Bunun cevabını bekliyorum.

O zamana kadar kadınların risk alamaması gibi indirgemeci ve muhafazakarlara göz kırpan 'bilimsellik' iddiasındaki spekülatif önermelere itibar etmeyelim derim; çünkü işte gözümünün önünde ampirik veri yığınları:

Kırmızı sütyenden gaz maskesi yapan kadın

Her şeyi kıvılcımlayan görüntü. Bir şehir planlamacısına sıkılan biber gazı

Kimyasal Tayyip pankartıyla bir öğrenci

Direnişin simgelerinden biri, Taksim'de TOMA'ya direnen siyahlı kadın.